Abdullah bin Ebû Kuhâfe Osman bin Âmir-il Kureşiyy-it Temîmî’dir ki, Hâlîfe-i Rasûlüllah olan Sıddık-ı Ekber Efendimiz (R.A.)’dır.

Asıl isimleri Abdullah bin Osman olup, kâide üzerine ilk evlâtlarına izafeten (Ebû Bekir) diye künyelenmiştir... İslâm’da ilk tekbir alan kendisi olduğu için bu künyeyi aldığı ve Rasûlüllah (S.A.V.) ile ilk namaz kılan olduğundan ötürü de, Ebû Bekir dendiği rivâyet edilir.

Vâlideleri (Ümmül-hayr Sülemî) R.Anha Hz.’dir.

Sultanül-Enbiya Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz Hz.’ni tasdiki ve güzel yaratılışları sebebiyle Sıddık lâkabını almıştır.

Diğer lâkab-ı âlisi, (Atik) olup bu lâkabı almalarına bir çok sebepler beyan edilmişse de, kabûle uygun olan, kendinden önceki kardeşleri yaşamadığı için vâlidesinin, Hz.Ebû Bekir’e hâmile olduğu sırada Kâbe’ye gidip Beyt-i Atik önünde “Yâ Rabbi! Bunu ölümden azât edip bana bağışla” diye duâ etmesi ve gâipten bir sesin “Eyy Merhametli Kişinin Anası! Tevrat’ta Sıddık diye bildirilen Veled-i Atik’e hâmilesin” demesidir, denilmiş...

Bu lâkap sanki kendi ismi zannedilirdi.

Beyt-i Şerif’e sıfat olan “Atik”, “Kadim” (dâim) mânâsına; Hz. Sıddık Efendimiz’e lâkab olan “Atik” ise, Âzâtlı mânâsınadır ki, vâlidelerinin duâsıyla “Çocukken ölmekten âzâde” demektir.

“Sen Allah’ın ateşten azât ettiğisin” ve “Kim ateşten kurtulmuş kimsenin yüzüne bakmayı severse Ebû Bekir’in yüzüne baksın” hadis-i şerifleri, Atik (Âzâde) lâkabıyla anılmasını ve âhiret ateşinden âzâde olduğunu tebşir etmiştir.

Güzel lâkaplarından biri de, “Zül-Hilâl” olup, buna sebep de, bütün malını Allah yolunda sarf edip, eski elbise giymesindendir.

Rasûlüllah (S.A.V.)den iki sene, bir kaç ay sonra doğmuş, Rasûlüllah’ın dâvetini herkesten evvel kabul edip Müslüman olmuştur.

İslâm’dan önce de Kureyş kabîlesi arasında, riyaset ve muhabbete sahip olduğundan, vâsıtasıyla bir çok kimse îmanla müşerref olmuştur. Aşere-i Mübeşşere’den Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Hz. Abdurrahman ibni Avf, Zeyd bin Avvam (Allah hepsinden râzı olsun) Sıddık R. A. Efendimiz vâsıtasıyla İslâm şerefine nâil oldular.

İbni Abbas Hz., “İlk Müslüman kimdir?” diyenlere: “Hz. Ebû Bekir’dir. Hasan bin Sâbit’in söylediği mersiyeyi işitmediniz mi?” buyurdular. Bundan muratları: “Hür erkekler içinde ilk Müslüman olan Sıddık’ı Ekber (R.A.) Hz.’dir” demektir.

Zira ilk İslâm olan Hz. Haticetü’l-Kübrâ R. Anhâ Vâlidemizdir. Ondan ve Hz. Ebû Bekir (R.A.)’den sonra, Rasûlüllah (S.A.V.) Efendimiz’in âzâtlısı Hz. Zeyd bin Hârise, İslâm’la müşerref olmuştur. Baliğ olmadan îman eden hür erkeklerden ilki, Hz. Ali (R.A.) dır.

İbni İshak’ın beyânına göre, Hz. Hatice vâlemizden sonra Hz. Ali, sonra Zeyd bin Hârise, sonra da Ebû Bekir R. Anhüm Müslüman olmuşlardır.

Diğer bütün eserlerde Hz. Hatice Vâlidemiz’den sonra Müslüman olan Hz. Ebû Bekir (R.A.) Efendimiz, sonra Hz. Ali, sonra Zeyd bin Hârise’dir.

Eshâb-ı Güzin’den Bilâl, Amir bin Füheyre ve kadın sahâbiye Zenire, Nühdiye ve onun kızı ve Beni Müem-mel’in câriyesi Lübeyne ve Ümmü Übeys, kâfirler elinde köle ve câriye bulunduklarından Müslim oldukları için sâhiplerinden ezâ ve işkence görürlerdi. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Hz. onları birer birer satın alıp âzât etmiştir.

Tezekki (arınmak-temizlenmek) için malını veren ve ittika eden (sakınan) ondan (cehennemden) uzak tutulur. Yaptığı iyiliği Allah rızasını gözeterek yapmıştır. Elbette kendisi de râzı olacaktır.” Sûre-i Leyl’in l7-21 âyet-i celileleri bu hizmetleri sebebiyle Hz. Sıddık-ı Ekber hakkında nâzil olmuştur. 

Ammar (R.A.) “Ben Rasûlüllah (S.A.V.)‘i kendileriyle berâber, beş köle, iki kadın ve Ebû Bekir olduğu hâlde gördüm. Bunlar, Bilâl, Zeyd bin Hârise, Amir bin Füheyr, Ebû Fekihe ve Ubeyd bin Zeyd-il Habeşî (R. Anhüm)dür” demiştir.

İki kadından maksat da Hz. Hatice Vâlidemizle, Hz. Ümmü Eymen, yahut Hz. Ammar’ın vâlidesi Hz. Sümey-ye’dir. Çocuk olmaları sebebiyle Hz. Ali R.A.’ı beyan etmemiş oluyor.

Hz. Ebû Bekir (R.A.) İslâm’dan önce de iffetini muhafaza etmiş, içki içmeyi kendisine haram kılmıştı. Neden içki içmediği sorulunca “Ben ırzımı ve mürüvvetimi koruyanlardanım. Hâlbuki içki, sarhoşluk tesiri ile ırzı ve mürüvveti yok eder” buyurmuştur.

Mi’rac-ı Nebî’yi herkesten evvel tasdik etmiş, inkâr edenlere, “Bütün gün semâvî haberini tasdik ettiğim Zât-ı Âlişan’ın melekler âlemine gidip gelmesini, neden tasdik etmeyeyim” demiştir.

Rasûlüllah (S.A.V.)‘in hicreti esnâsında, evlad ü iyâlini bırakıp, Sultanü’l-Enbiya Efendimizle hicret etmiş, Gâr-ı Şerifte (Sevr mağarasında) ve bütün yolculukta İki Cihan Sultanı ((S.A.V.))’den ayrılmamıştır. Bedir Günü’nde kimse cesâret edemezken O, yalın kılıç Rasûlüllah’ın çadırı önünde beklemiştir.

