Her şeyin sahtesinin olduğu şu günümüz dünyasında maneviyattada sahte mürşidlik ya da ehil olmadığı halde sahte büyüklük gösterenlere bakış açımızın nasıl olması gerektiğini kendi yaşamından örneklerle ifade etmiş.

Üniversiteye gelene kadar dini ve tasavvufi dünyayı kendi içimde yaşamaktaydım. İtikadi anlamda anlatılan her şeyi şeksiz şüphesiz kabul ediyor, huzurlu bir hayat sürdürüyordum. Zaten sistemin getirdiği gereksinim de bunu icap ettiriyordu. Okulun en tenha yerinde masumane bir şekilde kılınan namazı bile magazin malzemesi yapan bir sistemden ne beklenebilirdi?


Ama üniversite dünyası her yönüyle özgürlükler alemi olarak karşımıza çıktığı için hayata ve insanlara bakış açısı da çok değişiyor insanın.Oradaki atmosfer sanki dünyanın özeti gibiydi.Yemekhane koridorlarında sosyalistlerinin afişlerinin olmadığı bir güne rastlamaz idik. Anfiye ders dinlemeye giderken önümüzde 100 kişilik bir grubun "Kahrolsun faşizm!" tempolarıyla yaptıkları eylemler günlük duyduğumuz rütin sesler arasındaydı. Ahlaksızlık örneklerine ise isterseniz hiç girmeyelim.

Böyle bir ortamda da dini gruplar inanılmaz gizli çalışma içindeydi. Hatta  üniversiteye kaydolurken saatlerce yanımda durup bana ilgi alaka gösteren birisinin, muallakta, sahipsiz bir insan olmadığımı anlayınca benimle ilgilenmekten vazgeçtiğini dünkü gibi hatırlarım. Mutlak manada, bu tür çalışmalara menfi yönde bakmıyorum. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, “şeytanın  insan  kurdu  olduğunu,  herkese  pusu  kurduğunu  ve  cemaattan  ayrılan,  tek  başına  kalan  kimseyi  kolayca  yuttuğunu”  haber  veriyor. Ancak işin mukayyed kısmına girdiğimiz zaman, bazılarının ehli sünnet çizgisinden çıkarak su gibi berrak kalpli öğrencileri maddi imkansızlıkları da koz olarak kullanıp kendi taraflarına çekip zehir aşıladıklarını görünce de karşıma çıkan her insana, acaba? gözüyle bakıyor,bana biraz sıcak ilgi gösteren birisinin nereye gelmeye çalıştığını gizliden gizliye süzmeye çalışıyordum..

Böyle bir dünyanın ve arkadaş ortamının içerisine girince, yıllardır kalbimizde saklı olan özel dini hususlar ve sadece kendi taifemizde olduğuna inandığımız ayrıcalıkları arkadaşlarımızla müzakere etme gereksinimi duyar olduk. Bir çok cemaate mensup arkadaşlarım ile samimiyetimize istinaden özel bilgileri de paylaşıverirdik ara ara. Ve yine internette de İslami forumlara olan ilgimin başladığı yıllardı bu yıllar. Orada da kendilerini İslam’ın kurtarıcısı olup başkalarını iraptan mahalsiz sayan gruplara, cemaatlara cevap yetiştireceğiz derken bazen cevap vermede yetersiz kaldığıma kanaat getirdim.  İşte o zaman iç dünyamda daha önce hiç aklıma bile gelmeyen bazı endişeler meydana gelmeye başladı.

Kendimizde olduğu için Mevlamıza sonsuz hamd ettiğimiz bazı özel bilgiler, durumlar, vasıflara; başka meşrepler, gruplar da sahip olduklarını iddia edince kafamda bulanıklıklar meydana geldi. Çünkü zamanın sahibinin kim olduğu, vazıfları, göstermiş olduğu kerametler ile alakalı bilgilerim, onların bilgileri ile çakışıyordu. Hatta gerçek hayattan alınmış bazı romanları (yazarının sağlamlığına güvendiğim) okuyunca, iyice kafam karışmaya başladı. Bir örnek vermek gerekirse; romanın birindeki bir genç çok ciddi bir kaza geçiriyor ve rüyasında AbdülKadir Geylani Hz.leri ve zamanın sahibi olarak takdim edilen kimse onu tedavi ediyordu. Hatta görülen bir rüyada o zat  Efendimiz s.a.v. ile yurt binaları bile  açmaktaydı.

Cemaatlerin özel bilgilerine, işledikleri fiillere ehli sünnete muğayir olmadıktan keri söz söylemek haddime değildi hiçbir zaman. Ama bazıları o kadar iddialı sözler söylüyorlar ve kendilerini o kadar ayrıcalıklı görüyorlardı ki hayretler içerisinde kalıyordum. Çevremdeki dostlarıma bu tür konuları açtığım zaman espri mahiyetinde söyleseler de “seni de kaybettik” diyorlardı. Yapayalnız kalmıştım bu hususta. İçime gömülü şekilde yıllar birbirini kovalıyordu. Neyse ki uzun bir zaman sonra Hz. bana El- İbriz Kitabıyla tanışma fırsatı verdi. Sorularımın cevabını kitabî olarak bulmuştum ya ! Dünyalalar benim olmuştu.


