Cezâsız kalmayan büyük suçları, Hafız Zehebî Hz.'nin güzel bir üslûp içinde kat'î delillerle beyan edilmiş olan KİTÂBÜ'L KEBÂİR isimli eserinden kısaltıp sâdeleştirerek müslümanların istifâdesine sunmuş bulunuyoruz.

HTML clipboard

Osmanlıda , Ahmed Cevdet Paşanın bir heyetle, İslami hukuk kuralları baz alarak hazırladığı bir Osmanlı Kanunnamesi.  Bu 99 Kaideyi  bir kez okumakla bile fıkıh kültürünüze çok geniş bir katkı sağlayacaksınız. İşte 99 Mecelle kaidesi ve misallerle güzelce izahı..

 

1-"Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir."
Niyetler
(maksatlar) ya güzel (hüsnüniyet), veya çirkin (suiniyet) olur.

        Hüsnüniyet ile suiniyetin ahlak itibariyle, dünyevi ve uhrevi ahkâm itibariyle büyük tesirleri vardır. Mesela; bir fakire hüsnüniyetle, rızayı hakka ulaşmak maksadıyla yapılan bir yardım, verilen bir sadaka, uhrevi sevaba vesiledir. Mücerred gösteriş ve şöhret kazanmak maksadıyla yapılan yardım, verilen sadaka ise mükâfata vesile olmaz. Çünkü birinci niyet, Hakk için olduğundan bir ahlaki kıymeti haizdir. İkincisi ise boş bir maksatla yapıldığı için kıymet-i ahlakıyeden uzaktır.
         Mesela; Bir şahıs lukata (
bulunan şey) yi, eğer sahibine iade etmek niyetindeyse, almaya şer'an mezundur. Maksadının harici delili ise, şahit tutması ve lukatayı ilan etmesidir. Lukatayı bu niyetle aldıktan sonra, haber ve kusuru olmaksızın, elindeyken kayıp veya telef olsa tazmin ettirilmez. (Ödettirilmez) Ancak lukatayı kendi mülküne geçirmek maksadıyla alırsa, gasp etmiş olur. Bu durumda lukata elindeyken haber ve kusuru olmaksızın telef ve kayıp olsa tazmini lazım gelir.

2-"Ukutta itibar mekasid ve meaniyedir, elfaz ve mebaniye değildir."
         Ukud akdin cemiidir. İki tarafın (
akideynin) bir hususu iltizam ve teahhüd etmeleridir ki; icab ve kabulün irtibatından ibarettir. 

           Mesela Bir kimse usulü dairesinde tanzim eylediği senette "Şu malımı oğlum Ahmed'e hibe ediyorum. Sağ olduğum müddetçe bu malda tasarruf edeceğim. Ben öldükten sonra oğlum Ahmed tasarruf edecek ve diğer varislerim müdahale etmeyecektir." demiş olsa hibe ediyorum tabiriyle bu tasarrufun hibeye hamli mümkün ise de  "Ben sağ olduğum müddetçe tasarruf edecek" ibaresinin delaleti ile maksadın vasiyet olduğu anlaşılır.  

 3-"Şekk ile yakin zail olmaz"  
      Şekk: Bir şeyin vukü bulup bulmamış olmasında, iki halinde birbirine müsavi olarak düşünülmesinden ibarettir.
       Yakin: Bir şeyin olmuş veya olmamış olduğunu kestirmek ve kuvvetle zannetmeye denir.  
         Mesela; Bir kimse  "Filan şahsa zannımca şu kadar lira borcum vardır" dese bununla borç sabit olmaz.

4-"Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır."

      Yani, bir şey bir zamanda ne halde bulunmuşsa aksine delil olmadıkça o halde kalması asıldır.

        Mesela; Medyun (borçlu) borcunu ödediği halde, dain (alacaklı) "Henüz ödemedi' diye inkâr etse, söz, yeminle beraber alacaklının olur. Çünkü borcun varlığı katidir, ödeme ise kati olmadığı için, borcun bulunduğu hal üzere kalması asıldır

5-"Kadim kıdemi üzerine terk olunur."
       Yani; evvelden beri meşru ve mevcud olan bir şey, hilafına hüccet kaim olmadıkça hüsnü zanna dayanılarak hali üzerine bırakılır.
Mesela, Bir köy ahalisi hayvanlarını eskiden beri bir köyün merasında otlatmış ise, mera kendisine ait olan köy halkı bunları men edemez.
 

6-"Zarar kadim olmaz"

       Yani; gayri meşru olarak yapılmış olan şeyin kıdemine itibar olunmayıp, eski olsa bile, zararlı ise ref ve izale edilir.
       Mesela, Bir evin pis suları eskiden beri umumi yola akmakta ise ve yoldan gelip-geçenlere zarar veriyorsa. kıdemine itibar olunmayıp, zarar ref ve izale ettirilir.

7-"Beraet-i zimmet asıldır."
       Zimmet: Ahid (
söz vermek) manasınadır, ahidden dönmek utangaçlığı ve başkalarının kötülemesini mucib olduğundan ahde, 'zem" deri müştak olan zimmet ıtlak olunmuştur.
       Bu kaide, bir şahsın ictimai ve huküki herhangi bir mes'uliyet ve borç gibi bir şeyle mükellef bulunmamasını ifade etmektedir.
       Mesela, Bir kimse, diğerinden alacaklı olduğunu dava etse, müddealeyh (
dava edilen) yeminle beraber inkâr etse müddealeyhin sözüne itibar edilir. Çünkü; her şahıs zimmetten (borçtan) âri olarak yaratılmış olduğundan beraet-i zimmet asıldır.

 8-"Sıfatı arızada asl olan ademdir."

      Yani; sonradan meydana gelmiş olduğu iddia edilen halin yokluğu asıldır.     Mesela, Satış akdinde satılan maldaki ayıbın akiden önce mi sonra mı, olduğunda ihtilaf etseler, ayıp sıfatı arızadan olduğundan yokluğu asıldır. Söz, eskiden mevcud olmadığını iddia eden satıcının olup, ayıbın varlığını iddia eden müşteri iddiasını isbata mecbur olur.

9-"Bir zamanda sabit olan şeyin hilafına delil olmadıkça bekasıyla hüküm olunur."

     Yani; bir zamanda sabit olan bir şeyin bekasıyla hükmolunur. 0 halde geçmiş zamandan birinde mülk olması sabit olan bir şeyin mülkiyetini izale eden bir şey bulunmadıkça bekasıyla hükmolunur.
       Mesela, Bir kimse diğer bir kimseden alacak dava edip, davalının inkarı üzerine şahidler o kimsenin davacıya, o miktar borcu olduğuna şehadet etmeleri, hüküm için kafi olur. Çünkü borcun bir zamanda mevcud olduğu sabit olmuştur. Bunun hilafına delil bulunmadıkça borcun ifasına hüküm olunur.

10-"Bir emr-i hâdisin akrebi evkatına izafeti asıldır."

         Yani; hâdis olan bir işin sebeb ve zamanı vukuunda ihtilaf olunsa uzak bir zamana, nisbeti beyyine ile isbat olunmadıkça en yakın zamana nisbet olunur.

         Mesela, Bir kimse varislerden birine bir mal hibe ve teslim veya borç yahud mal ikrar ettikten sonra ölürse, diğer varisler, "muteveffa onu ölüm hastalığında hibe veya ikrar eyledi" diyerek ikrarın sahih ve müteber olmadığını ve kendisine hibe veya ikrar olunan dahi tasarrufun müteveffa sıhhatte iken vaki olduğunu iddia etse, kendi lehine hibe veya ikrar olunan varisin beyyinesi tercih olunur. Ancak bu kimse mürisin tasarruf zamanında hali sıhhatte olduğunu isbat edemezse, bu taktirde söz yemin ile diğer varislerindir. Zira; emri hâdis olan hibe ve ikrarın zamanı baide, yani; müteveffanın sıhhatte bulunduğu zamana nisbeti hüccet ile isbat olunmadıkça ölüme en yakın olan ölüm hastalığı zamanına nisbet olunur. Marazı mevtinde hibe ve ikrar etmiş denilir.                   

          Maraz- ı Mevt: Ol hastalıktır ki; ekseriya onda ölüm korkusu olduğu halde hasta erkekse evi dışında, kadın ise evi içinde olan işlerini görmekten aciz olup, bu hal üzere bir sene geçmeden ölmüş olur.

 11-"Kelamda asl olan manayı hakikidir."

           Yani; hakikat güçleşmedikçe mecaza gidilmez.

           Mesela: Bir kimse "bu hane Zeydindir' dese bu sözün manayı hakikisine nazaran o haneye Zeyd'in malikiyetini ikrar etmiş olur. Artık  " maksadım o hane Zeyd'in meskeni olduğunu ifade idi" diyemez. Kezalik; "evlat" lafzı torunlara şamil olmaz. Meğer ki, torunlara dahi şamil olduğuna delalet eder bir karine bulunsun. 0 takdirde umum mecaza giderek evlat tabiri toruna da şamil olur

12 "Tasrih mukabilinde delalete itibar yoktur ."

          Yani; delalet ile tasrih bir arada bulununca, tasrihe göre amel edilir. Çünkü sarahet kuvvetli, delalet zayıftır. Fakat sarahat olmayan yerde delalet ile amel olunur.

           Mesela; Bir kimse diğer birinin evine onun izniyle girmiş olsa evde bulunan bardak ile su içmeye de delaleten izin verilmiş sayılır. Sarahat bulunmayan yerde delalete itibar olunduğundan su içerken elindeki bardak kazaen yere düşerek kırılsa, tazmini lazım gelmez. Çünkü "cevazı şer' tazmine münafidir". Fakat ev sahibi "masa üzerinde duran bardağa dokunma" diye yasak etse bununla su içemez. Buna rağmen alıp kazaen elinden düşürerek bardağı kırmış olsa, tazmin ettirilir. Zira bunda sarahaten nehiy vardır ve tasrih mukabelesinde delalete itibar yoktur.

13 "Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur."

            Yani; bu fıkıh kaidesi icabına göre, kitap ve sünnet ile beyan olunan meselelerde ictihada cevaz yoktur.

            Mesela; Muamelelerde beyyine, müddet için ve yemin münkir için olması ve insanların hukuki muamelelerine taalluk eden ihtilafların hallinde nisab- ı şehadet, yani; hükme yeter şahitlerin adedi iki erkek yahut bir erkek ile iki kadından ibaret bulunması nass ile beyan ve tayin edilmiş olduğundan bunlarda ictihada mesağ (yer) yoktur,Ve nass ile sabit olan hususlar hilafına ictihad vuku bulsa bu itibar olunmaz.

 14-"Ala hılafıl kıyas sabit olan şey saire makısun aleyh olamaz

            Mesela Madumu beyi' batıldır. Hâlbuki selem (peşin para ile veresiye mal almak) ve icarede, madumu beyi' kabilindendir. Fakat bunlar, teamül ve icma ile kıyasa muhalif olarak sabit olmuştur. Artık bunlara kıyasen 'hiç belirmemiş meyvalar, ekinler gibi şeylerin satılması da caizdir" diye hüküm olunamaz.

 15-"İctihad ile diğer ictihad nakz olunmaz."

           Yani; ictihadlar aynı derecede birer zanni delil olduğundan nassı katiye muhalif olmadıkça biriyle diğerini nakzetmek caiz olmaz. Binaenaleyh bir müctehid, diğer bir müctehidin ictihadını nakzedemeyeceği gibi, kendisinin evvelki ictihadını da ikinci bir ictihadı ile nakz edemez.

            Mesela; Bir hâkim bir şahsın şehadetini fıskına binaen reddetmiş bulunsa artık o şahsın tevbesine binaen aynı hususta şahadetini bilahare kabul edemez.

Bu kaideden bir mesele istisnadır. Bir ictihadın nakzı maslahat-ı ammeyi müstelzim olursa o ictihad diğer bir ictihadla nakzedilebilir.

 16-"Meşakkat teysiri celb eder."

           Yani; suübet (güçlük) sebebi teshil (kolaylaştırmak sebebi)olur. Ve darlık vaktinde vusat gösterilmek lazım gelir.

            Mesela; Açlıktan ölecek kimsenin muharremattan (haram olan şeyler) hayatını kurtaracak kadar yemesi caizdir. Keza erkeklerin muttali olamayacakları hususlarda yalnız kadınların şehadetleri de kabul edilir.

 17-"Bir iş dıyk oldukça, müttesa olur."

          Yani; Bir işte meşakkat görülünce şer'i ölçüler içerisinde ruhsat ve vüsat gösterilir.

            Mesela; Bir kimsenin borcunu ödemeye kudreti olmaz ve kefili dahi bulunmazsa, genişlediği, yani; mal durumu müsait olduğu zamanda borcunu eda etmek üzere serbest bırakılır.

         Bunun gibi defaten ödemek imkanı bulunmayan borçluya borcunu taksitle ödemesine müsaade edilir.

 18- "Zarar ve mukabele bizzarar yoktur."

          Yani; ilk olarak zarar caiz olmadığı gibi buna karşılık olarak ve cezaen dahi zarar caiz değildir. Bu madde de iki hüküm vardır:

1- İlk defa zarar yapmamak: Bir kimse diğerinin malına veya şahsına taarruz ile ona zarar vermesi caiz değildir.

           Mesela; Birinin malını haksız olarak almak ve başkasının kendinde bir hakkı olduğu halde onu yerine getirmemek gibi bir suretle zarar vermek zulüm ve fenalık olduğu cihetle caiz olmaz.

2- Zarara karşı zararla mukabele olunmamasıdır.

          Mesela; Bir kimse diğerinin gerek malına gerek nefsine karşı bir zarar yaptığında zarar gören kimsenin buna karşılık ona da zarar vermeğe hakkı olmayıp, ancak hakime müracaat ederek zararını kanuni hükümler icabınca izale ve tazmin ettirmesi lazımdır.

19-"Zarar İzale olunur."

          Yani; bir zarar usulü dairesinde izale edilir.

        Mesela; Bir evin yanında demirci dükkânı veyahut değirmen yapılıp ta, demir dövülmesinin veya değirmen döndürülmesinin tesiriyle evin yapısı zayıflamak yahut fırın veya bezirhane inşasıyla bunların duman veya ağır kokusundan dolayı evde oturulmayacak kadar rahatsız olunması gibi fahiş zararlar meydana gelirse, bu zararlar mutlaka izle edilir.

20- "Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar."

         Yani; İşlenmesi nehy edilmiş bazı şeyler vardır ki; bunları yapmak, zaruret halinde mübah olur. Bundan dolayı o işi işleyen muaheze edilmez.