Sure-i Nasr’ın nüzulünde Nebîyi Ekrem (S.A.V.) “Cenâb-ı Hak bir kulunu dünya ile âhiret arasında muhayyer kıldı. O kul ise âhireti ihtiyar etti” buyurduklarında ağlamıştı.

Rasûlüllah (S.A.V.)’in vefâtında, tam bir metânetle “Muhammed Ancak Allah’ın Rasûlü’dür” (S. Fetih 29) âyet-i kerimesini okuyup, bir hutbe irat ederek herkesin hayret ve heyecânını gidermiştir.

Mürtetlerle muhârebe işinde muhtelif reyde bulunan Eshâb-ı Kirâm’ın (büyüklerini) şer’i delillerle iknâ edip, İslâm milletini nice bâdirelerden kurtarmıştır.

Şam şehrinin fethi, zât-ı şeriflerine müyesser olmuştur.

Ömrünün son deminde, millet ve memleketin selâmeti için Hz. Ömer (R.A.) gibi bir Fâruk-u  Âzam’ı makam-ı hilâfete getirmiştir.

Yüce menkıbeleri ve üstün hâlleri sayfalara sığmaz, saymakla bitmez. İmanı olan Hz. Sıddık (R.A.)’e nasıl buğz edebîlir?... 

Hâtemü’l_Enbiya (S.A.V.) Efendimiz’in hizmet ve himâyesinde olup onunla mağarada bulunduğu nas ile sâbittir. “Eğer siz O’na yardım etmezseniz Allah (C.C.) eder. Kafirler O’nu (Mekke’den) çıkardıkları zaman ikinin ikincisi (Ebû Bekir (R.A.)) ile bir mağarada (Cebel-i Nur’da) idi. Arkadaşına (Hz. Ebû Bekir’e) “Üzülme! Allah’(ın yardımı) bizimledir” demiştir” (S. Tevbe/40)  

Hz. Âişe Vâlidemiz Anlatıyor:

“Ben ana ve babamı ancak İslâm üzere bilirim. Kendimi bildim bileli onlar Müslüman’dı. Üzerimizden bir gün geçmez ki, Rasûlüllah (S.A.V.) günün sabah ve akşamında bize uğramış olmasın”. Hz. Âişe Vâlidemiz devamla:

“Müslümanlar Şiab-ı Ebî Talip’te tazyik edilip toplantıdan men edildiler. Müşriklerin cefâsına mâruz kaldılar. Babam Ebû Bekir de bâzı Müslümanlar gibi Habeşe’ye hicret etmeye teşebbüs etti. Mekke’den çıkıp Yemen tarafından 5 gecelik mesâfede olan Berk-ül Gimad denilen yerde, Hunoğulları kabîlesinden El-Kare isimli aşiretin reisi İbnüdduğunne’ye rast gelir. “Nereye Ya Ebâ Bekir?” der. Pederim. “Kureyş beni çıkmağa mecbur etti. Yeryüzünde seyahat edip, Rabb’ime ibâdet etmek istiyorum” deyince, İbnüdduğunne “Senin gibi bir zât çıkmaz ve çıkarılmaz. Sen insanlara başkasının bulamadığını verirsin, akrabalığı gözetirsin, düşkünü tutarsın, misâfirperversin. Ben seni himâye edeceğim. Sen dön Rabb’ine kendi beldende ibâdet et” deyince, Pederim de dönüp İbnüdduğun-ne ile Mekke’ye geldi. İbnüdduğunne bir akşam Kureyş’in büyükleriyle Kâbe’yi tavaf edip onlara “Ebû Bekir çıkacak ve çıkarılacak bir adam değildir. Kimsenin vermediğini veren, musibet zamanında hâlka yardım eden bir adam mı çıkarıyorsunuz?” demiş ve kimse itiraz etmediğinden himâyesi kabul edilmiştir. İbnüdduğunne’ye “Ebû Bekir’e söyle, kendi evinin içinde istediği kadar namaz kılsın ve okusun. Namazıyla ve Kur’an okumasıyla bizi rahatsız etmesin ve onları âşikâre yapmasın; zira, biz karılarımıza ve çocuklarımıza tesir eder diye korkuyoruz” demişler...

İbnüdduğunne bunu Pederime söyledi. Pederim de bir müddet ibâdetini ve Kur’an okumasını evin içinde yapar, başka yerde yapmazdı.

Sonra, evin önünde bir Namazgâh yaptı. Orada ibâdet eder, Kur’an-ı Kerim okurdu. Çoğu vâkît de gözyaşlarını tutamaz ağlardı. Müşriklerin kadın ve çocukları oraya atılıp pederime teaccüple bakarlardı. Bu hâl müşrikleri gocundurdu.

İbnüdduğunne’ye haber gönderdiler. “Biz Ebû Bekir’e senin himâyenle evin içinde ibâdet etmeye izin vermiştik. O ise evin önünde namazgâh yapıp ibâdeti âşikâre yapıyor. Biz çoluk çocuklarımızdan korkmağa başladık. Sen onu bu işten men et. Evinin içinde ibâdet etmeğe râzı olursa, etsin. Eğer âşikâre ibâdet edeceğim derse kendisine söyle, himâyeni sana iâde etsin. Zira senin verdiğin sözü bozmak istemeyiz. Ebû Bekir’i de dinini âşikâr etmeğe bırakmayacağız” dediler. İbnüdduğunne de pederime “Senin için himâye şartını biliyorsun. Ya o şarta uymalısın veya ahdimi iâde etmelisin. Çünkü ben himâye ettiğim bir şahıs hakkında “Himâyesi bozuldu” denilmesini istemem” dedi. Pederim, “Ben de senin himâyeni sana iâde ile ilâhî himâyeye sığınırım” dedi.

Rasûlüllah (S.A.V.) Mekke’de idi. Müslümanlara “Sizin hicret edeceğiniz mahâl, iki kara taşlık arasındaki hurmalık olmak üzere göründü” buyurmuş olduğundan, Medine cihetine hicret edenler oldu. Habeşistan’dakiler de Medine’ye döndüler. Pederim de hicret için hazırlandı. Rasûlüllah .(S.A.V.) “Hele biraz dur. Umarım ki bana da ilâhî izin çıkar” buyurdu. Pederim: “Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlüllah, sizin için hicret ihtimali var mıdır?” dedi - “Evet” buyurdular.

Rasûlüllah (S.A.V.) ile gitmek için, pederim hicreti tehir edip, elinde bulunan iki binek devesine dört ay yaprak yedirdi.  

Bir gün öğle vakti evimizde otururken, içimizden biri “İşte Rasûlüllah başlarını örtmüş, gelmeleri mutat olmayan zamanda geliyorlar” dedi... Pederim, “Anam, babam ona fedâ olsun. Şu saat teşriflerinde mutlaka bir iş var” dedi.