Kitaptaki sorumuzu ilgilendiren hususları kısa kısa aktaralım. A.Debbağ hazretleri şöyle buyuruyor:

"Ümmet-i Muhammedin Allah-ü Teala yanında büyük kıymeti vardır. Bunun için bir ümmet, hiç kimsenin defnediğilmediği bir türbede toplansa, orada büyük bir zatın yattığı kanaat olsa, Cenab-ı Hak süratle icabet eder ve onların duasını kabul eder."

Demek ki, çevremizde duyduğumuz, falanca zat şuraya (alakasız bir yere) gitmişte şifa bulmuş, şurası çok bereketli bir yermiş, şu zattan dua istimdat etmişte hastalığından kurtulmuş gibi söylemlerin uydurma olmayıp, halis niyetlere göre Cenab-ı Hakkın bir lütfu olduğunu anlamış oldum.

Aklıma takılan hususlardan birisi ve en önemlisi ise bir takım insanların hayranlık duyduğu ve benim ise bir türlü bu hayranlığı anlayamadığım şeyhler, üstazlar dini liderlerdi. Zira gerek yapmış olduğu hal hareketler, söylemiş olduğu sözler vb. ahvalden ötürü evliya olması tasavvur bile edilemeyecek, hatta dinden çıkmamış olması bile kendisine verilecek en güzel sıfat olup piyasada dolaşan bir çok  sözde mürşidlere, üstazlara insanların tabi olması, hatta tabi oldukları halde manevi anlamda istifade etmeleri yıllardır çok garibime giden ve cevabını veremediğim hususlardandı. Yine bazıları vardı ki hakikatte evliyaydı belki ama zamanın sahibi yakıştırmasının yapılması çok ağırıma gidiyordu.

Abdülaziz eddebbağ hazretleri bu hususu ise şöyle izah ediyor:

"Bir kimsenin halk indinde veliliği meşhur olsa bu diri veliyle Allah'a tevessül edenin  Allah ihtiyaçlarını yerine getirir. Halbuki o kimsenin velayetten hiç nasibi olmasa bile.
O dua eden halktan kişinin haceti, zamanın kutbu olan, tasarruf ehli olan veliler, o veli olmayan kimseyi veli suretine ikame ederler.

Sebebi de bütün zulmet ehli onun etrafına toplansın, duaları kabul ediliyor diye ibadet ve dua etsinler, kurtulsunlar diye. Misali  şu ki: O kimseyi yani veli olmayan kimseyi tasarruf ehli veliler korkuluk kabul ederler.
 Bir bostan tarlasındaki korkuluktan kaçan kargalar gibi, hakikatte bostan sahibinin yaptığı fiilden kaçtıkları gibi, tasarruf sahibi velilerde veli olmayan kimseyi korkuluk gibi oraya dikmişler ve zulmet ehlini oraya toplarlar.
Orada tasarruf edeni, halk o kimse zannederler, esası bilmezler. Onlara bunun esası bildirilemez, çünkü takat getiremezler."

Ve bütün şifrelerin çözüldüğü andı...Arkadaşlarımın anlatmış olduğu ve yalan olmadığına inandığım ama inandığım zamanda benim içimdeki bilgilerle çelişen durumları, romanlarda anlatılan yaşanmış esrarengiz hadiseleri yukarıdaki anlatılan şablona oturtuvermiştim.
Aklıma şu da geldi. Tasavvufta zamanın mürşidi kamiline temessük etme hadisesi bir nasipten ibaretti. Şimdi bu nimet kendisine nasip olmamışların da başıboş dolaşmasındansa en azından bir yere bağlı olmaları ve böylece dini daha derli toplu yaşamaları açısından bostan korkulukları çok güzel bir fırsat değil miydi? Ve çevremde duyduğum o esrarengiz rüyaların, kerametlerin, mazhariyetlerin hepsinin asıl kaynağı sahibüzzaman değil miydi?

İzahın devamında şu misali veriyordu, Debbağ Hazretleri:


"Böyle hakiki kıymeti olmayan bir kimseyi şeyh edinen bir kimse geldi. Gece kendisine tuzak kurulan bir yerden geçmek istiyordu. Şeyhine dedi ki:(Ey efendim, Rasülüllah s.a.v. efendimizin yüce makamı hürmetine sana yöneliyorm. Bu yoldaki tehlikeden beni kurtar. Beni kurtarırsan  sana bir hediye de yapmayı vaad ediyorum.
Bu adamın bu yalvarmasını bazı tasavvuf ehli veliler işittiler. Rasülüllah s.a.v. efendimizin ismi şerifine tazim ettiler. Tasarruf sahibi veli o adamla bizzat gitti ve o adamın kalbine ünsiyet verdi, o yolu beraber kateddiler. Adam o tasarruf sahibi veliyi görmüyordu. O eşkiyaların da kalbine Allah korku ve uyku verdi. Ona bir şey yapamadılar. Bu hal üzerine müridin şüphesi kalmadı ki onu kurtaran şeyhi (sahte şeyh) zannetti. Vaktaki yoldan döndü ve şeyhine vaad ettiği dört miskal altını da hediye etti... "


Ne mutlu Peygamberimiz (s.a.v.) ' in ve Ashabı Kiramın yoluna  milimi milimine, hüvesi hüvesine  tabi olanlara.

Müjdeler olsun sahibüzzamana kavuşup onun yoluna köle olma nimetine mazhar olanlara...



Miftahulkuluub / incemeseleler.com editörü

   
© incemeseleler.com