       Mesela; Açlıktan helak olma korkusundan dolayı başkasının yiyeceğini rızası olmaksızın yemek gibi.

21- "Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar."

        Mesela; Açlıktan helak olacak olan bir kimse başkasının malından izni olmadığı taktirde sadece helakini def edecek kadar alıp yemeye mezun ve bunu bilahare tazmine mecburdur, fazlasını alamaz.

22-"Bir özür için caiz olan şey, o özrün zevali ile batıl olur.'

        Mesela; Su bulunmazsa teyemmüm ile iktifa olunur. Fakat su bulunarak bu zaruret zail olunca, teyemmüm kifayet etmez.

23-"Mani zayi olunca memnu avdet eder."

        Mesela; Hibe olunan mal arsa olupta mevhübunleh (kendisine hibe edilen zat) o arsa üzerine bina inşa eder yahut ağaç dikerse vahib (hibe eden) hibesinden rucu edemez. Ancak o bina yanar veya ağaçlar sökülüp sırf arsa kalmış olursa memnu olan rucü hakkı avdet eder ve bu halde vahib, hibesinden rucu ederek, hakime fesh ettirebilir.

24-"Zarar kendi misli ile izale olunamaz."

        Yani; her ne kadar zararın giderilmesi lazım gelirse de kendi gibi diğer bir zararla giderilmeyip, belki zararsız ve kabil olmadığı halde kendisinden çok az ve hafif bir zarar ile mümkün olduğu kadar izale olunur.

         Mesela Bir kimse taksimi kabil olmayan müşterek mülkünü tamir etmek isteyip de müşriki (diğer hissedar) tamire rıza göstermemiş olduğu halde, tamir etmiş olsa yaptığı masrafı teberrü etmiş olur ve diğer hissedara hissesi ile rucü edemez. Eğer o kimse ortağının imtinaı üzerine hâkime rucü etse, bir zarar kendi misli ile izle olunamayacağına mebni tamire, cebr olunamaz. Fakat cebren taksim olabilir ve taksimden sonra o kimse kendi hissesinde istediğini yapar.

25- "Zararı ammı def' için, zararı his ihtiyar olunur."

        Mesela; Cahil bir doktoru doktorluktan men etmek, geçimini sağlamaktan alıkoymak olacağından doktor hakkında zarar ise de doktorluktan men olunmadığı takdirde halka zarar verip, birçok kişinin ölümüne sebeb olacağından, böyle umum için olan bir zararı defi için zararı has ihtiyar olunur.

26-"Zararı eşed, zararı ehaf ile izle olunur."

       Meselâ: Bir kimse diğer birinin ağacını gasb ederek inşaa etmekte olduğu binanın bir tarafına koymuş olsa, eğer binanın kıymeti gasb olunan ağacın kıymetinden çok ise, gasb eden, ağacın kıymetini vererek ağaca sahib olur. Her ne kadar sahibi­nin rızası olmadığı halde ağaca sahib olması zarar ise de, bina yıkılarak ağacın sahibine verilmesi bina sahibi olan gâsıb hakkında daha büyük zarar olduğundan, zarar-ı eşeddin, zarar-ı ehaf ile izalesi kaidesi îcâbınca gasb ettiği ağacın kıymetini vererek, temellük eder.

27-"İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı (daha hafif olanı) irtikab ile azâminin ( daha büyük olanının) çaresine bakılır."

      Meselâ: Bir mahallede yangın zuhur etmesi sebebiyle bir kimse sahibinin izni olmayarak bir evi yıkıp orada yangın sönmüş olsa, eğer veliyyül emrin, yâni; mahalli idare amirinin emri ile yıkılmış ise tazmin ettirilmez. Çünkü yangının etrafa sirayetinden hâsıl olacak zarar o ev sahibine evin yıkılmasından husule gelecek zarara nisbetle çok büyük olacaktır. Burada yangının etrafa yayılması fesadı ile evin yıkılıp ev sahibinin zarar görmesi fesadı karşılaşmış olduğundan, hafif olan İkinci fesat irtikab olunmak suretiyle daha büyük olan birinci fesadın çaresine bakılmış ve yangının önüne geçilmiş olur.

28-"Ehveni şerreyn ihtiyar olunur."

         Yâni, iki zarar karşısında kalınırsa, kolay ve zararca hafif olanı tercih olunur.

         Meselâ: Bir kimsenin elindeki yüz lira kıymetindeki incisi düşüp de diğerinin on lira kıymetindeki tavuğu yutsa, incinin sahibi on lira verip tavuğu alır.

29- "Defi mefâsid celbi menâfiden evlâdır."

         Yâni, bir şeyde fesatla, menfaat karşılaşmış olsa menfaat elde etmeye bakılmayıp, fesadın ortadan kaldırılmasına çalışılır.

          Meselâ: Üst katı birinin ve alt katı diğerinin mülkü olan bir binada üst kattakinin alt katta "hakkı kararı" yani diğer kat üstünde durma hakkı ve alt kat sahibinin üst katta "hakkı sakfi" yani güneş ve yağmurdan korunma hakkı olmakla bunlardan birisi diğerinin izni olmadıkça ona zararlı olabilecek bir şey yapamaz ve kendi binasını yıkamaz.

30-"Zarar bi kader-il imkan def olunur.'

           Yâni, zararın giderilmesi ve telâfisi ne derece mümkün ise o miktarda giderilir.

         Meselâ: Mutfak ve evin avlusu gibi kadınların bulunduğu yerin görülmesi fahiş zarar addolunur. Binâenaleyh bir kimsenin evinde açık bir pencereden veyahut sonradan yaptırdığı binanın penceresinden komşusunun hanımlarının bulunduğu yer görünmekteyse bu zararın giderilmesi ile emrolunur. O kimse dahi kadınların olduğu yer görülmeyecek surette duvar yahut tahta perde yaptırıp o zararı gidermeye mecbur olur. Fakat her­halde penceresini kapatmaya icbar edilmez. Zira zarar bikaderil imkan, yâni mümkün olan her suretle izâle olunur.

31-"Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menziline tenzil olunur."

         Meselâ: Madûmu satmak bâtıl olduğuna göre, madûmun satışı ve temliki kabilinden olan selem, istisna' ve icar gibi tasarrufların dahi caiz olmaması icab ederdi. Böyle iken insanlar arasında hâsıl olan ihtiyaç üzerine, bu muameleler caiz görülmüştür.

32-"Iztırar gayrın hakkını iptal etmez."

           Iztırar: Bir işi işlemeye mecbur olmak demektir. Yani, bir kimse her ne sebep ve suretle olursa olsun, mecburiyetle başkasının hakkına tecavüz ederse, her ne kadar 20. madde hükmünce zaruretler memnu olan şeyi mubah kılarsa da bu zaruret ve mecburiyet sebebi ile işlenen fiilden dolayı gayrın hakkı heder olmayıp zararını ödemek lazım gelir.

          Meselâ: Çölde bulunan bir adam aç kalıp ölmek derecesine geldiğinde arkadaşında yiyecek şey bulunduğu halde vermese ölümden kurtulmak için arkadaşının yiyeceğinden izni olmaksızın yese, bu vecihle gayrın malını rızası olmaksızın yediğinden dolayı bu adama ceza lazım gelmez. Çünkü zaruretler, memnu olan şeyi mubah kılar. Fakat ızdırar gayrın hakkını iptal etmeyeceği cihetle mücerred zaruret bedelini vermekten kurtulmaya sebep olmayıp, ızdırar zail olduktan sonra o kimsenin yediği şey ödettirilir.

33-"Alınması memnu' olan şeyin, verilmesi dahi memnu' olur."

            Meselâ: Rüşvet almak, alan hakkında memnu' olduğu gibi, rüşvet vermek dahi veren hakkında memnu'dur. Keza; ücreti naime de bu kabildendir.

           Nâime: Ücret mukabilinde, ölünün evinde ve cenazenin arkasından onun iyiliklerini söyleyerek ve bağırarak ağlayan kadına denir ki; bu da şer'an memnu'dur. Bu fiil için de ücret almak gibi vermekte caiz değildir.

34-"İşlenmesi memnu olan şeyin istenmesi dahi memnu olur."

          Yani, bir şeyin işlenmesi yasak olduğu halde o şeyin yapılmasını istemek, yapılmasına vasıta ve alet olmak dahi memnudur.

            Meselâ: Bir kimsenin başkasına eziyet, mal veya canına zarar vermesi ve rüşvet alması ve yalan yere şahitlik yapması memnu' fiillerden olduğu gibi, bunları başka bir kimseye yaptırması veya buna teşvik veya icbar etmesi, yâni böyle bir fiili işlemesini o kimseden istemesi dahi memnû'dur. Nasıl ki o fiili yapması kendisi için yasak ise başkasına yaptırması dahi caiz değildir.

 35-"Adet muhakkemdir."

            Yâni, hükmü şer'îyi ispat için örf ve âdet hakem kılınır.

           Meselâ: Madûmu bey' yani bir ağacın henüz belirmemiş meyvesi gibi, mevcut olmayan şeyin satılması bâtıldır. Fakat memleketin her tarafında halkın örf ve teamülüne binâen istisna' (sipariş) ve selem (para peşin, mal veresiye) gibi muameleler caiz görülmüştür. Bunlar ve emsali muamelelerin mâadasında nassa istinat eden mezkur madde hükmüyle amel olunmuştur.

36-"Nass'ın istimali bir hüccettir ki, anınla amel vacip olur."

           Yâni; insanların istimali (halkın şer'i icaplara uygun olan örf ve adetleri) bir huccettir ki; ihtiyaç hâsıl olunca ona müracaat ve onunla amel vacip olur.

          Meselâ: Bir kimse bir marangoza eni boyu ve genişliği ve diğer vasıflan söylenerek bir kayık yapmak üzere pazarlık etse istisna' (sipariş vermek) akdedilmiş olur. Her ne kadar vücudu olmayan bir şeyin satışı memnu ise de halkın istimali kendisiyle amel vacip olan bir hüccet olduğundan istisna' muamelesi tecviz olunmuştur.

.37-"Adeten mümteni olan şey, hakikaten mümteni gibidir."

           Yâni;  akıl ve adete göre mümkün olmayan ve varlığı tasavvur olunmayan şey hakikatte yok gibidir.

          Meselâ: Bir kimse kendisinden yaşça büyük veya nesebi bilinmekte olan biri hakkında "bu benim oğlumdur" diye iddia etse, davası dinlenmez. Çünkü yaşı daha büyük olan kimse için oğlumdur demek aklen ve nesebi belli olmayan kimse hakkında oğlumdur demek de âdeten, mümkün değildir

38-"Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz."

         Yâni; nass ile sabit olmayan ve ahkamı asliyeden bulunmayan bir kısım cüzi hükümler, zamanın değişmesiyle değişebilir. Yoksa kati nasla sabit olan hükümler zamanın tegayyürü ile değişmez.

          Meselâ: Daha önceki fukahânın reylerine göre satın alınacak evin bir odasını görmek kâfi olup, müşterinin diğer odaları sonradan görmesinde hıyarı rü'yet (görme muhayyerliği) yoktur. Daha sonraki fıkıh âlimlerinin reylerine göre ise evin her odasını görmek lazım olup bütün odaları görünceye kadar muhayyerlik devam eder. Bu değişme delil ve hüccete dayanan bir hükme müteallık olmayıp belki inşaat hakkında örf ve adetin ihtilafından doğan bir haldir ki, evvelki zamanlarda evlerin odaları bir tarzda ve aynı büyüklükte yapıla geldiğinden birini görmekle hepsini görmüş sayılmakta iken, sonraları evlerin inşaat tarzı değiştiği için her odasını görmek lazım gelmiştir.

39-"Âdetin delaletiyle manâyı hakîki terk olunur."

          Yâni,  ilmî beyan âlimlerine göre tarîki beyan üçtür.  Bir lafızdan hakikat, mecaz ve kinaye olarak, üç surette mânâ çıkarılır. Usul âlimlerine göre de sözün kinayesinden bazısı hakikat ve bazısı mecaz olduğundan beyanın biri hakikat diğeri mecaz olmak üzere iki yolu vardır. Onbirinci maddenin izahından anlaşılacağı üzere hakikat asıldır. Mecaz ise hakikatin halefidir. Hakiki mana ifade olunmak istenmediğine bir karine bulunmadıkça mecaza hamlolunmaz. Fakat hakikî mananın anlaşılması pek güç olduğu veya adet ve şeriat icabı bırakılmış ve kullanılmaz halde bulunmak gibi bir karine mevcut bulunduğu takdirde mecaz manasına hamlolunur.

         Meselâ: Bir kimse "falanın evine ayağımı basmam" diye yemin etse, hakiki manası olan mücerret eve ayağını basma keyfiyeti âdete uygun görülmediği cihetle, sebebi söyleyip müsebbebi irade yoluyla mutlaka o eve girilmesi ifade olunmuş olur. Ve yemin eden adam o kimsenin evine girmeyip yalnız ayağını atarsa yeminini bozmuş olmaz. Fakat gerek yalınayak, gerek ayakkabıyla olsun gerek yayan ve gerek hayvan veya insan sırtına binmiş olarak girmiş bulunsun yemin eden mutlaka o kimsenin evine girmekle yeminini bozmuş olur.

40- "Âdet ancak, muttarit yahut galip oldukta muteber olur."

         Bu maddeye müteferrî olarak paranın cins ve miktarı zikrolunup nev'i ve vasfı söylenmeyerek, pazarlık yapılsa akdin icra olunduğu mahallin en çok revaçta olan nakdi üzerine pazarlık yapılmış addolunur.

           Meselâ: Osmanlı altınının diğer altınlardan ziyade sürümlü olduğu bir memlekette paranın nev'ini tayin etmeyerek şu kadar altına bir mal satın alan kimse, Osmanlı altını vermeye mecbur olur.  Bunun gibi memleketimizde hâlen lira üzerine pazarlık olunmuş olsa, Lira tabiri kâğıt Türk parasına masruf olur. Çünkü rayiç olan yani halk arasında alış-verişte semen ve bedel, evrakı nakdiyye (kağıt para) dır. Ancak akidde âdetin hilafı açıklanmış ise veya buna bir karine varsa bu sarahat ve maksada itibar olunur. Zira sarahat karşısında delalete itibar yoktur. Meselâ, altınla yapılan pazarlıkta rayici çok olandan başka Fransız altını gibi diğer bir nev'i altun zikir ve tasrih olunmuş olsa bu tasrih edilen nevi verilmek lazımdır.                                ,

41- "İtibar gaalib-i şayia otup nadire değildir.'