Rasûlüllah (S.A.V.) Efendimiz Kur’an-ı Kerim’in hükmü üzere, izin isteyip sonra girdiğinden pederime “Yanında kadından kimse olmasın” buyurdular. Pederim “onlar kendi ehlinizdir” dedi. Yani (Bu hâdiseleri beyan eden Rasûlüllah (S.A.V.)’in nikâhı altındaki Hz. Âişe R. Anha ile, Vâlidesi ki, Rasûlüllah (S.A.V.)’in kayınvâlidesi, Ümmü Rumman’dan başka kadın yok) demekti. (Namahrem yoktur) dedi.

Rasûlüllah .(S.A.V.) hicret için kendilerine izn-i ilâhî olduğunu beyan buyurduklarında, Pederim sevinerek “Beraber miyim Yâ Rasûlallah?” dedi “Evet” buyurdular. Develeri çarçabuk hazırladık. Dağarcığa biraz yiyecek yaptık. Esmâ binti Ebî Bekir kendi etekliğini kesip bir parçasını dağarcığa, diğer parçasını da su kırbasına bağ yaptığından Rasûlüllah (S.A.V.) Efendimiz ona (Zâtün-Nitakayn) “İki Kuşak Sâhibi” diye isim vermiştir. Kılavuzlukta usta olan Abdullah bin Erkâ’dan emin oldukları için onu ücrete bağlayıp develeri üç gece sonra sabah erken Sevr dağına getirmek üzere kendisine teslim ettiler. Sonra yola revan oldular”.

Hz. Âişe Vâlidemiz’in beyanı burada bitti.

Şimdi biz bu korkulu ve meşakkatli rafâkatın ne büyük fedâkârlık olduğunu bırakıp şu kısmını düşünelim: 

Kâinâtın Efendisi (S.A.V.) Sıddık-ı Ekber (R.A.) Efendimiz’in zâhiren ve bâtınen mü’min-i kâmil sâdık ve Sıddık olduğunu bilmeseydi, onu böyle tehlikeli zamanda böyle meşakkatli yerlerde zât-ı şeriflerine eş ve arkadaş seçer miydi. Şüphesiz bu da ilâhî ilhamla olmuştur. 

Allahü Teâlâ Kelâm-ı Kadîminde O’nun hakkında “İkinin ikincisi” buyurup Hz. Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizle birlikte zikredilmiştir. 

Âlimler: “Sıddık-ı Ekber (R.A.) Hz. Rasûlüllah S.A. V. Efendimize hazarda ve seferde hep berâber olmuş, hiç ayrılmadıkları gibi, dînî hizmetlerinde de berâberlik şerefinden geri durmamıştır.” dediler.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.): “Rahmeten lil Âlemin” olarak gönderildiğinde erkeklerden en evvel Hz. Sıddık-ı Ekber Efendimize İslâm’ı teklif buyurdu. O da îman ve tasdik etti. Sonra yukarıda bildirildiği gibi Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Osman bin Affan ve Hz. Osman bin Maz’um R. Anhüm ve daha nice büyükleri din-i İslâm’a dâvetle onların da İslâm ve îmanla şereflenmelerine sebep olmuştur.

Harplerde Sultanül-Enbiyâ (S.A.V.) Efendimiz hangi noktada bulunmuşsa, Hz. Sıddık (R.A.) da onunla orada beraber bulunmuş ve ondan hiç ayrılmamıştır.

Seyyidül-Beşer (S.A.V.) rahatsızlığında, namaz kıldırmak üzere Hz. Ebû Bekir (R.A.)’ı kendisine vekil tâyin etmiştir.

Hz. Ebû Bekir (R.A.) âhiret alemine teşrif edinceye kadar, Din ve Devlet-i Muhammedî’ye hakkıyla hilâfet etmiş, vefatlarında Hz. Seyyidül_Enbiyâ (S.A.V.) Efendimiz’in ayak ucuna konulmuştur.

Şu hâlde Hz. Sıddık (R.A.) hakka dâvette, hizmette, emânet ve hilâfette, Ravza-i Mukaddese’de ve her hususta Rasul-i Kibriya Efendimizle (Saniyesneyn) “İkinin ikincisi” ve (Ni’merrefik) - “Ne Güzel Arkadaş” oldular.

Gar-ı Mübarek’e (Sevr Mağarası’na) girdiklerinde, düşmanların yaklaşmasıyla Sıddık-ı Ekber (R.A.)’ın Rasû-lüllah (S.A.V.)’e bir ziyan gelmesinden korkmakta ve endişe etmekte olduğunu müşâhede eden Rasulü Ekrem (S.A.V.) “Mahzun olma, Allah bizimledir”, buyurdukları gibi, Gar-ı Mübarek’in kapısına kadar geldikleri hâlde, müşriklerin körler gibi geri dönüp gitmelerine de taaccüp ettiklerinde Kainatın Efendisi (S.A.V.)’in “Ya sen ne zannedersin o iki refik (arkadaş) hakkında ki üçüncüleri Allah’tır” buyurmaları da Sıddık-ı  Âzam’ın yüce şânına şâhittir.

Beyan edilen âyet-i celîlelerle Sıddık-ı Ekber (R.A.)’ın Rasûlüllah (S.A.V.) ile sohbeti sâbit olduğundan, bu şeref de Ashab-ı Kirâm içinde Sıddık-ı Ekber (R.A.) Efendimize müyesser olmuştur. Bu îtibârla onun sohbetini inkar etmek küfre sebep olur.

Üzülme, Allah bizimledir[1] sırrına dikkat etmek lâzımdır. O beraberlik; himâye, yardım ve huzur sûretiyle olan beraberliktir. 

Rasulü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, Sıddık-ı Ekber R. A.’e: “Gam çekme, Allahü Teâlâ bizimle beraberdir” diyerek, kendisiyle beraberlik şerefi vermiş; “Hak Teâlâ yardım, muhafaza ve huzur hususunda benim ve seninle beraberdir” buyurmuş; bu büyük devlette Hz. Sıddık (R.A.) “İkinin İkincisi” olmuştur.

Nehiylerin terki devamlı olmak kaidesince (Lâ tahzen-Üzülme) kelâmından sonra Sıddık-ı Ekber (R.A.), ne hayatta iken, ne vefat ederken, ne de vefatından sonra hüzün çekmemişlerdir. “Onlara korku ve mahzun olmak yoktur[2] müjdesi delildir. 

Sıddık-ı Ekber Hz.nden kim üstün olabilir ki!.. O, dâimâ Rasûlüllah’ın hizmet ve yardımlarında olup, âyât ü beyyinatla deliller vererek şüpheleri giderip, insanları Din-i İslâm’a dâvet etmiş, o yolda malını ve canını fedâ etmiştir.