         Meselâ; Mefkûdun yâni, gaib olup hayatta veya ölmüş olduğu bilinmeyen kimsenin doksan yaşını ikmal etmiş olması halinde ölümü ile hükmolunması bu asla müteferridir. Şöyle ki, mefkûd doğum tarihinden itibaren doksan yaşını bitirmiş olduğunda hakikaten ölümü sabit olmasa bile hâkim o kimsenin ölümü ile hükmederek mallarını varisleri arasında taksim edebilir. Zira galip ve şayi olan insanın bu yaşa gelmeden evvel ölmesidir. Gerçi bundan fazla yaşayan ve 120 yaşına gelen bulunursa da bu nadir olmakla, yani az kimsenin bu kadar yaşadığı görülmekle, buna itibar olunmaz.

          Bunun gibi buluğ yaşının müntehâsı olan 15 yaşını bitirmiş olan kimse hükmen baliğ sayılır. Zira buluğ eseri ve alametlerinin bu müddet içinde görülmesi galiptir. Yani çok kimselerde vakidir.

          Bazı kimselerde gecikerek 16-17 yaşlarına kadar buluğ eseri görülmediği vâkî olursa da bu gecikmeye nadiren tesadüf olunur. Ve bu suretle galibi şayia itibar olunup, nadire itibar olunmaz.

42-"Örfen mâruf olan şey, şart kılınmış gibidir."

           Meselâ: Bir kimse (bir hana inse) veya bir hamama girse veyahut dellala bir mal sattırsa ücret konuşmamış olsa bile ücret verilmesi maruf ve mutad olmakla ücret şart kılınmış gibi olduğundan her birinin ücretini vermesi lazım gelir.

43- "Beynel tüccar mâruf olan şey, aralarında meşrut gibi­dir."

          Yâni; bu kaide yukarıdaki kaideye dahil ise de ticaretin ehemmiyetine binâen ayrıca tasrih edilmiştir. Bu kaideye binaen tacirler birbirleriyle alış-veriş ettiklerinde örf ve adet olan şeyi açıkça söylemeseler bile, söylemiş sayılırlar.

           Meselâ: Peşin veya veresiye hususunda hiçbir şey zikredilme­den tacirin birisi diğer tacirden bir mal satın alsa parasını peşin vermek lazım gelir. Ancak satın alınan malın semeninin tamamı veya bir miktarı hafta veya aybaşında ödenmekte olduğu o beldede tüccarlar arasında mâruf ise, satıcı bu semeni fılhal isteyemez.

44-"Örf ile tayin nas ile tayin gibidir."

            Meselâ: Bir beldede birisi, diğerine "bana süt al veya bana et al" dese orada mâruf olan süte ve ete hamlolunur. Bilâhare, benim kasdım şu süt veya şu et idi diyemez. Keza; mutlak olarak ariyet alınan bir han odasında oturabilir veya içine emtia konulabilir. Yoksa içinde demircilik edilemez. Çünkü bu ariyet adet ile mukayyeddir.

45-"Mâni ve muktezi tearuz edince mâni takdim olunur."

          Meselâ: Bir kimse bir şahsı evvelâ hata yoluyla cerh, sonrada kasden katl etse; hakkında kısas terk olunur. Çünkü hata kısasa manî, kasd ise muktezîdir.

Bu kaidenin bazı müstesnaları vardır. Ezcümle: Bir müslüman cünüb iken şehit olsa gaslolunur. Hâlbuki cünüblük hâli guslü muktezî, şehâdet hâli ise, gasle manidir.

46-"Vücudda bir şeye tabi olan, hükümde dahi ona tabi ohır."

         Meselâ: Bir gebe hayvan satılınca karnındaki yavrusu dahi ona tebean satılmış olur.

47-Tabi olan şeye ayrıca hüküm verilmez."

          Meselâ:  Bir hayvanın karnındaki yavrusu ayrıca satılmaz.

48-"Bir şeye malik olan kimse, o şeyin zarûriyyatından olan şeye dahi malik olur."

         Meselâ: Bir haneyi satın alan kimse, haneye ulaşan yola dahi malik olur.

                Kezâlik: Bir yere malik olan, o yerin ma fevkına (üstüne) vel ma tahtına (altına) da mâlik olur. Ve o yerde dilediği gibi tasarruf edebilir.

49-"Asıl sakıt oldukta, feri dahi sakıt olur.

         Aslın beraeti kefilin de beraetini mûcib olur.

        Meselâ:  Bir kimse borçlunun zimmetini ibra etse kefilin zimmeti dahî beri olup, alacağı olan meblağı kefilden de isteyemez.

50-"Asıl sabit olmadığı halde fer'in sabit olduğu vardır."

         Meselâ: Bir kimsenin "filanın filana şu kadar borcu vardır, ben dahi ona kefilim" dese ve asilin (borçlunun) inkârı üzerine alacaklı, alacağını iddia etse parayı kefilin vermesi lâzım gelir.

51-"Sakıt olan şey avdet etmez."

        Meselâ: Alacaklı, alacağını borçluya hibe ettikten sonra bu hibeden rucû edemez. Zira alacak borçluya hibe edilmekle hemen borç sakıt olur ve sakıt olan şey ise avdet etmez.

52-"Bir şey bâtıl oldukta anın zımnındaki şey de batıl olur."

        Meselâ: Bir kimse diğer birine "ben kanımı sana şu kadar liraya sattım beni öldür" deyip de o kimse onu bu suretle öldürse katile kısas lazım gelir. Zira böyle satış batıl olmakla onun zımnındaki kendini öldürmeye izin vermesi dahi batıl olur.

       Bunun gibi: Bir dâvanın tarafları, aralarında sulh olup bu sulh zımnında her biri diğerin zimmetini ibra ederek bu surette bir sulhname tanzim ve imza olunduktan sonra bu sulhun herhangi bir sebeple bâtıl olduğu tahakkuk etmiş olsa onun zımnındaki ibra dahi batıl olmakla davacı sulhdan evvelki davasına rucû edebilir.

53-"Aslın ibkâsı (veya îfası) kabil olmadığı hâlde bedeli îfâ olunur."

        Meselâ: Gasb edilmiş olan bir malın sahibine aynen reddi asıl olduğundan aynen mevcut oldukça kendisinden gasp olunan kimseye ayniyle geriye verilmek lazım gelir. Buna usul ıstılahında "eda'yı mahz'ı kâmil" derler. Fakat gasp olunan mal telef veya kayıp olup da aslın ifası yani sahibine aynen red ve teslimi kabil olmadığı halde bedeli ödenir. Şöyle ki eğer gasp olunan mal huliyyat (zinetler) ve hayvanat gibi kıyemiyyattan ise gâsıp gasp ettiği yer ve zamandaki kıymetini ve eğer hububat sebze ve meyve gibi misliyyattan ise mislini vermesi lazım gelir. 

54-"Bizzat tecviz olunmayan şey, bittebâ tecviz olunabilir."

          Meselâ: Bir kimse kendi arsasına diğerinin arsasından geçme hakkı (mürur hakkı) olup da o kimse sahip olduğu arsasını satmayıp yalnız diğerinin arsasındaki mürur hakkını, bir şahsa satsa bey' sahih olmaz. Çünkü mürur hakkı arsaya tâbi' olduğundan tâbi' olan şeye ayrıca hüküm verilmeyeceğinden bizzat mürûr hakkını satmak caiz olmaz. Fakat mürur hakkını arsa ile beraberi satarsa caiz olur. Zira bizzat tecvîz olunmayan şey bittebeâ' tecviz olunabilir.

55-"İbtidaen tecviz olunamayan şey bakâen tecviz olunabilir."

          Yâni, bazı akid ve muameleler vardır ki, ibtidaen işlenmesi memnu' olduğu halde netice itibariyle emr-i vâkî' halinde zuhur etmiş ve böylece kalmasında ehemiyetli bir mahzur görülmemiş bulunursa fesih ve ibtal olunmayıp haliyle ibka olunur.

         Meselâ: İki çocuğun şehâdeti ile akd-i nikah sahih değil iken bunlar baliğ olduktan sonra şehâdet etseler sahih olur.

56-"Beka, ibtidâdan esheldir.'

Yâni, bir şeyin devam ve bekası, ilk defa husulünden kolaydır. Bu kaide, "İbtidaen tecviz olunmayan şey bekâen tecviz olunabilir" kaidesinin aslı ve delili mesabesindedir.

       Meselâ: Bir kimse bir arsayı müstekillen kendi malı olmak üzere bir diğerine tamamen hibe ve teslim etse ve sonra bir şahıs hibe olunan bu arsanın yan şayi' hissesi kendi malı olduğunu isbat ederek bu yan şayi' hisseyi zabt etse, hibe bâtıl olmayıp arsanın geri kalan yan şayi' hissesi hibe edilende kalır.

57-'Teberru' ancak kabz ile tamam olur."

       Yâni, bir şeyin temlik olunması ancak o şeyin teberru olunan şahıs tarafından kabz olunması ile tamam olur.

       Meselâ: Bir adam birine bir şey hibe veya hediye veyahut tasadduk etse kablel kabz (hibe olunan şeyi almadan önce) hibe, hediye veya sadaka tamam olmaz. Zîrâ teberru kabzdan evel tamam olsa, teberru eden şahıs, bağışlamak istediği şeyin teslimini dahi teahhüd etmiş gibi, o şeyin teslimi ile ilzam olunmayı iktizâ ederdi, bu ise caiz değildir. Binaenaleyh kabzden evvel vâhib veyahut mevhubunleh vefat etse hibe batıl olur.

58-"Raiyye, yâni tebea üzerine tasarruf maslahata menuttur."

        Yâni, devletin bilcümle tebeası üzerine velayet ve nezaret-i âmmesi olduğu cihetle umuma ait işlerin düzenlenmesi hususunda gerek devlet ve gerekse fertlerin menfaati iktizası olarak işlerin icab ettiği veçhile yürütülmesi mülâhaza edilir.

         Meselâ: Bir kimse hiç varisi olmadığı halde ölse, bütün terekesi hazineye ait olur. Eğer başkası tarafından öldürülmüş ise, velayeti ülül'emre yâni, devlet reisine ait olduğundan, maslahat-ı âmme mülâhazası ile katilin kısas sureti ile öldürülmesi veyahut katilin rızası ile hazine için diyet alınması suretlerinden herhangi birisinin icra olunması hakkındaki (devlet reisinin) emri yerine getirilir.

59-"Velâyet-i hâssa velâyet-i amme'den akvâdır."

         Velayet: İster razı olsun ister olmasın başkası üzerine tasarruf etmektir.

         Meselâ: Vakfın mütevellisinin velayeti, hâkimin velayetinden, akvadır. Bu cihetle vakfın mütevelli veya nazırı var iken hakim vakfın malında tasarruf edemez. Lakin mütevelli veya nazırın hıyaneti görülürse hâkim bunu azl ile diğerini tayin edebilir.

60-"Kelamın imali, ihmalinden evlâdır."

           Yâni, bir kelamın bir mânâya hamli mümkün oldukça ihmal olunmamalıdır.

         Meselâ: Bir vakfiyedeki evlad tabiri, sulbiye (öz evlad) yok ise ahfada (torunlara) hamledilerek mühmel sayılmaz.

61-"Manayı hakiki, müteazzir olduğunda mecaza gidilir."

          Meselâ: Bir kimse, "ben şu ağaçtan yemem" diye yemin etmiş olsa eğer o ağaç şeker kamışı gibi aynen yenilir şey ise, hakiki mana müteazzir olmadığından bu söz hakiki manaya hamlolunarak, yemin o ağaca masruf olur. Binâenaleyh şeker kamışını yerse yeminini bozmuş olur. Eğer aynen yenilir şey olmayıp, portakal, zeytin ve elma ağaçlan gibi meyvesi yenilirse yemin meyvesine masruf olur. Şayet çam ve servi ağacı gibi meyvesi dahi yoksa yemin, ağacın semenine yani satış bedeline mahmul olur.

62-"Bir kelamın imali mümkün olmazsa ihmal olunur."

     Yâni, bir kelamın hakiki ve mecazi bir manaya hamli mümkün olmaz ise mânâsız bırakılır.

       Meselâ: Bir kimse oğlu için, "bunu oğulluktan çıkardım. Benim oğlum değildir" demiş olsa, manasız bir söz söylemiş olur. Çünkü babalık ve oğulluk tabii bir vakıadır. Bu münasebet bertaraf edilemez. Söz, mirastan iskat gibi bir manaya da hamlolunmaz.

63-"Mütecezzî olmayan bir şeyin bazısını zikretmek, küllünü zikir gibidir.

     Yani, küllünü zikretmek ne gibi bir hüküm ifade ederse bazısını zikir de aynı hükmü ifâde eder.

      Meselâ: Bir maktulün varisi, katilin bazısını kısastan affetse, kısas bilkülliye sakıt olur. Çünkü kısas kabili tecezzi değildir.

64-"Mutlak ıtlakı üzere cari olur. Eğer nassen yahut delaleten takyid delili bulunmazsa."

        Meselâ: Bir kimse diğerine  "benim için bir at al, parasını vereyim" dese, herhangi bir vasıfta at almağa vekil kılmış olur, Ama, "benim için bir kırat at al" demiş olsa, "kır" kaydı ile mukayyed olarak o vasıfta at almağa vekil yapmış olur.                        

65-"Hazırdaki vasıf lağv, gaibdeki vasıf, muteberdir."

        Meselâ: Bayi' (satıcı) satış yerinde mevcut olan ata işaretle cins ve vasfını beyan ederek "şu yağız atı şu kadar liraya sattım dese", işaret olunan şey ismi beyan olunan at cinsinden olmakla, icabı muteber olup vasfı, yani yağız tabiri lağvolur. Çünkü hazırdaki vasıf lağvdır.

       Buna binaen satan kimsenin bu icabı üzerine müşteri, o mecliste kabul ederse satış akdi lazım olur. Amma meydanda olmayan bir kır atı yağız diye satsa gaibdeki vasıf muteber olmakla bey' (satış) mün'akid olmaz. Zira yukarıda beyan olunduğu üzere meydanda olmayan bir şeye işaret mümkün olmadığı cihetle, gaib hakkında her halde tesmiye ve tavsif muteberdir. Gözle veya muayene ile anlaşılamayan vasıflar dahi hazır olmayan şeylerdeki vasıflar gibi muteber olur.

66-"Sual cevabda iade olunmuş addolunur."

       Yâni, cevap veren kimse tarafından tasdik olunan bir sualde ne denilmiş ise, cevap veren kimse tasdik etmekle aynen onu söylemiş hükmündedir.

        Meselâ: Bir kimse hâkim huzurunda birinden, "benim senin zimmetinde, sattığım mal bedelinden şu kadar lira hakkım vardır, onu isterim" diye dava edip hâkimin davalıya "bu kimsenin sende mal bedelinden şu kadar lira alacağı var mıdır"? Sorusuna karşı davalı cevabında "evet", yahut "vardır" demiş olsa dâva olunan meblağı ikrar etmiş yani davacı olan bu kimseye "satış bedelin­den zimmetimde o kadar lira borcum vardır" demiş olur.

67-"Sâkite bir söz isnad olunmaz. Lakin marazı hacette sükût beyandır."

       Yani, sükût eden kimseye "şu sözü söylemiş oldu" denemez. Lakin söylenecek yerde sükût etmesi ikrar ve beyan addolunur.

     Meselâ: Bir yabancı, bir şahsın malını huzurunda fuzulî ola­rak satmakla, o şahıs sükût etse o yabancıyı satışa vekil etmiş olmaz. Çünkü sâkittir ve söylemek mecburiyetinde değildir. Ancak, söyleyecek yerde susarsa, ikrar etmiş olur.

      Meselâ: Peşin satışta müşteri parayı tamamen ödeyinceye kadar bayi'in satılan şeyi alıkoymaya hakkı vardır. Fakat müşteri malı alırken satıcının görüpte men etmeyerek sukut etmesi, müşterinin almasına izin vermektir. Ondan sonra malı, para ödeninceye kadar alıkoymak üzere geri almaya salahiyeti kalmaz.

68-"Bir şeyin umuru batınada delili, o şeyin makamına kaim olur."

        Yâni, hakikatini anlamak güç olan bâtını emirlerde delili zahirisiyle hükmolunur.

     Meselâ: Bir kimse satın aldığı bir hayvanın ayıbına muttali olduktan sonra tedavisinde bulunsa veya satılığa çıkarsa ayıbına razı olduğuna hükmolunur. Çünkü ayıba rıza, bâtını emirlerdendir Bunun delili zahiriyesi olan tedavi ile veya satılığa çıkarmakla ıttıla hasıl olmuş olur.

69-"Mükâtebe, muhâtebe gibidir."

       Yâni, yazı ile beyan, söz ile beyan gibidir.

Mükâtebe: Mektuplaşma

Muhâtebe: Hazır olan kimselerin birbirine söz söylemeleri demektir.

      Meselâ: Bir tacir muamelede muteber defterine birine borcu olduğunu yazar veya müteveffa hayatında usûlüne uygun bir vasiyetname tanzim eder, yahut elinde bulunan bir mal hakkında, "bu mal filanındır", bende emanettir diye yazıp bırakırsa bu yazılara istinad olunabilir. Çünkü bunların delil olmak üzere yazıldığı aşikârdır.

70-"Dilsizin işaretli ma'hudesi, lisan ile beyan gibidir."

İşaret: Azadan bir uzuv ile bir şey göstermektir-

Ma'hud: Erbabı yanında malum demektir.

      Meselâ: Dilsiz ma'hud işareti ile bir malı birine hibe veyahut bir kadını tezevvüç veyahut karısını tatlik veya bir şahsı ibra yahut vasiyet eylese bütün bunlar muteberdir.

71"Tercümanın kavli her hususta kabul olunur."

       Yâni, tercümanın sözü, tercüme olunanın sözü gibidir. Şöyle ki, hâkim iki hasımdan birinin veya şahitlerin lisanına vakıf bulunmazsa tercüman vasıtasıyla muhakeme eder. Tercümanın bir şahıs olması İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusufa göre kâfidir. İmam-ı Muhammed'e göre iki olması lazımdır.

72-"Hatası zahir olan zanna, itibar yoktur."

        Yâni, hata olduğu bilinen zanna itibar edilmez.

      Meselâ: Bir adam birisine borcum var zannıyla bir şey verse ve sonradan borcu olmadığı anlaşılsa verdiğini geri alabilir. Zira her kim kendisine vacip olmayan bir şeyi verirse onu geri alabilir. Ancak hibe yoluyla vermiş ve hibe edilen de onu kullanarak tüketmiş ise veya sadaka olarak vermiş ise onu geri alamaz.

73-"Senede müstenid olan ihtimal ile hüccet yoktur."

       Yâni, delilden neş'et eden bir ihtimal ile karşılaşan bir hüccet ile amel olunamaz.

     Meselâ: Bir kimse veresesinden birine şu kadar lira borcu olduğunu ikrar ettiği takdirde, eğer marazı mevtinde ise diğer verese tasdik etmedikçe, bu ikrar hüccet değildir. Zira diğer vereseden mal kaçırma ihtimali marazı mevte müstenittir. Ama hâli sıhhatinde ise ikrarı mû'teber olur. Ve o halde ihtimali, müsencid bir nevi' tevehhüm olduğundan ikrarın hücceti olmasına mâni olmaz.

74-"Tevehhüme itibar yoktur."

       Yâni, delile müstenid olmayan mücerred ihtimal muteber değildir.

      Meselâ: Bir kimse satın aldığı bir malın başkasına ait olduğunu tevehhüm etmekle kefil vermesi için satıcıyı icbar edemez.

75-"Burhan ile sabit olan şey, ayanen sabit gibidir."

      Burhan; Beyyine-i âdile, yâni kuvvetli delildir.

     Meselâ; İkrar ile veya şehadet ile sabit olan bir borç, ıyânen yani şüphesiz açıkça görülmüş gibi sabit olur. İnkâr edilen bir ikrarın şehadetle sübûtu da bu kabildendir.

76-"Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir."

     Beyyine: Lugatta, vazıh (açık) ve aşikâr olan şeye denir. Hüccet ve burhan manasına da ıtlak olunur.

      Yâni, davasını isbat edecek şehadeti, hücceti kaviyyeyi ikâme etmek hakkı, müddeîye (davacı) aittir. Beyyine bulunmayınca Allah'ın ismiyle yemin etmek hakkı da münkire aiddir.

       Meselâ: Davacı tarafından iddia olunan şeyi davalı inkâr ederse, hâkim davacıdan beyyine ister. Davacı delil göstererek davasını isbat ederse hâkim onun lehine hükmeder. Delil gösteremediği takdirde davacının isteği ile hâkim davalıya yemin teklif eder. Davalı yemin ederse yahut davacı yemin verdirmez ise hâkim davacıyı bilabeyyine muarazadan meneder. Davalı yeminden kaçınırsa hâkim davalının aleyhine hükmeder.

 77-"Beyyine,  hilafı zahiri isbat için, yemin aslı ibkâ içindir."

       Meselâ: Bir kimsenin kullanmak üzere birisinden ariyet almış olduğu bir at o kimsenin elinde telef olsa ve atı veren (muir), "ben sana bir hafta kullanmak üzere vermiştim, sen on gün kullandın ve senin elinde öldü, tazmin edeceksin "diye dava edip hayvanı alan (müsteîr) dahî, "Sen öyle bir takyid ve müddet tayin etmemiştin, mutlak olarak iare etmiştin", diye iddia etmiş olsa, hayvanı alan müsteîrin mutlak beyyinesi tercih olunur. Musteîr, davasını isbat edemediği ve muîrin dahi beyyinesi olmadığı takdirde söz, yemin ile muîrin olur. Çünkü ariyetle ıtlak aslın hilâfınadır. Beyyine ise hilafı zahiri isbat ve yemin aslı ibkâ içindir.

78-"Beyyine, huccet-i müteaddiye ve ikrar,    huccet-i kâsıradır."

    Beyyinenin hüccet olması hâkimin hükmü iledir. Hâkimin ise velayeti ammesi bulunduğundan beyyine,yalnız üzerine hükmolunan hakkında hüccet olmayıp başkaları hakkında da bir huccettir. Bu cihetle bir hucceti müteadiyedir.

     İkrarın hüccet olması ise ikrar edenin zu'muna mebnidir İkrar edenin zu'mu ise kendisinden başkası hakkında hüccet olmaz. Bu cihetle ikrarda ikrar edenin şahsına mahsus bir hücceti kâsıradır.

       Meselâ: Bir nesep beyyine ile sabit olsa hüküm bütün insanlara sirayet eder. Artık bunun hilafına dava ve şehadet dinlenemez. Fakat bir şahsın mücerred ikrarı ile sabit olan bir nesebin hilafına beyyine ikame edilebilir.

79-"Kişi ikrarı ile muâhaza olunur."

      Yâni, şer'an sahih ve muteber olan ve hâkim tarafından tekzib olunmayan ikrar ile ikrar eden kimse muâhaze ve onunla ilzam olunur. Çünkü ikrar da beyyine gibi hüccettir.

      Meselâ: Bir kimse "falan şahsa şu kadar lira borcum vardır" dedikten sonra, "ikrarımdan rücu ettim" demesine itibar olunmayıp ikrarı ile ilzam olunur.

80-'Tenakuz ile hüccet kalmaz. Lakin mütenakızın aleyhi­ne olan hükme halel gelmez"

       Tenakuz. İki sözden her biri diğerini nakz ve ibtal eder surette bulunmaktır. İki mütenâkız yani birbirine zıt olan iki sözden hiçbiri hüccet olamaz.

       Meselâ: Şahitler, şehadetlerinden rücu' ile tenakuz ettiklerin de, şehadetleri hüccet olmaz. Lakin evvelki şehadetleri üzerine hâkim hükmetmiş ise bu hüküm dahi bozulmaz. Mahkumunbihi, şahitlerin tazmin etmesi lazım gelir. Çünkü şahitlerin ikinci sözleri yani rücu'ları doğruluğa delâlet etmekte evvelki sözleri olan şehadetleri gibidir.

81-"Şartın sübutu indinde ona muallak olan şeyin sübutu lazım olur."

      Yâni, şarta bağlanması sahih olan hukukî tasarruflardan biri şarta ta'lik olunduğu takdirde, şartın sübutu halinde ona ta'lik edilmiş olan tasarrufun dahi subûtu lazım olur.

       Meselâ: Bir kimse falan adam senin malını çalarsa ben tazmin ederim dese, kefaleti muallaka olur. Yâni, "Ben tazmin ederim" cümlesinin mazmunu olan, tazmin etmek ve kefaletin meydana gelmesi, o adam senin malını çalarsa cümlesinin mazmunu olan o adamın çalmasının vukuuna bağlanmış olur. Şartın yani, çalma hadisesinin sabit olması halinde ona ta'lik olunmuş olan şeyin yani zaman ve kefaletin sübutu lâzım gelir.

82-"Bikaderilimkan şarta riayet olunmak lazım gelir."

      Yani, hukuken muteber olan şarta riayet (o şartın icabına göre amel olunmak) mümkün olduğu kadar lazım gelir.

      Meselâ: Bir malı parası şu kadar gün müeccel olmak üzere veya olmak şartıyla satmak bu kabildendir. Maamafih bu şart akid esnasında bulunmalıdır. Akidden sonra dermeyân edilen bir şart muteber değildir. Bir malı sattıktan sonra parasının müeccel olduğunu şart koşmak gibi.

83-"Vaadler sureti taliki iktisab ile lazım olur."

      Meselâ: "Sen bu malı falan adama sat. Eğer parasını vermezse ben veririm" dese ve malı alan akçeyi vermese bu vaadi eden kimsenin parayı vermesi lazım gelir. Çünkü "ben veririm" demesi vaaddir. Lâkin mücerred değildir. Belki bu adamın vermemesine ta'lik olunmuştur. Eğer vermemesi tahakkuk ederse böyle diyen kimsenin vermesi lâzım gelir. Ve bu sözü, kefaleti icab eden sözlerden olur.

84-"Bir şeyin nef i zamanı mukabelesindedir."

      Yâni, bir şey telef olduğu takdirde o şeyin hasarı kime âit ise onun zamanında demek olup o kimsenin bu veçhile zamanı o şey ile intifâa mukabil olur.

        Meselâ: Hıyarı ayb ile red olunan bir hayvanı, müşteri kullanmış olmasından dolayı bayi' ücret alamaz. Zira kabler-red telef olsaydı hasarı müşteriye aid olacaktı.

         Kezalik, bir kimse kiraladığı bir beygire binerek adeti tecavüz etmeksizin mutad olan yerden muayyen mahalle giderken, hayvan yolda düşüp telef olsa o kimseye yalnız ücret lazım gelir. Tazminat lazım gelmez. Zira bir şeyin nefi zamanı mukabelesindedir.

85-"Ücret ile zaman müctemî olmaz."

        Yâni, bir sebepten dolayı bir mahalde ücret ve tazminat birlikte lazım gelmez. Zira tazmin eden kimse tazmin etmekle tazmin ettiği şeye malik olur. Malik olduğu şey için bir kimseye ücret lazım gelmez.

        Meselâ: Bir kimse diğer birinin öküzlerini gasb suretiyle alıp bir miktar çift sürmekle öküzler zaif ve halsiz düşerek kıymetleri noksanlaşmış olsa, sahibi öküzlerin noksan kıymetlerini gasb edene tazmin ettirir. Fakat gâsıbdan çift sürdüğü zamana ait ücret taleb edemez. Çünkü ücret ile tazminat birlikte bulunamaz.

86-"Mazarrat menfaat mukabelesindedir."

        Yâni, bir şeyin menfaatine nail olan onun mazarratına (zararına) mütehammil olur.

      Meselâ: İki komşu arasında müşterek bir duvarın yıkılmasından korkulursa her iki komşu bunu müştereken yaptırmaya mecbur olurlar. Zira bu duvarın menfaati her ikisine aittir.

87-"Külfet ni'mete ve ni'met külfete göredir."

       Yâni, çekilen külfet ne nisbette ise ondan görülecek menfaat da o nisbettedir.

      Meselâ: Müşterek bir mülk tamire muhtaç olunca sahipleri hisselerine göre bil iştirak ta'mir ile mükelleftirler. Zira müşterek mülkün kirasından ve sair menfaatlerinden ortaklar hisseleri nisbetinde faydalandıkları gibi tamir masrafları da hisselerine göre olur.

88-"Bir fiilin hükmü failine muzaf kılınır ve mücbir olmadıkça amirine roııraf kılınmaz."

      Fiilin hükmü, tazmin mükellefiyeti gibi o fiil üzerine terettüb eden eserdir. Failin fi'li üzerine terettüp eden hüküm o faile nisbet olunur. O fiili, faile emreden kimse icbar etmiş olmadıkça emredene nisbet olunmaz.