İslâm şerefine kavuştuğu gün, evinde kırk bin dirhem nakdi varken, hicret esnasında beş bin dirhem kalmıştı...

Bütün varını Din-i İslâm uğruna harcamış ve eski elbiseler içinde kalmış olduğundan Zülhilal unvânını almıştı...

Vücûd-u şerifleri nahif (zayıf-hafif) mübarek kalbi yufka olduğundan, Rasûlüllah Efendimiz’in rahatsızlığında, emr-i Nebî (S.A.V.) ile namaz kıldırdıklarında ağlaması ile cemâate ses yetiştirememiş oldukları hâlde, kuvvetlilerin kaçtığı, yüreklilerin şaşırdığı yerlerde Sıddık-ı Ekber Hazretleri sebat, şecaat ve metanet göstermiştir.

Bahadırlığı, şecâati dillere destan olan Allah’ın Aslanı Ali bin Ebî Talib K.V. Hz: “Ebû Bekir benden cesurdur. Bedir günü Rasûlüllah (S.A.V.)’in bulunduğu gölgelik önünde, O’nu müşriklerden korumak için beklemeye kimse cesâret edemedi. Ebû Bekir bu bâdirede yalın kılıç ve yalnız olduğu hâlde, Rasûlüllah (S.A.V.)’in başı ucunda durdu” buyurdu.

Rasûlüllah’ın vefatında, herkes ne yapacağını şaşırmışken o meydana çıkmış, hâlkın şaşkınlığını gidermiştir.

Müslümanları birleştirmiş, umûmî idâreyi, Zaman-ı Saâdet’te olduğu gibi yoluna koymuştur.

Rasûlüllah Efendimiz’in kabr-i şerifi hakkında ihtilafı Hz. Sıddık “Allahü Teâlâ bir peygamberin ruhunu almadı; ancak kendine kabir olacak yerde aldı” hadis-i şerifini okuyarak ihtilafı hâlletmiştir.

Halbûki Eshâb-ı Güzin’den bazıları Mescid-i Şerif’de bazıları cedd-i âlileri Hz. İbrahim A.S.’ın kabri yanında, bâzıları da Mekke-i Mükerreme’de kabre konmasını teklif etmişlerdi.

Hadis-i şerifte beyan buyurulduğu gibi, Seyyidül Enbiya Efendimiz (S.A.V.), Hz. Âişe Vâlidemiz’in hâne-i saâdetlerinde, hâlen Ravza-i Mütahhara olan mahâll-i mübârekede ihtiram toprağına konmuştur.

Metrükat-ı seniyye (bıraktığı miras) mevzuunda da, “Bir peygambere kimse varis olamaz” hadis-i şerifini iratla ihtilâfı hâlletmiştir.

Hasılı Peygamberimiz (S.A.V.)’den sonra vâkî olan bütün ihtilafları Hz. Sıddık-ı Ekber Efendimiz hâlletmiş; kendisinin büyüklüğünü, Eshâb-ı Kirâm’ın büyüğü ve üstünü olduğunu ispatlamıştır.

Arap’ta mürtet (İslâm dininden dönmeler) olduğunda, derhâl kılıca müracaat edip büyük gayretle hepsini dize getirmesi, büyüklüğüne bir başka delildir. Hadis kitaplarında ve bilhassa Müslim-i Şerif şerhi Nevevi’de izah edildiği gibi Fahr-i Âlem Efendimiz’in vefatından sonra Sıddık-ı Ekber Hz.’nin Hâlîfeliğinde Arap’ta irtidat olmuştu. Bunlar iki sınıftı, biri tamamen dininden dönmüş, küfre rucû etmişler; bu mürtetler de iki fırka olmuşlardı. Biri Müseylemetül-Kezzab ile Esved-i Ansî isimli Yemâme ile Yemen halkından olanlarla onlara tâbî olanlardır ki cümlesi Rasûlüllah’ın peygamberliğini inkâr edip Müseyleme ve Esved’in nübüvvetine inanmışlardı. Sıddık-Ekber Hz. bunlarla harp etti; Müseyleme Yemame’de, Esved ise San’a’da öldürülüp belâları önlendi.

Diğer fırka dinden dönüp, şeriatı inkâr ve namazı, zekâtı... cümle din hükümlerini bıraktılar, câhilliyetteki hâllerine döndüler. Bu sebeble arz üzerinde, Cenâb-ı Hakk’a hakkıyla ibâdet eden yalnız üç mescit kalmıştı, onlar da Mekke-i Mükerreme Mescidi, Medine-i Münevvere Mescidi, ve Bahreyn’de (Huvânî) denilen hisardaki Abdul-Kays Mescidi’nden ibâretti.

Mürtetlerin diğer kısmı da, “Namaz kılarız; fakat zekât farz değil, onu vermeyiz”. Dediler. Bunlara o zamanın icabı “Baği” (Asiler) dendi. Mürtet denilmemişti; zira yeni İslâm olup ilâhî ahkâmı tam bilmezlerdi. Cehâletleri henüz silinmemişti. Bu zamanda ise böyle değildir. Bununla beraber mürtetler tarafında oldukları için onlardan sayılmışlar, o isimle anılmışlardır.

Baği’lerin katli Hz. Ali (R.A.) zamanındadır ki, onlar müşriklerle birleşmiş ve kendi iddialarında ısrar ettiklerinden, isyan ettikleri, âsî oldukları anlaşılmış ve ona göre muâmele edilmiştir.

Zekât vermeyenlerin içinde, vermek isteyenler de vardı. Ancak reisleri onları men eder, ellerinden alırdı. Benî Yerbû aşîreti, zekâtlarını bir yere toplayıp Ebû Bekir Sıddık (R.A.)’a göndermek isterken Mâlik bin Nüveyre onlara mânî olmuş ve topladıkları zekâtları yine kendilerine dağıtmıştır.

Bu mürtetlere nasıl muâmele edileceği, Eshâb-ı Güzîn arasında tereddüde sebep olmuştu. Hatta Hz. Fâruk (R.A.) “İnsanlar Lâ ilâhe illallah diyesiye kadar onları öldürmekle emr olundum” hadis-i şerifini beyanla, Hz. Sıddık’a “Lâ ilâhe illallah diyenlerle nasıl muhârebe edilir?” demişti. Hz. Fâruk’un itirâzı kelâmın zâhirine göre idi. Çünkü hadisin tamamı “Kim Lâ ilâhe illallah derse benden nefsini ve malını kurtarmıştır. Ancak hesabı Allahü Teâlâ üzerindedir”. İslâm dininde, İslâm’ı açıklayanlarla cizye vermeyi kabul edenlerin malları ve canları teminat altındadır. Lâkin, İslâmiyet’ten dönenlerle İslâm’ın emirlerini kabul etmeyenler bu teminattan mahrum olur ve cezalandırılırlar.