      Meselâ: Bir kimse başkasına "sen filanın malını telef et" diye emretse, o şahısta bu emir veçhile telef etse tazminat bu şahsa lazım gelir. Yoksa âmire lazım gelmez. Zira başkasının mülkünde tasarrufla emir batıldır. Ancak âmir, mücbir olup ikrahı muteber ile icbarda bulunmuş olursa tazminat, o şahsa değil âmire lazım gelir.

89-"Mübaşir, yani, bizzat fail ile mütesebbib müctemî oldukta hüküm, faile muzaf kılınır."

     Mübaşir: Bir kimsedir ki; fi'li ile telef arasına ihtiyarî bir fiil girmeksizin kendi fiili ile telef hâsıl olmuş olur.

     Mütesebbib: Bir kimsedir ki, kendi fi'li telefi meydana getirip ancak fi'li ile telef arasına diğer bir fiil girmiş bulunandır.

      Nitekim, asılı bir kandilin ipini kesmek, kandilin yere düşüp kırılmasını meydana getiren sebep olmakla,  ipi kesen kimse mübaşereten ipi kesmiş ve tesebbüben kandili kırmış olur.

     Meselâ: Birinin umûmî yolda kazmış olduğu kuyuya diğeri, birinin hayvanını atarak telef etse o kimse tazmine mecbur olup, kuyuyu kazan kimseye tazminat lazım gelmez.

90-"Cevaz-ı şer'i, zamana münafî olur."

      Yâni, şer'i cevaz bulunan yerde tazminat olmaz.

      Meselâ: Bir adamın kendi mülkünde kazmış olduğu kuyuya, birinin hayvanı düşüp telef olsa zararı tazmin lazım gelmez. Zira kendi mülkünde kuyu kazmak caizdir. Cevazı şer'i ise zamana (tazmine) münâfidir.

91-"Mübaşir, müteammid olmasa da zâmin olur.'

       Meselâ. Bir kimse başkasının malını, gerek kasden ve gerek kasd bulunmaksızın telef etse, bedelini ödemesi lâzım gelir. Müteammid olduğu takdirde, hem bedelini öder hem de günahkâr olur. Fakat mübaşir olan fail, müteammid olmazsa, telef ettiği malın yalnız bedelini öder günahkâr olmaz.

92-"Mütesebbib müteammid olmadıkça zâmin olmaz."

      Bu kaide, bir zararın husulüne sebep olan fiili işleyen kimse o zararı meydana getirmek kasdıyla haksız olarak yapmış değilse, gelmez. o zararı zâmin olmayacağını ifade eder.

      Meselâ: Birinin hayvanı bir kimseden ürküp de kaçarak kayb olsa tazmin lazım gelmez. Ancak kasden ürkütürse tazmini lazım gelir.

93-"Hayvanatın kendiliğinden olarak cinayet ve mazarratı hederdir."

      Heder: Tazmin lazım gelmez demektir. Hayvanların kendiliğinden sahiplerinin tedbirsizlik ve ihmal gibi bir suretle teaddisi ve kusuru olmayarak ve sebebiyyet vermeyerek yaptıkları zarar ve ziyanları heder olur. Yâni, zarar o hayvan sahibine ödettirilmez.

       Meselâ: Bir kimse hayvanını diğer birinin mülküne onun izniyle bırakıp bir zarar meydana getirse sahibi o zaranrödemez.

Kezalik: Hayvan, sahibinin bağlamaya hakkı olan bir mahal­de bağlı olup da kendi kendine boşanarak başkasının malını telef etse sahibi, o zararı ödemez.

94-"Gayrın mülkünde tasarrufla emretmek bâtıldır."

      Milk ve mülk, gerek ayn ve gerek menfaat olsun insanın mâlik olduğu şeydir.

     Ayn, muayyen ve müşahhas olan şeydir, (ev, sandalye vb.) Meselâ, bir kimse "birisine şu malı denize at" deyip de emrettiği şahısta başkasının malı olduğunu bilerek atsa, sahibi o malı atana tazmin ettirir. Atana cebretmiş olmadıkça emredene bir şey lazım gelmez. Yani bir şey lazım gelmez. Çünkü bir kimsenin emri ancak kendi mülkü hakkında cari olur. 

95-"Bir kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın ahar bir kimsenin tasarruf etmesi caiz değildir."

       Yâni, bir kimsenin mülkünde onun izni, icazeti ve onun üzerine velayeti olmaksızın ve zaruret bulunmaksızın diğer bir kimsenin tasarruf etmesi caiz olmaz.

       Meselâ: Bir kimse diğer birinin evine onun izni olmaksızın veya zaruret bulunmaksızın giremez.

96-"Bilâ-sebeb meşru' birinin malını bir kimsenin ahz eylemesi caiz olmaz."

       Yâni, bir kimse meşru bir sebebe müstenid olmayarak diğerinin malını gasb ve sirkat yoluyla veya rüşvet olarak almış olsa o kimse o malı gasbetmiş olur.

     Meselâ: Bir kimse bir şahısta, bir hak dava edip de bir bedel üzerine müsâleha olduktan sonra o kimsenin o şahısta böyle bir hakkı olmadığı zahir olsa o şahıs, verdiği bu bedeli istirdat (geri alma) edebilir. Çünkü bu bedel gayri meşru suretle alınmıştır.

97-"Bir şeyde sebebi temellükün tebeddülü o şeyin te­beddülü makamına kâimdir."

       Yâni, bir şey, haddi zatında değişmediği halde o şeyin sebebi temellükü değişse o şey de değişmiş sayılır.

        Temellük (sahip olmak, malik olmak) esbabı üçtür. Biri beyi' ve hibedir. Diğeri irstir. Üçüncüsü de mubah bir şeyi ele geçirmektir.

        Meselâ: Bir kimse kendisine hibe edilen bir malı satsa vahib (hibe eden) hibesinden dönemez. Velev ki, o kimse bilahare o mala tekrar bir sebeple malik olsun. Çünkü sebebi mülk tebeddül etmiş olur. Keza mevhûbünleh (hibe olunan) vefat edip de hibe edilen mal varisine intikal etse vahib (hibe eden) in rücûuna mahal kalmaz.

98-"Kim ki; bir şeyi vaktinden evvel istical eyler ise mahru­miyetle muateb olur.'

       İsti'cal: Bir şeyin acele olmasını arzu etmektir.

      Meselâ: Bir kimse mirasa bir an evvel nail olmak için murisini öldürürse, maktulün mirasından mahrum olur.

99-"Her kim ki; kendi tarafından tamam olan şeyi nakz etmeğe sa'y ederse sa'yi merduttur."

     Yâni, bir kimse kendi rızası ve fiili ile tamam olan hukukî muameleyi bozmaya çalışırsa kabul olunmaz.

      Meselâ: Bir kimse falanı bütün davalardan ibra ettim veya asla hakkım yoktur diye ibra etse ibradan evvelki zamana ait olarak hiçbir hak isteyemez. Şayet isterse sözüne itibar edilmez.

 

incemeseleler.com

Ahmet Ziyâüddîn Gümüşhanevi İnanç, ibâdet, terbiye, zikir ve fikir gibi İslâm'ın önemli konularını güzel bir tarz üzere Peygamber (sav)'in veciz ve hikmetli sözleriyle açıklamakla İslâm'a büyük bir hizmet vermiştir. Onun en çok tanınan Ramüzül Ehadis kitabından derlenen 401 hadisi şerif.

MUHTASAR ZEKAT RİSALESİ

ÖNSÖZ

Kur'an-ı Kerim'in 80 küsûr yerinde; NAMAZ KILIN, ZEKÅT VERİN emr-i celîli ile, zekât namazla beraber beyan buyurulmuştur.

Resûlullah S.A.V. Allahü Teâlâ'nın hakkı ile, kulların hakkını beraber beyan buyurup, zekât ve öşür hakkında vâkî olan ilâhî hükmü cihana duyurmuş, gönüller arasında bağlantı kurmak suretiyle, karşılıklı alâka, mürüvvet ve sevgi hisleriyle kaynaşma sağlamış ve saymakla bitmeyen nice menfaatlere sebep olmuştur.

Zekât ve öşür borçlusu olan Müslüman, mal ve serveti içinde, fukara hakkı olduğunu unutmadan, onu ayırıp ehline vermeli. Aksi halde haram yemekten kurtulmaz.

Haram yemek, yalnız yol kesmek, hırsızlık etmekle olmaz; zekât ve öşür borçlarını vermeyip, fukara hakkını yemek de haramdır.

Helâl gıda ile beslemek lâzım gelen vücuda haram yedirmek, benzinli arabaya mazot koymak gibi, maddî ve mânevî sıkıntılara sebeptir...

Müslüman kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan zekât ve öşrünü lâyık olduğu yere vermekle çok şey kazanır.

 ZEKÂT

A.C.: (Habibim) Onların mallarından sadaka (zekât) al ki, bununla kendilerini (günahlardan) temizlemiş, iyi amellerini bereketlendirmiş olasın... (S. Teğabün 103)

H.Ş.: Malının zekâtını veren, şerrini defeder (heder olmaktan korur); bereketi elde eder, (her iyiliğe ulaşır). (Râmuz 2674-5)

Zekât, malla alâkalı bir ibâdettir. Senede bir defa verilir.

Zekât maddî ve mânevî temizliğe sebeptir. Zekâtı verilmeyen malın tamâmı haramdır. Haram ise ibâdet zevkine mânî olur. Haramla beslenen insan, kendisine gayri meşrû yol arar.

Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği üzere, bir kimse zekâtını ve öşrünü vermese, namazı kabul olmaz; Peygamber'e itâat etmese, Allah'a itâatı kabul olmaz; ana babasına hizmet etmese, Allah'a şürkü kabul olmaz.

 ZEKÂTTA NİSÂB

Havâic-i asliyesinden (zarurî ihtiyaçlarından) ve borcundan fazla 96 gr. (bazı kavilde 80 gr.) altını veya bu kıymette parası veya malı veya tahsili kaabil alacağı olan Müslüman, bu mala bir sene sahib olması halinde, maldan nâmî olanların (çoğalabilenlerin) kırkta birini zekât olarak vermesi farzdır.

Şu halde borç miktarını düşüp kalan kısmın zekâtını verir.

* Sene başında zekât nisâbına sahip olan kimse, malın sene sonundaki kıymeti üzerinden zekât verir. Sene boyunca malın artıp eksilmesi zekât hesabına tesir etmez. Ancak, yıl içinde mâlî durumu nisâb altına düşerse zekât lâzım gelmez. (Dürer S. 182 – İbn-i Âbidîn C.2 s. 302)

* Sabî; nisâba malik de olsa, zekât vermesi lâzım gelmez. Sabînin vasîsi onun malından zekât niyetiyle verse, tazmin ettirilir. (Nimet-i İslâm, Zekât Bahsi S.8)

* * *

HAVÂİC-İ ASLİYE (ZARÜRİ İHTİYAÇLAR)

1- Oturacak bir ev veya daire ile onun döşenmesiyle alâkalı kâfî miktarda eşya,

2- Binek hayvanı veya bisiklet, motosiklet, otomobil vs.,

3- Bir adet silâh,

4- İş elbisesi, günlük elbise ve bayramlık olmak üzere üç kat giyecek,

5- Kendisinin ve bakması üzerine vâcip olan kimselerin bir senelik nafakaları,

6- Çift sürmede kullanılan bir çift öküz, veya bir traktör ile zırâî aletler,

7- Sanatkârın âletleri,

8- Her eserden birer takımı aşmamak üzere kitaplar. (Okumasını bilmeyenlerinki hariç...)

ZEKÂT LÂZIM GELEN VE GELMEYENLER

Ticaret maksadıyla elde bulunan ev, arsa, dâire, tarla ve ziynet eşyaları zekâta tâbidir. Ticâret niyetiyle alınmamışlarsa, bunlar zekâttan muaftır.

Yemek ihtiyâcına ayrılan zahîre, oturulan dâire, işletilen dükkân, yazlık ve kışlık elbiseler, kullanılan iş âletleri, makine ve arabalar, ev eşyaları ve kitaplar zekâta tâbî değildir. Çünkü bunlar aslî ve zarurî ihtiyaç sınıfındandır.

* Ev almak için biriktirdiği paranın üzerinden bir sene geçerse zekât vermek lâzım gelir; evi olmasa da...

* Tamamı haram olan maldan zekât lazım gelmez. O mal hak sâhipleri varsa onlara, yoksa, vârislerine, onlar da yoksa fakirlere verilir. (Büyük İslâm ilmihali S 340 Madde 30)

Helâl ve haram karışık ayrılması mümkün olmayan malın tamamından zekât verilir. (Büyük İslâm ilmihali S 340 Madde 30)

TAŞINMAZ MALLARIN ZEKÂTI

Han, hamam, dükkân, dâire veya arsa, satmak kastıyla bulunuyorsa zekât lâzım gelir. Satma kastı yoksa, gelirinden zekât lâzımdır. (Dürer C.1 S. 173 – İbn-i Âbidin C. 2 S. 265)

 ALACAKLAR

Tahsili mümkün olan her alacak (kadınlar için mihr-i müeccel), mal sayılır ve zekât hesabına dahildir.

Tahsil edilmesinden ümit kesilmiş alacaklar ise zekât nisâbına dâhil edilmez. (Dürer C.1 S. 173)

SÜS EŞYASINDAN ZEKÂT

Ticâret malı olsun, olmasın her türlü altın ve gümüşten ve bunlardan yapılmış süs eşyasından zekât verilir.

Bunlardan başka süs eşyaları, ne kadar kıymetli olsa da ticâret malı değilse zekât lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn C.2 S. 173)

TİCARET MALINDAN ZEKÂT

Ticâret eşyâsının zekâtı, zekât verilecek gün alış bedelinden hesaplanır. (Büyük İslam İlmihali S. 146 Madde 42)

Tüccarlar, satılık malını senede bir defa sayıp, değerini hesap eder. Bornu düşer, alacaklarını ilâve eder ve kalan miktarın kırkta birini zekât olarak verirler.

 HAYVANLARIN ZEKÂTI

Ticâret için bulundurulan hayvanların tamamı zekâta tâbîdir.

Çift sürmek, arabaya koşmak, yük taşımakta kullanılan ve senenin yarısında paralı yemle beslenen hayvanlardan zekât verilmez.

Senenin çoğunu mer'ada geçiren koyun ve keçiden kırkta bir; koyun veya keçi, sığırda otuzda bir dana, devede ise, beş devede bir koyun zekât olarak verilir.