Sıddık-ı Ekber Hz, Fâruk (R.A.)’ın itirâzına:

Allah’a yemin ederim ki, namazla, mal hakkı olan zekâtı tefrik edeni elbette katlederim. Bedenin hakkı olan namazı terk nasıl icmâ ile korunmağa mânî ise, mal hakkı olan zekâtı vermeyen de korunmaz” buyurup, Hz. Ömer’i (İlla Bihakkıhi) kaydıyla ikna ettiler ve “Vallahi, Rasûlüllah’a verdikleri bir ikal’i[3] bile bana vermeyenlerle harp ederim” buyurdu.

Vak’ayı rivâyet eden Ebû Hüreyre Hz. der ki: “Bunun üzerine Hz. Ömer “Cenâb-ı Hakk’ın Ebû Bekir’in kalbine kıtal için itmi’nan ilham buyurduğunu anladım ve ona hak verdim” buyurdu. Mürtetlere ve onlara uyan bağilerle harp etmek fikrinde birleşti.”

Bu hadis Kâmil-i Müberred isimli eserde şöyle beyan edilmiş:

Hz. Ömer bâzı insanların, kendisini Hz. Sıddık’tan üstün gördüklerini işitti ve minbere çıkarak Cenâb-ı Hakk’a hamd, Rasûlüne Salatü selâmdan sonra:

“Ey insanlar! Size kendimi ve Ebû Bekir’i beyan edeyim: Nebîyi Ekrem (S.A.V.) vefat ettiğinde Arap mürtet olup, davarlarını ve develerini bize vermediler. Biz Eshâb-ı Rasûlüllah ittifakla dedik ki: “Ey Hâlîfe-i Rasûlüllah! Rasûlüllah vahîy ile harbe başlar ve Hak Teâlâ ona meleklerle imdat ederdi. Bugün vahîy ile imdat kesilmiştir. Şu hâlde sen evinde ve mescidinde meşgul ol. Zira bunca Arapla harp etmeye sende kudret yoktur”. Ebû Bekir (R.A.) bize “Sizin hepiniz bu reyde midir?” “Evet” dedik. Ebû Bekir (R.A.) “Vallahi semâdan düşüp kuşlara yem olmak, böyle düşünmekten çok daha iyidir” dedi. Minbere çıktı ve Cenâb-ı Hakk’a hamd, tekbir ve Rasulüne salatü selamdan sonra: “Ey insanlar! Her kim Muhammed A.S.’a ibâdet ediyorsa, bilsin ki o vefat etmiştir. Her kim Allahü Teâlâ’ya ibâdet ediyorsa bilsin ki, Allahü Teâlâ, “Hay”dır, ölmez!”

“Ey insanlar! Düşmanlarınızın çokluğundan ve adedinizin azlığından mı şeytan sizin dalınıza bindi? Vallahi Cenâb-ı Hak bu dini bütün dinlere gâlip kılacaktır. Müşrikler istemeseler de O’nun sözü hak, va’di mutlaktır. Belki biz hakkı bâtıl üzerine atarız da, hak bâtılın başını beynine kadar yarar ve bir de bakılır ki, bâtıl cehennem olup gitmiştir. Ne kadar az cemâat vardır ki, izn-i ilâhî ile çok cemâate gâlip gelmiştir. Allahü Teâlâ sabır ve sebat edenlerle beraberdir” (Burada âyet-i celîleyi telmih ediyorlar).

“Vallahi Ey İnsanlar! Ben sizin hepinizden ayrılıp yalnız başıma kalmış olsam, yine hak yolunda hakkıyla cihâd eder, onlarla uğraşırım. Öyle ki, ya kendime kabul olunur bir özür bulurum veya o yolda ölürüm. Vallahi Ey İnsanlar! Onlar bana bir İkâl’i bile vermeseler gene kendileriyle harp ve cihâd ederim, ve Allahü Teâlâ’dan yardım dilerim. O en hayırlı yardımcıdır” deyip minberden indi. Ve Allah C.C. yolunda öyle cihâd etti ki, Arap kavmi tamamıyla tâbî oldu.”

İmam-ı Müberred bu bahiste der ki:

Hz. Ebû Bekir’in bu büyük hizmetlerini kötü görmek isteyen râfizîler “Zekât tahsilini emreden “Onların mallarından sadaka (Zekât) al. Çünkü bu (Zekât), malları temizler.[4] âyet-i celîlesindeki hitab-ı izzet, yalnız Peygamber’e mahsustur. Zekât tahsil etmek başkasının hakkı değildir. Ebû Bekir (R.A.) zekât tahsiline kalktı. Zekât hakkında te’vil edenlere en evvel kılıç çekti” diye sözler savurdular, karşı çıktılar. Hâlbuki Hâlîfe Hz.’nin hükmü, Eshâb’ın cümlesi ile karar verilmişti.

Eğer Hâlîfe Hz. bu kararında hata etmişse, Hz. Ali de o hataya fazlasıyla iştirak etmiştir. Zira o hususa iştirak etmekle beraber Beni Hanife esirlerinden bir cariyeyi de nikâhlamıştı. İbnül-Hânefiye diye bilinen oğulları ondan doğmuştur.

Âyet-i Celîle’deki hitabın Rasûlüllah ((S.A.V.))’e mahsus olmamasına gelince... Kitab-ı İlâhî’deki hitaplar üç türlüdür:

1) Hitab-ı Âmm: “Ey İman Edenler! Namaza kalktığınız zaman...”[5] “Ey İman Edenler! Oruç size farz kılındı”.[6] gibi hitaplar, hem Rasûlüllah’a hem de bütün ümmeti içine alır.

2) Hitab-ı Has: “Geceleyin uyanıp yalnız sana mahsus olmak üzere fazladan kıl. Bu, diğer mü’minlere değil yalnız sana mahsustur[7] âyet-i celîlesindeki hitaplar... Beş vâkît namazdan fazla olarak teheccüd namazının vücûbu gibi... Ve kendilerini nikâhlamayı kabul buyurdukları takdirde bir kadının hibe sûretiyle mihirsiz nefsini temlik edebîlmesinin câiz olması, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’e mahsustur.

3) Lafzan Has, Ma’nen Amm (umumi) olan hitaplar:. -Hz. Rasûlüllah’a emredildiği hâlde- bütün ümmete şamildir. “Güneşin batıya yönelmesinde namaz kıl”[8] “Kur’an okuduğunda (okumadan evvel) eûzü çek, Allah’a sığın”[9] Ya Muhammed sen içlerinde olup da namazı kıldırdığın zaman...”[10] âyet-i kerimelerindeki gibi hitaplar sadece Rasûlüllah’a mahsus olmayıp, bütün ümmet müşterektir. Hitab-ı izzetin Rasûlüllah’a olması insanları Allahü Teâlâ’ya çağırmasındandır. Tâ ki, dinde işe başlarken kendilerinin beyan buyurdukları gibi olsun.

Talak Suresi’nde: “Ey Nebî, kadınları boşayacağınızda onları iddetlerini gözeterek boşayın”[11] âyet-i celilesindeki husûsî hüküm de umûma şâmildir.

Mevzuumuz olan zekât âyet-i celilesindeki hitapta dahî umum kastedilmiştir.

“Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için hak vardır”[12] ve “Sadakalar fakirler içindir”[13] gibi Kur’an âyetleri ve Asr-ı saâdetin sonunda Yemen’e memur gönderilen Muaz Hz.’ne “Zekât onların zenginlerinden alınıp fukarasına verilecektir” buyurulan tâlimat delildir ki zekât fakirin hâcetini gidermek içindir.

Bu şer’i hükümleri devam ettirmekte Fahr-i Kâinat Efendimiz me’mur oldukları gibi, kendilerinden sonra da ümmete emir olan zât me’mur demektir.

Aslında zekât, Nebîlere vâcip olmayan bir mâlî ibâdettir. Aynı zamanda peygamberler ve âl-i de zekât almazlar.

Hazreti Fâruk Sıddık-ı Ekber Hazretlerinin üstünlüklerini sayarken, Hicret esnâsındaki hizmetleriyle, Arap’ın mürtet olduğu zaman gösterdiği metânetini murad ederek, “Vallahi Ebû Bekir’in bir gecesiyle bir günü Ömer’den ve âl-i Ömer’den hayırlıdır” buyurmuş olduğu (Dıraz-ül Mecâlis’de beyan edilmiştir ki, Hz. Sıddık (R.A.)’ın başka üstünlüğü olmasa, bunlar kâfîdir...

Devlet-i Muhammediye’de ilk defa hac emiri olan Sıddık-ı Ekber Hz.’dir.

Hicret’in 9.ncu senesi Sultanü’l-Enbiya Efendimiz Hz. Sıddık 300 sahâbe ve kendisi için kurbanlık 20 deve ile hacca me’mur kıldılar. Hicrî 8. sene Ramazan-ı Şerifi’inde Mekke-i Mükerreme fetholunmuş, o sene hac mevsimi de, Huneyn, Evtas ve Tâif vak’alarıyle geçmiştir. Bu mevsimlerde müşrikler eksik olmayıp, câhiliyet âdetleri üzere Kâbe’yi çıplak tavaf etmek gibi kötü işler daha bitmemiş olduğundan, Nebî-yi Zişan Efendimiz, ertesi sene hac mevsiminde Hz. Ebû Bekir’i hâlka hac usullerini tâlim ve tatbik için emir-ül hac tâyin ettiler. Daha ertesi sene Hicret-i seniyelerinin 10.uncu yılında Vedâ Haccı’nı yaptılar.

Hz. Ebû Bekir Efendimizi tâkiben Hz. Ali’yi de Sure-i Berâa’ın baş tarafını okuyup îlan ederek, “Beytullah’ı kimse çıplak tavaf etmeyecek. Hz. Rasûlüllah ile aralarında muâhede bulunanlar, ahit müddeti bitinceye kadar ahitleri olmayan da dört aya kadar serbesttirler. Cennete ancak mü’min olan gider. Bu seneden sonra Müslümanlar ile müşrikler hacda birleşmeyecek, yani müşrikler bundan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmayacak” demeye memur buyurmuşlardır.  

Sıddık-ı Ekber, emir; Hz. Ali de maiyyette memur olup namazları Hz. Sıddık kıldırırdı. 

Mekke-i Mükerreme’ye varınca hutbeleri Hz. Ebû Bekir (R.A.) okuyup hâlka hac hakkında mâlûmât verdi. Müslümanlar usûlüne göre, müşrikler de câhiliye âdetlerince haccettiler. Aynı zamanda Asr-ı saâdette de Sıddık-ı Ekber Hazretleri emirlik etti. Hz. Ali ona uydu, hutbe okudukça dinledi.   

Sultanü’l Enbiyâ (S.A.V.) Efendimiz ömrünün sonunda Hz. Sıddık’ı imâmete vekil etmiş, Hz. Ebû Bekir bu sûretle Eshâb-ı Kirâm’a 17 vâkît namaz kıldırmıştır. Bir defa da Rasûlüllah (S.A.V.) Efendimiz kendilerine iktidâ etmiş arkasında namaz kılmıştır. 

İnsan, hatta melekler içinde bundan büyük fazîlet mi olur? Bu şeref başkasına müyesser olmuş mudur? 

Ümmetim delâlet (sapıklık) üzerine ittifak etmez” hadis-i şerifindeki methe mazhar olan ümmet, Sıddık-ı Ekber Hz.’nin hilâfetini tasdik ve ona tâbi olduklarında “Rasûlüllah (S.A.V.)‘in din işimiz için râzı oldukları zâta, biz dünya işimiz için râzı olmayalım mı?” diye kıyas ve senet edindiler. 

Rasûlüllah Efendimiz bir kadına “Bir daha geldiğinde beni bulamazsın Ebû Bekir’e gel” buyurmak sûretiyle Hz. Sıddık‘ın hilâfetine işâret buyurmuştur. 

Rasûlüllah Efendimiz’in rûhunun melekler âlemine yükseldiği gün, Hicret-i Nebî’nin 11 senesi Ribîulevvel ayının 12. Pazartesi günü, Hz. Sıddık’a hâlîfe olarak bîat olunmuştur. 

O gün, husûsî bîat ertesi Salı günü Rasûlüllah’ın bekâ âlemine göç muâmele ve merâsimi tamam olunca da umûmî bîat olmuştur. 

Hz. Hâlîfe Benî Hâris bin Hazrec’ten Habîbe binti Hârice isimli hâtunla evlenmiş bulunduğundan, o aralık evi Medine-i Münevvere hâricinde “Essunh” denilen mevkîdeydi. Oradan Medine-i Münevvere’ye yürüyerek, bâzen de binekle gelir, işlere bakar, beş vâkît namazı kıldırır, yatsıdan sonra dönerdi. Kabîlenin davarlarını sağmak, âdetleri olduğundan Hâlîfe olduktan sonra kabîle kızlarından biri: 

“- Artık bizim davarlarımızı ve münîhâlarımızı yâni süt ve tüyünden istifâde için kirâlık develerimizi sağmaz” dediğini işiten Sıddık-ı Ekber Hazretleri: 

“-Ben size yine süt sağarım. Cenâb-ı Hak’tan ümidim odur ki, benim eski hâlimi değiştirmez.” buyurmuş ve hilâfeti zamanında, kabîleye süt sağma hizmeti de yapmıştır.

Süt sağarken yanına gelen çocuklara: 

Deve gibi seslenme mi istersiniz, yoksa koyun gibi meleme mi?” buyurduğu ve istedikleri gibi melediği dahî olmuştur. 

63 yaşında Hicret’in 13 senesi Cemâziyelâhir’inden 8 gün kala Salı gecesi akşamı vefat ettiler. 