Hayvanın bedeli verilecekse, zekât verilen gün alış fiyatı üzerinden verilir. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 286) 

İNŞAATÇILARIN ZEKÂTI

Ticâret için olan taşınmaz mallar da zekâta tâbidir. Bu maksatla elde bulunan veya satmak için inşâ edilen dâirelerin kırkta biri, ya da günün fiyatı üzerinden maliyet bedeli, zekât olarak verilir. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 285)

ZEKÂT VERİLECEK YERLER

 Zekât, bir günlük yiyeceği olmayan "miskinlere"; bir senelik veya bir aylık zarurî ihtiyaçlarını karşılayamayacak veya ancak karşılayabilecek durumda olan "fakire"; elinde borcunu ödeyecek kadar malı bulunmayan hakikî "müflis Müslüman’a"; İslâma ve Müslümanlara kalbi ısınması istenen yahut İslâm’a zararları dokunma ihtimali olan müşrik ve kâfirlere, yani "Müellefe-i kulûb"a; "Allah için ve Allah'ın dininin yücelmesi için çalışan" her ferde, cemiyete veya kurumlara; "yolculara"; "mükâtep kölelere"; ülül-emr tarafından zekât toplamakla vazifelendirilen "âmillere"; Kur'an kurslarına, İslâm ahlâkın ve akîdesini koruyan ve devamına çalışan ilim sahiplerine verilir.

* Bir fakiri dilenmekten kurtarmak maksadıyla zekâtın hepsini ona vermek, fukaraya dağıtmaktan evlâdır. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 353)

* İyiyi-kötüyü anlayan küçük fakir çocuğa zekât verilir.

Usül ve fürûundan olmayan, ancak akrabâlık yönünden nafakası üzerine düşen yetime, zekâtına mahsûben– yenecek veya giyecek bir şey vermek câizdir. Mubah olarak fukaraya ikram edilen yemek ise –temlik şart olduğundan- zekâta mahsup edilmez. (Büyük İslâm ilmihali S. 360 Madde 90- 91)

* Düğün ve bayramlarda âdet olan hediyeleri muhtaçlara zekât niyetiyle vermek câizdir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363 Madde 104)

* Zengin birinin fakir olan hanımına ve yetişkin çocuklarına zekât niyetiyle vermek câizdir. Çünkü, yetişkin oğul babasının, kadın kocasının zengin olmasıyla zengin sayılmaz. (Dürer C.1 S. 191 Büyük İslâm ilmihali S. 362 Madde 101)

* Zengin bir kadının fakir olan çocuğuna (anasının yanında kalsa veya evli olsa dahî) zekât verilir. Çünkü anaların zenginliği ile bunlar zengin sayılmazlar.

* Fakir zannıyla zekât verilen kimse, zengin olduğu sonradan anlaşılsa, - araştırma yapılmışsa­- verilen zekât geri alınmaz. Araştırma yapılmadan verilmişse yeniden vermek lâzım gelir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363 Madde 107-108)

İLİM TALEBESİNE ZEKÂT

Din ilmi okuyan talebeye zekât verilir. Çünkü o, nefsini, kendisinin ve başkalarının istifadesi için vakfetmiştir ve çalışıp kazanmaktan âcizdir. Hâcetler de onu buna zorlamaktadır (Nimet-i İslâm 35, İbn-i Âbidîn C.2 S. 343 Tahtavî... İhya C.1 S. 614)

İlim tahsil edene ve âlime zekât verilir. Çünkü bunlar çalışmayı ilme hasrettikleri için zengin de olsalar, kazançtan mahrumdur. Hem âlimdeki paradan fakir de istifade eder. (Nimet-i İslâm S. 524 - Mültekaa şerhi Damad C.1 S. 180)

Talebeye zekât ve sadaka vermekle ilim tahsiline yardım etmiş ve ilim sevabına ortak olunmuş olur. (İhyâ İmam-ı Gazâlî Hz.)

 ZEKÂT VERİLMEYECEKLER

Kişi babasına, anasına, oğullarına, kızlarına, torunlarına, karısına ve kadın ise, kocasına zekât veremez. (Dürer C.1 S. 184)

* Gayrimüslime ve zengin kimselere zekât verilmez. (Dürer C.1 S. 190)

* İşçisine az ücret verip de onu zekâtla gözetmek câiz olmaz. Çünkü yalnız Allah rızâsı için verilen zekâtı menfaat karşılığı vermiş olur. (Dürer C.1 S. 171)

* Devlete verilen vergi zekât sayılmaz. Çünkü devlet aldığı vergilerle zenginlere hatta Müslüman olmayanlara da hizmet götürür. Zekat ise ancak Müslüman fakire verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 362 Madde 102)

* Fazla olan evinde fakiri iskân edip alacağı kirayı zekâta saymak câiz olmaz.

* Bir fakire vermek üzere emânet aldığı zekâtı şahsı için sarfeden, fakir de olsa tazmin eder. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 269)

* Başkalarından alacağı olup bu alacak ile fakirlik ölçüsünün üstünde olan kimseye, başka malı olmasa da zekât verilmez.(Nimet-i İslâm S. 528)

* Zekât verilmezse işi bırakır korkusuyla hizmetçiye zekât vermek câiz olmaz. (Dürer C.1 S. 171)

* Zengin bir kimsenin bâliğ olmayan evlâtlarına zekât vermek câiz değildir. Çocuklar ister babalarının yanında kalsın, ister kalmasın... Çünkü babaları zengin olmakla onlar da zengin sayılırlar. (Dürer C.1 S. 191)

* Ölünün kefen ve defin masrafları veya borçları için zekât vermek de câiz değildir. (Dürer C.1 S. 189)

 AKRABADAN ZEKÂT VERİLEBİLENLER

* Kardeşlere, onların çocuklarına ve torunlarına, amcalara ve onların çocuklarına, dayılara, hala ve teyzelere ve onların çocuklarına zekât verilebilir. Hatta akrabalık sebebiyle bunlara vermek efdaldir. (Dürer Hâşiyesi C.1 S. 192)

* Oğlunun fakir olan hanımına (gelinine) zekât vermek de caizdir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 16)

* Karısının önceki kocasından olma (üvey) çocuklarına zekât verilebilir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 2)

 ZEKÂTIN TESLİMİ

Zekât, mal olarak, para olarak veya altın olarak verilir.

Zengin zekâtı bizzat kendisi verdiği gibi birini vekil tayin ederek de verebilir.

Muhtaç kimseye bizzat verildiği gibi, vekiline ve o kimse adına zekât toplayan birine de teslim edilebilir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 269)

 Zekât verilecek kimse sabi veya aklî durumu iyi değilse, zekat velisine veya kendisini koruyan kimseye verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363)

Paranın kadrini bilen ve aldanmayacak yaşta olan çocuğun kendisi alması da kâfidir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 5)

Zekât, îtimatlı bir kişi vâsıtasıyla toplanıp hakîkî ihtiyaç sâhipleri tesbit edilerek, bir merkezden de dağıtılabilir.

SENET VE ÇEKLE ZEKÂT

Zekât için çek veya vâdeli senet verilecekse alışverişlerde hesap ettiği vâde farkı düşülmelidir. Aksi halde zekât noksan verilmiş olur. "Bir dirhemden az zekât; dağ kadar altını nâfile niyetiyle sadaka vermekten birkaç derece üstündür.” denilmiş. (M.İ.R.C.1,M.29)

 NİYET

Zekât veren kalben "Malımın zekâtı" diyerek niyet etmek şarttır. Dilden "Hediyedir" diyebilir.

Bayram ve sâir günlerde muhtaç olan hizmetçilere, çocuklara veya sevinçli bir haber getiren fakire verilen bahşi zekât niyetiyle verilbilir. (Büyük İslâm İlmihali S: 474)

ZEKÂT BORCU İLE ÖLEN KİMSE

Zekât borçlusu olarak ölen kimse vasiyet eder, vârisleri de razı olursa, malının tamamı üzerinden zekâtı verilir. Vârisler razı olmazlarsa, malının üçte birinden yettiği kadar zekât ödenir. (Şerh-i Ferâid-i Sirâciye S. 4)

Ölen kişinin zekât borcunun teberrüken ödenmesinde fayda ümit edilir.

FİTRE

Şer'i ölçülere göre zengin sayılan (aslî ihtiyaçlarından fazla mala sahip olan) müslümanın, Ramazan ayı içinde, mâlî durumuna göre, o sene tesbit edilen miktarı, fakirlere vermesi vaciptir. Buna "Fitre" denilir ve zekât vermek caiz olan yerlere verilir.

Bir fitreyi parçalayıp bir kaç fakire vermek câiz olmaz. (İbni Nüceym Fet. - Dürer C.1 S. 196)

Fitreyi Ramazan ayı içinde vermek efdaldir. Fitre Ramazan bayramı günü sabah namazı vaktinin girmesiyle vacip olur. (Dürer C.1 S. 195) 

 

BİR ESNAFIN ZEKÅT

HESABINA MİSÅL

 

Dükkânındaki malın değeri  350 TL.

Tahsil edebileceği alacaklar  50 TL.

Mevcut parası  100 TL.

Elindeki altın ve gümüşler   + 10 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU 510 TL

Borcu    - 30 TL.

ZEKÂT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 480 TL

Verilecek zekât.. (Kırkta bir)  12 TL.

 

İNŞAAT YAPIP SATANLARIN

ZEKÂT HESABINA MİSÂL

 

Biten dairelerin değeri  4.000 TL

Bitmeyen daireler  1.000 TL

Elinde bulunan malzeme  400 TL

Elindeki ticârî arsalar  600 TL

Elindeki çek ve senetler

(O günkü değeri)  600 TL

Evindeki altın ve gümüşler  400 TL

Mevcut parası    +1.100 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU  8.100 TL

Borcu    - 500 TL

ZEKÅT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 7.600 TL

Verilecek zekât.. (Kırkta bir)  190 TL

 

İMALATÇI TÜCCARIN ZEKÅT

HESABINA MİSÅL

 

İmal edilmiş malların değeri  400 TL

Elindeki hammadde  200 TL

Alacakları  200 TL

Mevcut parası    + 100 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU  900 TL

Borcu  -  100 TL

ZEKÅT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 800 TL

Verilecek zekât... (Kırkta bir)  20 TL

* * *

ÖŞÜR

A.C.: Ey İman edenler, kazandıklarınızın en güzelinden ve yerden çıkardıklarınızdan infak edin. (S. Bakara 267)

A.C.: ...her biri mahsül verdiği zaman onlardan yiyin. Hasat günü (mahsülün toplandığı gün) de hakkına (öşrünü) verin (S. Enam 141)

H.Ş.: Arzın meydana getirdiği her şeyden öşür veya yarım öşür vardır. (Ramuz 325/9)

H.Ş.: Yağmur suyu, nehir ve çeşme gibi akar suların suladığı araziden çıkan mahsulden tam (onda bir), dolapla, hayvanla, satın alınan su ile sulanan yerden elde edilen mahsulden yarım (yirmide bir) öşür vardır. (Râmuz 326/5)

Öşür "ONDA BİR" demektir. Mahsûllerde on kiloda bir kilo, on ölçekte bir ölçek öşür verilir.

Öşrün verilecek yerler, zekât verilen yerlerdir.

* Öşür verilen muhsûlde, işçi ücreti, ilâç, gübre, su yolu açmak gibi hiç bir masraf düşülmez. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 67)

Tohum çıkarılmadan mahsûlün tamamından verilir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 328)

 ÖŞÜR VERİLECEK MAHSULLER

* Topraktan elde edilen her türlü mahsûlden, baldan ve kudret helvasından öşür verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 66)

* Arazî, ekilmediği halde, kendiliğinden mahsûl verse, o mahsûlden de öşür verilir.

* Keza umuma ait dağlardan toplanan her çeşit meyveden de öşür vermek lâzım gelir. (Dürer C.1 S. 186)

ÖŞÜR VERİLMESİ İCAB

ETMEYENLER

* Samandan ve balıktan öşür verilmez. ((İbn-i Âbidin C. 2 S. 327)

* Zeytinden öşür verilmişse yağından öşür verilmez.

* Kezâ üzümden ve susamdan öşür veren pekmezden ve susam yağından öşür vermez... (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 70)

 ÖŞÜR VERMESİ İCAB EDENLER

* Öşürde; zengin olmak veya malın üzerinden sene geçmek şart değil. Bir araziden senede bir kaç mahsûl alınsa, her mahsûlün öşrünü vermek lâzımdır. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Öşürde "Araziye" itibar olunur, sahibine değil... Bir kimse fakir ve borçlu olsa da kaldırdığı mahsûl kendi ihtiyacına yetmese de elde ettiği mahsûlden öşür verecektir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Arâzî sahibi çocuk, mecnun veya yetim olsa, velisi ve vasîleri, elde edilen mahsûlün öşrünü vermeleri lâzımdır. Vakıf arazisi dahî öşre tâbîdir. (Mebsût C-2 (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Arazi mahsûlünün öşrü verilmeden, sahibi ondan yiyemez. Yemişse, hesap edip, onun öşrünü de verir. (İbni Abidin C-2 S.332 - (Büyük İslâm ilmihali S. 355)

* Vefat eden müslimin öşür borcu varsa, malından çıkarılır, mirasçılar ondan sonra taksim ederler. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 332)

* Kira ile tutulan tarlanın mahsûlünden öşrünü İmam-ı Azam'a göre mülk sahibi (kiraya veren), İmâmeyn'e göre kiralayan verir. Bu mevzûda İmâmeyn'in ictihadı tercih edilmiştir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 334)

* Ortak ekilen araziden kalkan mahsûl taksim edildikten sonra herkes kendi hissesine düşen kısmın öşrünü verir. (Hukuk-u İslâmiye Kâmusu C. 2 S. 79)

* İmam-ı Azam Hz.'ne göre: Mahsûlün azından, çoğundan hasılat alınınca, hemen öşür verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 66)

* Yetişmiş mahsûlün hasadından önce ölen mal sahibinin öşrünü vârislerin vermesi icap eder. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 73)

 TÜRKİYE ARAZİSİ

Türkiye arazisi, "Öşür arazisi mi değil mi?" diye şüpheye aslâ mahal yok. Zira baba ve dedelerimiz öşür vermişlerdir.

Aynı zamanda Diyânet İşleri Başkanlığı Müşâvere Kurulu tarafından, Başkanlığın emriyle:

a) 26.8.1954 tarih ve 1519 sayılı

b) 19.4.1960 tarih ve 182 sayılı

c) 1.12.1976 tarih ve 185 sayılı ve

d) 21.9.1979 tarihli fetvalarda "Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde, tapulu ve tapusuz araziden elde edilen mahsulden öşür vermek lazım" denilmektedir.