Rasûlüllah Efendimiz’in konulduğu serire konularak namazını Ömerü’l Fâruk Hz. kıldırdı ve Ravza-i Mutah-hara’ya nakledildi. 

Rasûlüllah Efendimiz Hicret’ten sonra, Ebû Eyyüb Hz’.nin evindeyken Es’ad ibni Zürar Hz. o seriri kendilerine hediye etmişti. Vefatında onun üzerine konulup namazı kılındı. O serir sonra Hz. Âişe R.Anhâ vâlidemizin evinde kaldı. Eshâb’ın büyüklerinin cenâzesi teberrüken onun üzerine konulurdu. İbn-i Kutebye “O serir Hz. Âişe R. Anhâ’nın terekesiyle satıldı. Hz. Muâviye’nin âzâtlılarından biri 4000 dirheme aldı ve insanlara hayır kıldı” demiştir. 

Hz. Sıddık (R.A.) Uzunca boylu, zayıf yüzlü, gözleri çukurca, alnı yumru görünüşlü, mübârek vücutları nahif idi. Ağarmış olan sakallarını kına ile boyardı.

Sâhib-i Kâmus’a göre saçları çok gürdü. Hilâfet müddetleri iki sene üç aydır. 142 hadis-i şerif rivâyet buyurdular. Rivâyetin azlığı çok yaşamadığındandır. 

Ebû Said’i Hudrî rivâyetiyle, Buhârî-i şerifin (Kitabüs-Salât) ve menâkibinde bildirilmiştir ki, kendileri neseb ilminde, rüyâ tâbirinde, hüküm vermekte, dâvâ görmekte ve fesâhatta kâmildi... 

İlk Hutbeleri: 

(Hamd ve salevattan sonra)

Ey İnsanlar! Ben sizin efdaliniz olmadığım hâlde size emir oldum. Biz Kur’an’ın nûruyla ve Sünnet-i Rasûlüllah (S.A.V.) ile tâlim olunarak ilim öğrendik. Mâlûmunuz olsun ki, üstünlük verâ ve takvâdadır. Yaratılıştaki ahmaklık da fisk u fücûrdur. Sizin bence en kavîniz, zayıf ve yardımcısı olmayanınızdır ki, onun hakkını kendine alıveririm. Ve bence en zayıfınız en kavî ve muktedir olanınızdır ki, başkalarının hakkını ondan alırım. 

Ey İnsanlar! Ben ancak Rasûlüllah’ın eserine tâbîyim. Din husûsunda bir şey koymam. Eğer ben doğru gidersem bana yardım edin, yanlış yaparsam beni doğrultun!..

* * * 

Ömrünün sonunda Hz. Ömer-ül Fâruk’u Hâlîfe yapmak için (söyleyip yazdırdıkları) ahitnâme:

“Bu, o ahid ve vasiyettir ki, Hâlîfe-i Rasûlüllah olan Ebû Bekir, o ahid ve vasiyyeti dünyasının son ve âhiretinin ilk deminde etmektedir (o demde kâfir imânâ gelir ve fâcir tevbe eder). Ben size kendimden sonra Hâlîfe olmak üzere, Ömer bin Hattab’ı seçtim. Eğer iyilik ve adâlet ederse ne âlâ!... Benim zannım ve hakkındaki düşüncelerim de böyledir. Eğer değişme yapar zulmederse onu bilemem, gaybdır.

Ben ancak sizin hayrınızı istiyorum. Herkesin vebâli kendinedir. Zâlimler kendi hâllerinin nereye varacağını yakında görürler.”

 Bu ahidnâmeden sonra Hz. Hâlîfe, Hz. Ömer’i huzûruna alarak, “Vallahi, uyumadım ki rüya göreyim; tok olmadım ki evhama dalayım... Ben yol üzerinde bulundum ve sapmadım. Çalışmakta kusur etmedim. Sana ben takvâyı tavsiye ederim. Yâ Ömer! Seni nefsinden sakındırırım. Çünkü her nefis için bir arzû vardır. O arzû nefse verilirse nefis dâimâ arzûda olur”, buyurdular.

Hastalıkları ağırlaşıp son demleri yaklaşınca, kerimeleri Mü’minlerin Annesi Hz. Âişe-i Sıddıka’ya “Ölüm sarhoşluğu muhakkak gelir. Ey insan! İşte bu senin öteden beri korkup kaçtığın şeydir[14] âyet-i celîlesini hatırlattı.

Son sözleri “Benim ruhumu Müslüman olarak al ve beni iyilere (sâlihlere) katıver”[15] âyet-i kerimesi oldu.

Rivâyet edilmiştir ki Sıddık-ı Ekber Efendimiz Hz. ömrünün sonunda Hz. Âişe Vâlidemiz’e “Ya Âişe, sütünü içtiğimiz deve, içinde kına yoğurduğumuz kap ve giyindiğimiz ihram... Bunları Müslümanların hizmetini gördüğümüz hilâfet zamanında kullanıp istifâde etmiştik. Hepsi Beytülmal’indir. Vefâtımdan sonra onları Ömer’e gönder” buyurmuş, Hz. Âişe Vâlidemiz de vefâtlarından sonra, Hz. Ömer (R.A.)’a gönderdiğinde, Hz. Fâruk “Allahü Teâlâ sana rahmet etsin ya Ebâ Bekir, kendinden sonra gelenlere güç misal bıraktın” buyurmuştur (Allahü Teâlâ hepsinden râzı olsun.) 

* * *

Elinde elbise ile giden kişiye “Onu satar mısın?” demişlerdi. O kimse: “Hayır, satmam” diyecek yerde, “Ha-yır, Allahü Teâlâ vücûduna afiyet versin” demek istemiş “Lâ, afâkellah” demiş, “Allahü Teâlâ sana âfiyet vermesin” demek olduğundan, “Lâ, ve afakellah” diye tashih etmişlerdir.

* * * 

Kendisine kabir hazırlayan birisine Hz. Sıddık (R.A.):

-“Kendine kabir hazırlama, kendini kabre hazırla!” buyurdular.

İnsan nerede öleceğini bilemediği için kabir hazırlamak, abes görülür. Kefen öyle değildir. Nerede vefat etse ona ihtiyaç olduğundan, âlimler onu abes görmediler. Bununla beraber, kabir hazırlamak da Ömer bin Abdülaziz Hz.’nde ve bâzı büyüklerde vâkî olmuştur.

Şürrun-Bilâlî Merhum, Meraku-l Felah’da (Nuru-l İzah’ın şerhi) “Bir kimse vefatından önce kendisine kabir kazmış olsa, beis yoktur. Bu sebeble ecir dahî alır. Ömer bin Abdil-aziz, Rabî bin Haysem ve daha başkaları öyle yaptılar” demiştir.

* * * 

Sûre-i Rum’da bildirildiği üzere Hicret’ten evvel İran devletinin Rum devletine yâni Perviz Şah’ın Kayser Fukar’a tam gâlip geldiği haberi Mekke’ye geldiğinde, Mekke müşriklerinin “İran Mecûsî, Rumlar Hıristiyan... Bu sebeble sizin gibi kitap ehli olana, bizim kardeşlerimiz gâlip geldiği gibi, biz de size gâlip geliriz” diye şamata edip sevinç göstermeleri üzerine Müslümanlar mahzun olmuştu.

Allahü Teâlâ Habib-i Edib’ine “Rum mağlup olmuşsa da bir kaç sene içinde gâlip gelecekler. Evvel ve âhir emir ve idâre Cenâb-ı Mevlâ’nındır. Rum'’un İran'a galebe ettiği gün, mü’minler Hak Teâlâ'’nın yardımıyla ferahlanırlar. Allah dilediğine yardım eder. O, Aziz ve Hakim'’dir”[16] meâlindeki âyet-i celile vahyolunmuştu. Bu tehdit ve tebşir üzerine Hz. Sıddık müşriklere "Siz fazla sevinmeyin! İranlılar bir kaç sene içinde Rum’a mağlup olacak” buyurmuş, müşriklerden Übey bin Hâlef “Öyle şey olmaz” diye Hz. Sıddık-ı Ek-ber’e itiraz etmiş, (O zaman henüz kumar haram olmadığından) 3 sene için l0 devesine bahse girmişlerdi. Bu hâli Hz. Sıddık Efendimize arz ettiklerinde, Efendimiz’in (pN") kelimesi 3 ile 10 arasına denir. Sen seneyi artır, deveyi de yüze çıkar” buyurması üzerine Hz. Sıddık, bahsi yeniledi, Seneyi dokuza, deveyi yüze çıkardılar. Yedi sene sonra Hudeybiye sulhu sırasında Rum’un İran’a gâlip geldiği duyuldu ve Übey bin Hâlef, Uhud muhârebesinden dönüşte fakr-ü zarûret içinde öldüğünden, Hz. Sıddık Efendimiz onun varislerinden yüz deveyi alıp, Rasûlüllah Efendimiz’in emriyle tasadduk etmiştir.

Rum’un İran’a galip geleceğini bildiren Sûre-i Rum’un bu ilk üç âyet-i kerimesi, nübüvvetin sıhhatine ve Kur’an-ı Azimüşan’ın Allahü Teâlâ tarafından inzal olunduğuna şehâdet eden delillerdendir. Çünkü, geleceği bilmek ve gâibi bildirmek Hak Teâlâ’ya mahsustur.

* * * 

Sıddık-ı Ekber Hz.’nin en büyük hizmetlerinden biri de, Kur’an-ı Kerim’i toplamasıdır. Kur’an-ı Azimüşşan Asr-ı Saâdet’te çok zâtların ezberindeydi. Namazlarda okunur, hatimler edilirdi. Lâkin Mushaf olarak toplanmamıştı. Sayfalar hâlindeydi. Yemâme muhârebelerinde hafızların çoğu şehit olması üzerine, Hz. Hâlîfe Kur’an-ı Kerim’in toplanmasına lüzum gördü ve bu hususta Eshâb-ı Kirâm’ın reyleriyle bir mushaf-ı şerif yazılıp Hâlîfe Hz.’nin yanında muhafaza edildi. Kendilerinden sonra Hz. Fâruk’un yanında, ondan sonra da Kerimeleri, Mü’minle-rin Anası Hz. Hafsa (R. Anha)’nın evinde muhafaza edildi. Sonra Hz. Osman (R.A.) o Kur’an-ı Kerim nüshasından çoğaltarak etrafa gönderdi... 

Sıddık-ı Ekber Hz.’ne bir bardak bal şerbeti verilmişti... İçmedi, ağlamağa başladı. O kadar ağladı ki, yanındakiler de ağladılar. Sebebi sorulduğunda buyurdu ki: “Bir gün Rasûlüllah ile berâberdik. Bir şeyi eliyle reddettiğini gördüm. “Yâ Rasûlallah, neyi kovuyorsunuz” dedim. “Dünya bana kendisini arz etti. Ona “Benden uzak ol” dedim, gitti; fakat tekrar geldi; “Sen benden kurtulduysan da senden sonrakiler kurtulamazlar” demişti. Bu hâdiseyi hatırladım, dünyanın bana bulaşmasından korktum da ağladım”...

* * * 

Hastalığı sırasında dostları:

-“Doktor çağıralım mı?” dediler.

-“Hekim bana baktı ve “Ben dilediğimi yaparım” buyurdu” dedi. Allahü Teâlâ’yı kastediyordu.

* * * 

Kendilerini birinin medh ettiğini işitince:

-“İlâhî! Sen beni benden iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan iyi bilirim. Onların bende olduğunu zannettikleri hayırları bana ihsan et. Bilmedikleri hatalarımı da affeyle. Hakkımda söyledikleri şeylerle beni hesâba çekme” diye duâ ederlerdi.

* * * 

Haklarındaki hadis-i şerifler:

-Enbiya ve mürselînden sonra Ebû Bekir’den fazîletli hiç kimse üzerine güneş ne doğmuş, ne de batmıştır.

- Allahü Teâlâ bana, Ebû Bekir ve Ömer’le istişâre etmemi emretti.

- İçlerinde Ebû Bekir’in bulunduğu kavme, ondan başkasını imam yapmak lâyık olmaz.

- Ebû Bekir’e muhabbet ve teşekkür etmek bütün ümmetime vâciptir.

Ana-babası, kendisi, oğlu ve torunu Nebî (S.A.V.)’e mülâkî olmak ve îmanla şereflenmek, Eshâb-ı Kirâm arasında Sıddık-ı Ekber Hz.’nde toplanmıştır. Pederleri Ebû Kuhâfe, vâlideleri Selmâ, oğulları Abdurrahman ve onun oğlu Muhammed bin Abdurrahman (Radiyallahü Teâlâ Anhüm) Hazerâtı hep sahâbîdir...

* * * 



[1] (Sure-i Tevbe/40)

[2] (Sure-i Bakara/38)

[3] İkal, devenin diz bağıdır ki, “Cenâb-ı Hakk’ın mali haklarından, o değerde bir şeyi bile kendilerinden almakta müsamaha etmem” mânâsına mübalağadır.  

[4] (Sure-i Tevbe/103)”

[5] (S.Maide/6)

[6] (S.Bakara/183)

[7] (S.İsra/79)

[8] (S.İsra/78);

[9] (S.Nahl/98);

[10] (S.Nisa/102)

[11] (S.Talak/l)

[12] (S.Zariyat/19)

[13] (S.Tevbe/60)

[14] (S.Kaf/l9)

[15] (S.Yusuf/101)

[16] (S.Rum/l-3)

 

 


   
© incemeseleler.com