CİHAD

Müslüman kimsenin zekâttan başka da borcu var. Ticârî olmayan bir çok mala mâlik olanlar, zekât vermeleri icap etsin etmesin, din hizmeti ve dinin ihyâsı için en az zekât borcu kadar tasadduk etmeleri icap eder denilmiştir.

Râbıta’nın Usûl-i Fıkıh Işığında Tahlîli


Bundan sonra... [1]

İslâm Ümmeti içinde Sûfiyye-i Aliyye’nin ’âlimi ve ’avâmıyla hemen hemen hepsinin, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ve Akâid âlimlerinin de bir nicelerinin yapa geldikleri Râbıta ameli var. Bu amelin, zamânımızın kimi ilim adamı pozlarındaki câhil edebsizlerince ve onların yollarından giden sürülerce şirk olarak i’lân edildiğini işitiyor ve okuyoruz. Bunlar esâsen cevâb vermeye bile değmeyen sefîhler iselerse de, şeytânî vesveseleriyle aldatıp kandırdıklarına ve de sâmîmî kimselere faydası olur düşüncesiyle bu makâlede bahsi geçen mevzû’u incelemek istiyoruz. Ve billâhi’t-tevfîk…

 Râbıta Ne Demektir?

Lüğatta Râbıta; Râbıta, rabt eden, bağlayan şey demektir. Râbıta, ulka ve vuslat demektir.[2] Ulka ise…… ve ilişik’e (yani alâkaya) denir. benim şu malda ulka’m, ya’ni alâkam var dersin.[3] Taallük, bağlantı, tutunulacak şey.[4] Vuslat: Ulaşmaklık, ittisâl ma’nâsınadır.[5] Şu hâlde, Tâcü’l Arûs sâhibi Zebîdî’ye göre Râbıta, İlişik, alâka, ulaşmaklık ve ittisâl/bitişmek demektir. Istılâhta Râbıta: Tasavvuf ıstılâhındaki Râbıta, değişik çeşitleriyle, farklı farklı ta'rîf edildiyse de, bizim üzerinde duracağımız çeşidi ve onun ta'rîfi şudur: Râbıta, bir mürîdin, fenâ fillâh’a[6] ulaşmış mürşid-i kâmilinin rûhâniyetiyle beraber, (kalbiyle) ondan yardım istemesinden ve sûretini kalb gözünün önüne getirerek hayâl etmesinden ibarettir.[7]

Temhîd:

Râbıta, ya hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak Saadet asrında vardı, veya yoktu. Var idi ve -kimi câhil ve sapıklarca iddiâ edildiği gibi- küfür idiyse, hakkında açık âyet ve hadîsin bulunması gerekirdi. Biz, kitâbımız Kurân’da böyle bir âyet veya onun birinci ve en esaslı tefsîri olan Sünnet’te de zayıf bile olsa bir hadîs bilmiyoruz. Vardır, diyen Allah celle celâlühû’ya veya Resûl’ü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ ediyor, demektir.

Hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak iki cihetiyle Saâdet asrında yok idiyse, ya ma'nâ ve muhtavâ olarak var idi ama şeklen ve sûreten yok idi, veya hem ma'nen hem de şeklen ve sûreten yok idi.

Hem ma'nen, hem de şeklen ve sûreten yok idiyse, Şerîat tarafından, hakkında her bakımdan susulan bir şey olmuş olacağından küfür veya şirk olduğunu iddiâ etmek, küfür veya şirk, yahud da fısk ve bidattır. Zîrâ böyle bir iddiâ yeni bir teşrî’/kanun îcâd etmek, veya, ya câhilce konuşmak yahud da hakâret demektir. Bu ise küfür veya fıskdır. Yok eğer, şeklen ve sûreten yok idiyse de, ma'nâ ve muhtevâ bakımından var idi ve şirktir; veya tam tersine mendûb bir ameli ihtivâ etmektedir, deniliyorsa, ortaya iki zıd kanâat çıkıyor: Birincisi, Râbıta, şirk, veya harâm, yahud mekrûh olan bir bid’attir fikri, ikincisi ise, Râbıta, mendûb, veya sünnettir i’tikâd ve anlayışı… Şu iki takdîrde de, ortada, bir çeşit ictihâd veya daha dar ma'nâda bir nev-i kıyâs var demektir. Bu hâlde, önümüze ciddî iki müşkil/problem çıkıyor; Birincisi, bu ictihâdı ve kıyâsı kim yaptı veya yapacaktır? İkincisi, bu ictihâdın İslâmî hükmü ve değeri ne olacaktır? Şu ictihâdı yapan geçmişte hiçbir müctehid bilinmemektedir. Bilen varsa bildirsin. Bunu şimdilerde yapacak olanlar, Râbıta inkârcıları gibi yer ile göğü ayıramayacak kadar sarhoş ve mübtezel, tezekle çöreği fark edemeyecek kadar aç ve şaşkın kimseler ise, iş çok feci; âyet ve hadîslerle oynanılıyor demektir. Bu oynamaya, -şâyet, küfürdür diyemiyorsanız bile- en azından harâm olan bir cinâyettir, demek zorundasınız. Akıllı ilim sâhibleri ve ayıkların şu cinâyete müsaade etmemeleri îcâb eder. Bu ictihâd ve kıyâsı yapacak olanlar, eğer mutlak olarak/her bakımdan veya en azından kısmen ictihâda ve kıyâs'a ehil kimselerse, şu ictihâd ve kıyâsın hükmü zann olmakla, katî/kesin harâm değil de, en fazla ictihâdî bir harâm olur. Onu kabûl etmeyenler kâfirlikle suçlanamazlar. Sözü edilen ictihâd ve hükmün karşısında ictihâda ehil kimselerce yapılan zıd içtihadlar yoksa, fâsıklık, sapıklık ve bid’atçılıkla ithâm edilebilir. Karşısında ehil kimselerce yapılan zıd ictihâdlar varsa, fâsıklık sapıklık ve bi'atçılıkla da ithâm edilemezler. Hâl böyleyken şu câhiller ve sapık Râbıta inkârcıları ağızlarına geleni söyleyebiliyorlar. Kendileri kültürlü(!) ama câhil, dünya haritasında Amerikanın nerede olduğunu bilen ama kendinin ve cennet ile cehennem’in nerelerde, hangi yolların ucunda olduğundan habersizdirler… Kıyâs bile kabûl etmeyecek ölçüde kendilerinden üstün ve ictihâda hakîkaten ehil olanlara salya sümük saldırıyorlar… Te’vîl kaldırmayan zırvalarına ters düşmesine rağmen doğru neticeleri veren ictihâdlar yapabilen muhâtâblarını şu ictihadlarında müşriklikle suçlayabiliyorlar…

Mes'elenin Usûl-i Fıkıh Cihetiyle Tahlîli

Ele alacağımız mes’elelerin sağlam bir zemîne oturtulabilmesi için onlara bir çeşit mukaddime/öncül olma mâhiyyetinde bazı usûlî[8] Noktalara ihtiyac vardır. Bu sebeble burada birkaç Nokta’ya açıklık getirmeyi münâsib görüyoruz. Zîra şu mes’elelerin anlaşılması sözünü ettiğimiz Noktaların kavranması zemînine oturacaktır. Ancak, ilim sâhibleri takdîr ve teslîm ederler ki, bu bahis mevzûu edeceğimiz Noktalar, aslında çok geniş mevzûlardır ki, böylesi bir makâle bunların her yanıyla ortaya konulmasına, tahlîline ve münâkaşasına elverişli değildir. Değilse, esas maksad boğulup anlaşılmaz hâl alır. O yüzden biz burada, şu husûslara sadece kısaca dikkat çekeceğiz:

Birinci Nokta

Şâri'in Terk'i Neyi İfâde Eder?

Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz veya Ashâb’ının yapmadığını yapmanın hükmü nedir? Terk, yani bir şeyin Efendimiz sallallâhu teâla aleyhi ve sellem ile Ashâb’ı tarafından yapılmamış olması onun harâm olduğuna veya câiz olmadığı’na delîl midir? İddia edildiği gibi, Râbıta, Onlar tarafından yapılmadıysa, ona ne hüküm verilecektir? Terk, yapmama işi demektir. Bu yüzden şu husûs, Usûl-ı Fıkh’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiileri bahsıyla alâkalıdır.

Hâfız Muhaddis Allâme Abdullah Muhammed Sıddîk el-Ğumârî bu husûsla alâkalı olarak yazdığı Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk isimli eserinde terk’in ne harâmlık ne de mekrûhluk delîli olmadığını etraflıca anlatmaktadır. Sözünü ettiğimiz risâleden bir kısmını aktarmayı kâfî görüyoruz:

Hâfız Ğumârî şöyle diyor: Yalnız başına terk, kendisiyle beraber, terk edilenin yasaklanan bir şey olduğuna dâir bir nass bulunmadıkça, onun (terkedilen şeyin) harâmlığına delâlet etmez. Aksine o işin en fazla, meşrû’ olduğunu gösterir. O terk edilen (yapılmayan) işin mahzûrlu oluşu ise tek başına terkden anlaşılmaz.

İmâm Ebû Saîd İbn-i Lübb (701-782), namazdan sonraki düâyı -bunun bu şekilde yapılmasının Selef’in yaptığı bir iş olmadığı gerekçesiyle mekrûh gören(ler)e cevâben şöyle dedi: Bu (Selef’in şu düâyı bilinen şekliyle yapmadığına dâir olan) nakil doğruysa,[9] şu terk, ancak o terk edilende terkin câiz olduğu ve onda zorluk ve darlığın bulunmadığı hükmünü gerektirir. Bilhassa düâ gibi Şerîat’ta yerleşmiş umûmî bir temel esâsa dayanan husûsta terk edilenin harâm veya mekrûh oluşunu ise hiç gerektirmez.

Ebû Dâvud ve Nesâî, Câbir İbnü Abdillah’dan rivâyet ettiler: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki işinden ikincisi, ateşin (pişirerek) değiştirdiği şey(-i, yemeği yemek)den dolayı abdest almayı terk etmektir…[10] Bunu mes’elemizle alâkalı olarak delîl getirmek açık bır husûstur. Zîrâ ateşle pişen yemekten dolayı abdest almak vâcib olsaydı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem abdest almayı terketmezdi. Mâdem ki, terk etti, bu, onun (câiz olmadığını değil) vâcib olmadığını gösterir.

İmâm Ebû Abdillâh et-Tilimsânî (Ö:771) şöyle dedi: Bir hüküm bildirmekte fiil’e/yapmaya, katılan şeylerden biri de terk/yapmamakdır. Zîrâ Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiili/bir şeyi yapması ile harâm olmamaya delîl getirilirse, terki/yapmaması ile de vâcib olmamaya delîl getirilir. Bu, ashâbımız(Mâlikî İmâmların)ın ateş dokunan (ateşte pişen) şeyler(i yemek)ten dolayı abdestin (vâcib) olmadığına delîl getirmeleri gibidir…[11]

Çünki, belki o anda onu yapmalarına bir mâni’ vardı. Veya ondan daha fazîletli bir şeyden ötürü, yahud onun bilgisi hepsine ulaşmadığından, onu terk ettiler, yapmadılar.

İmâm Buhârî, Sahîh’inde, Nebî sallalahu aleyhi ve sellem’e yaptıkları işlerde uymak bâbında İbn-i Ömer radıyallahu anhüma’dan şöyle dediğini rivâyet etti: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir altın yüzük edindi. İnsanlar da derhâl altun yüzükler edindiler. Ben bir altun yüzük edindim dedi, hemen ardından onu attı ve ben onu ebediyen giymeyeceğim buyurdu ve insanlar yüzüklerini derhâl attılar.[12]

İbn- i Hacer, (İmâm Buhârî, Sahîh’inde) bu misâlle iktifâ etti. Çünki o (misâl), yapmak ve terk etmek’te/yapmamakta O’na (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e) uymayı ihtivâ etmektedir, dedi.

Ben (Ğumârî) Derim ki, İbn-i Hacer’in terk etmek ta’birinde mecâz kullanılması vardır.[13] Çünki, atmak fiildir. Onlar O’na (şu) fiil’de uydular. Terk ed(ip bir daha yüzük takma)mak şu fiilin netîcesidir…[14] Yine biz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e, O’ndan sâdır olan her bir şeyde uymayı inkâr etmeyiz. Aksine onda (şu uymakta) fevz ve seâdet görürüz. Lâkin Mevlid- i Nebevî ve Mi’râc gecesinde olduğu gibi, yapmadığının da harâm (veya mekrûh) olduğunu söylemeyiz. Çünki bu (harâmlık iddiâsı) Allah celle celâlühû’ya yapılan bir iftirâdır. Kezâ, Selef'ın bir şeyi terk etmesi, yani yapmaması da o işin mahzurlu (yasaklanmış) olduğunu göstermez.

İmâm Şâfiî Şöyle dedi: Şerîat’tan dayanağı olan hiç bir şey, Selef onu yapmasa bile bid’at değildir. (Ğumârî’den nakiller bitti.)[15]

Şu husûsta, mezheblerde değişik görüşler olduğu farz ve isbât edilse bile, böyle bir icdihâdî genişliğe rağmen, kimse Râbıta’ya küfürdür diyemez. Derse, en hafîfinden yobazlık etmiş olur.

İkinci Nokta:

Eşyâda asıl olan nedir?

İbn-i Nüceym şöyle diyor: Eşyada asl olan -delîl mübâh olmadığını göstermedikçe- mübâh olmak mıdır? Bu, Şâfiî’nin mezhebidir. Veya, delîl mübâhlığı göstermedikçe, harâm olmak mıdır? Şâfiîler, bu görüşü Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh’e dayandırmışlardır. El-Bedîu’l-Muhtâr’da şöyle denilmiştir: Seçilen görüş, Şerîat’tan önce amellerin hükümlerinin bulunmamasıdır….

El-Menâr’a, musannifi (İmâm Nesefî) tarafından yazılan şerhde şöyle denilmiştir: Eşya (varlıklar ve işler) bazı Hanefî âlimlere göre aslında mübâhlık üzeredir. Kerhî onlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyada asl olanın yasaklık olduğunu söylemişlerdir. Ashâbımız (Hanefî âlimleri) onlarda (eşyada) asl olanın tevakkuf olduğunu söylemişlerdir. Bunun ma’nâsı şu demektir. Eşyanın mutlaka bir hükmü vardır. Ancak biz onu aklımızla bilemeyiz. (Nesefî’nin dediği bitti)

Hidâye’nin İhdâd faslında, Mübâhlığın asıl olduğu ifâdesi vardır. (Hidâyenin sözü bitti)

Bu anlaşmazlığın eseri, âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslarda ortaya çıkar. Hâli müşkil/problemli olan şeyler bu kaide üzerine oturur. Bu müşkil mes’elelerden biri de işi müşkil olan hayvandır. (İbn-i Nüceym’in sözü bitti.) [16]

Hamevî de, el-Eşbâh Hâşiyesi’nde kısaca şöyle dedi: Kasim İbn-i Kutlu Buğâ bazı ta’liklerinde,[17] şöyle söyledi: Seçilen görüş, Ashâbımızın cumhûru/çoğu katında asl olanın mübâhlık olduğudur. Fahru’l-İslâm bunu/mubâhlığı peyğamber bulun-madığı zamanla sınırlı tutmuştur…..[18]

Kişinin kendine veya başkalarına zararlı olduğu husûslar tartışma sahasının dışındadır.[19]

Taftâzânî de, et-Telvîh’de, eşyada asl olanın mübâhlık olacağını söylemiştir.[20]

Abdü’l-Hayy el-Leknevî, deryâlaşmış olmakla vasfettiği Es’ad[21] er-Rûmî’nin nefis bir eser diyerek övdüğü Mecâlisü’l-Ebrâr isimli kitâbından şu nakli yapıyor: Hakk olan, eşyâda, peyğamberlik gelmeden önce bir hükmün bulunmamasıdır. Peyğamberlikten sonra da, âlimler bu husûsta üç ayrı görüş üzre ihtilâf etmişlerdir: Birincisi, Şerîat delîli mübâhlığını göstermedikçe harâm olduğu, ikincisi, Şerîat delîli harâmlığını göstermedikçe mübâhlıkla sıfatlanacağı, üçüncüsü ve doğru olanı da bu husûsta, tafsîlin olduğudur/işin ayrılmasının lâzım geldiğidir: O da, zararlı şeylerin harâmlıkla, -ki, bunun ma’nâsı, asl olanın kendinde harâmlık olduğudur- faydalı (veya zararsız) olanların da mübâhlıkla sıfatlanacağıdır.[22]

Âlimlerin bu husûstaki ifâde tarzları bir çok farklı tercîhleri ihtivâ ediyorsa da nakilleri artırarak mes’eleyi uzatmak istemiyor, bir nakil ile sözü bitirmek istiyoruz;

İ’lâu’s-Sünen sâhibi Allâme Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî şöyle dedi: Âlimler bu husûsta üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Birincisi, mübâhlık delîli gelmedikçe her şey yasaklık üzeredir. Bu, Şâfiîlerin çoğunun mezhebidir. İkincisi, yasaklık delîli gelmedilçe her şey mübâhlık üzeredir. Kerhî, Ebû Bekr er-Râzî, Hanefî ve Şâfiî fakîhlerinden bir tâifenin ve Mu’tezile’nin çoğunun mezhebidir. Et-Tefsîru’l-Ahmedî(isimli ahkâm tefsîrin)de ve Müsellemü’s-Sübût(isimli Usûl-i Fıkıh kitâbların)da böyle denmiştir. Üçüncüsü, kendisinde hangi hükmü gerektireceğine dâir delîl gelmedikçe eşyânın hiçbir hükmü yoktur. (Bu da, Eş’arî ve Ona tâbi olanların görüşüdür. Tânevî) İbnü’l-Arabî el-Mâlikî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında böyle yazılıdır.[23] Yani, bazı eşyâda asl olan harâm, kimisinde de mübâhlık… Âlimlerin anlaşmazlığı her husûsta değil bazı maddelerdedir… Bizce en isâbetli kanaat da -Allahu a’lem- budur.

İbn-i Nüceym’in âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslar sözünü iyi anlamak îcâb eder. Aksi hâlde mühim yanlış anlamalar olur, hatâlar yapılır ve hakîkatler tes yüz edilir.

Hâfız Muhaddis İbn-i Receb el-Hanbelî, şöyle diyor: Bilinmesi lâzım gelen husûslardan biri de şudur: Bir şeyin harâmlık ve helâllik ile zikredilmesi Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşılması bazen gizli kalabilir. Zîrâ, nassların ma’nâları göstermesi, kimi zaman nass ve tasrîh (açıkça ifâde etmek)yoluyla, kimi zaman, umûm ve şümûl yoluyla, bazen fehvâ ve tenbîh yoluyla olur. (Bu fehvâ yoluyla olması) O ikisine (anaya ve babaya) öf bile demeyin âyetinde olduğu gibidir. Zîrâ, öf demekten daha büyük olan incitme çeşitlerinin bu yasaklamaya girmesi evlâ yolla olur ve buna mefhûm-i muvâfakat denir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe) delâleti bazen mefhûm-i muhâlefet[24] yoluyla olur… Âlimlerin çoğu bunu (mefhûm-i muhâlefeti) almışlar ve hüccet olarak kabûl etmişlerdir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe delâleti) bazen da kıyâs bâbından olur. Şâri’ (Allah celle celâlühû veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem) ma’nâlardan bir ma’nâdan dolayı bir şeyde bir hükmü anlatır ve o ma’nâ bir başka şeyde de bulunur. O takdîrde şu hüküm âlimlerin çoğuna göre, o ma’nânın bulunduğu her şeye geçer. Bu, Allah celle celâlühû’nün indirdiği ve i’tibâr edilmesini emrettiği adâlet ve terâzî bâbından olur. Bütün bunlar, nassların kendisiyle harâmlık ve helâlliği göstermesi bilinecek şeylerdendir. Hakkında bunların hiç birisi bulunmayan husûslara gelince… Orada (şu husûslarda Kur’ân ve Sünnet’te) vâciblik ve harâmlık zikredilmemekle, onların afvedilmiş (serbet sâha) olduğuna delîl getirirlir.[25]

Şu hâlde delîllerin delîlliğini bilmek de, hidâyet ve istikâmetin yanısıra akıl ve ilim dahî ister. Bu sebeble çokça görülmektedir ki, çok açık delîl gösterilmesine rağmen, hidâyetsizlik yüzünden hani delîl? diye höykürenler vardır. Diğer tastamam olmayan delîl getirme yollarıyla ise, yanlarına hiç yanaşmayın. Öte yanda da, bir çok câhil bazen bir nice isyânı İslâmın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna uydurur, câiz veya vâcib, yâhud îmânın esasından görür ve gösterir. Kimi zaman da, bir çok câizi veya vâcibi, İslâm’ın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna ters görüp göstererek harâm veya küfür i’lân eder.

Râbıta’nın, şu eşyâda aslolan nedir? mes’elesiyle olan alâkasına gelince… Meşrûiyetine dâir hiçbir nass bulunmasa bile, yasaklığına dâir kâfî bir delîl bulunup getirilemediği müddetçe “eşyâda aslolan mübâhlıkdır” görüşüne Râbıta en azından mübâh olur. İyi maksadlarla yapılması ve iyi hedeflere götürmesiyle de müstehâb bir ibâdet hâlini alır.

Üçüncü Nokta

İhtiyâc Ânında Açıklama Terk Edilebilir mi?

Beyân, yani açıklama, ihtiyâc duyulan bir vakitte ve yerde, sonraya bırakılabilir veya terkedilebilir mi? Açıklamaya ihtiyâc duyulan bir zamanda açıklamayı geciktirmenin hiçbir şekilde câiz olmadığında usûlcülerin icmâı vardır. İhtiyâc vakti demek, o vakit demektir ki, açıklama o zamandan sonraya bırakılsa, mükellef olan kişi, mükellef kılındığı vazîfeyi, onu işlemekle mükellef kılındığı vakitte yerine getirmeye imkân bulamaz. Bu te’hîrin câiz olmadığının delîli şudur: Eğer şu geciktirme câiz olsaydı, bu, güç yetmeyecek bir şeyi kişiye yüklemek olurdu. Çünki mükellef bu hâldeyken kendisine yükleneni yerine getirmeye imkân bulamaz. Kullara güçlerinin yetmediği şeyleri yüklemek ise, onlardan düşmüştür.[26]

Açıklamayı geciktirmek câiz değilse, hiç açıklamamak haydi haydi câiz değildir. Câhil sapıklarca şirk ve küfür veya harâm olduğu iddiâ edilen Râbıta hakkında -şâyet iddiâ doğru olsaydı- Tevhîd dîni İslâm’ın söz söylememesi mümkin miydi? Söylediyse hangi âyet veye hadîste söyledi? Delîl getirilsin. Ancak âyetler ve hadîsler hasta beyin ve yüreklerce tahrîf edilmesin. Allah celle celâlühû’ya veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ edilmesin.

Dördüncü Nokta

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele Bir Delîl midir?

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele ne demektir, hüccet midir? Bu, Usûl-i Fıkh'ın mühim ve münâkaşalı mevzûlarındandır. Şu ağır münâkaşalarla zâten karışık ve bulanık olan kafaları daha da karıştırmak istemiyoruz.

Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî bu husûsu açık ve anlaşılır bir tazda Fıkhu’l-Müşkilât isimli eserinde uzunca ele aldı.[27] Mevzûu oradan hulasa ederek buraya almak istiyoruz: Maslahat kendinde kuvvetli salâh bulunan şey için kullanılır. Öyleyse lügatta maslahat, ister fayda ve lezzetleri kazanmak gibi celb etmekle olsun, isterse zararlı şeyleri ve elemleri savmak gibi def etmek ile olsun, kendinde menfaat bulunan her bir şey demektir. Istılâhta ise, sonsuz hikmet sâhibi olan Şâri’in, kulları için hedeflediği, dinleri, canları, akılları, nesilleri ve mallarını korumak ve bu muhafazayı yok edecek şeyleri defetmekle alâkalı menfaattir.

İmâm Ğezâlî rahimehullah şöyle diyor: Maslahat aslında fayda celbetmek ve zarar defetmek demektir. Biz (maslahat bir hüccettir derken) şu fayda te'mîni ile zararı savmayı kasdetmiyoruz. Zîrâ bu fayda te'mîni ile zararı savma kulların maksadlarıdır. Kulların salâhı ise maksadlarını elde etmektedir. Lâkin biz, maslahat ile Şerîat’in maksadını (hedefini) korumayı kasdediyoruz. Şeriat’in kullardan maksûdu, aradığı beş şeydir: O da onlara dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumasıdır. Şu beş temel esâsı korumayı içinde bulunduran her şey maslahat, şu beş esâsı yok edecek her bir şey de mefsedet/zarar, bunların defedilmesi de maslahatdır.[28] İmâm Râzî de, benzer ifâdeleri kullanıyor.[29]

Acaba bu maslahat ve mefsedetleri bilebilmenin ölçüsü nedir, bunları akıllarımızla bilebilir ve ta’yîn edebilir miyiz? Yahud akıllarımızı Şerîat sâhibinin önüne geçireceğiz, sonra da maslahattır veya mefsedettir diye o hükmü vereceğiz, öyle mi? Birinci şekli seçecek olursak, Şerîatin ve dinin temeli yıkılır. Zîra kısa akıllarımız mefsedetleri maslahatların, maslahatları da mefsedetlerin yerine koyarak Şerîat heykelinin tamamını ve din sarayının bütününü yıkar. Bu kapıyı açmak Şerîatin hudûdunun ve nasslarının tamamını değiştirmeye götürür.[30]

Maslahatlar, üçe ayrılır: Bir: Mu’teber olduğu Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. İki: Mu’teber olmadığı/geçersizliği Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. Üç: Ne mu’teber olduğu ne de mu’teber olmadığı Şerîat’ta bulunmayan maslahatlar.

Bu üç maslahattân birinci kısım, mu’teber/geçerli maslahatlar, ikinci kısım, Mulğât/iptal edilen maslahatlar, üçüncü kısım da, Mürsel/salınan maslahatlardır. Şu hâlde Mesâlih-i Mürsele Şer'îat sâhibi tarafından ne mu’teber olduğuna, ne de mu’teber olmadığına, iptâl edildiğine dâir delîl bulunmayan maslahatlar demektir. Mürsele ve mutlaka diye isimlendirilmelerinin sebebi, onların ne mu’teberlik delîli ne de iptâl delîli ile bağlanmamış olmalarıdır.

Şâtıbî şöyle diyor: Istıslâh, hakkında, nass ve icmâ’ bulunmayan bir hâdisede Maslahat-ı Mürsele’yi gözeterek hüküm çıkarmaktır.[31] Bazıları, İmâm Mâlik’e, ‘hükümlerin teşrî’ine binâen Mesâlih-i Mürsele’ye mutlak olarak i’tibâr ettiğini, maslahatın hakîkî ve âmme, yani sadece ferdi değil de umûmu/geneli içine alacak şekilde olmasını şart koşmadığını nisbet etti. Lâkin Âmidî bu nisbeti inkâr etti.[32]

Ebû Bekr el-Bâkıllânî, Şâfiîlerin çoğu, Hanbelîlerden sonraki âlimler ve bir kısım Hanefîler,[33] Istıslâh’ın (Mesâlih-i Mürsele’nin) hüccet (kesin delîl) oluşunu inkâr etmektedirler.[34] (Kâsimî’den yapılan hülâsa nakil son buldu.)

Kâsimî bazı muhakkıkların Hanefîlere nisbet edilen inkârın doğru olmadığını bir takım misâller vererek söylüyorsa da bunların kimler olduğunu söylemiyor. Hâsılı, bu Mesâlih-i Mürsele’yi Şer’î bir hüküm çıkarmakta hüccet kabûl etmeyen fukahâ olduğu gibi, kabûl eden fukahâ da vardır. Öyleyse kabûl edenlerin usûlüne göre, lehinde veya aleyhinde naklî delîl bulunmadığı farzedilen Râbıta da, -Şerîat’in gözettiği maslahat ve faydası gösterilebiliyorsa,- şu örüş sâhiblerince asla redde-dilemez. Ancak, anzetün ve in târet/uçsa da keçidir şeklindeki Arab atasözünde de ifâde edildiği gibi, müşrik inâdına sâhib olanlar, inkârlarında yine de ısrâr edeceklerdir.

Beşinci Nokta

Bid’at Ne Demektir, Hükmü Nedir?

Râğib el- İsfehânî, Müfredâtü’l-Kurânda şöyle dedi: İbdâ’ bir san’atı bir şey hizâsında bulunmadan ve bir şeye uymadan yoktan var etmektir. (Bu ibdâ’ kelimesi) Allah celle celâlühû hakkında kullanılırsa, bir şeyi, âletsiz, maddesiz, zamansız ve mekânsız olarak var etmek demektir. Bu da ancak Allah celle celâlühû’ya âiddir. Bedî’, mübdi’/modelsiz olarak yoktan var eden için kullanılır. Allah celle celâlühû’nün Göklerin ve yerin bedî’i sözü(nde olduğu) gibi.[35] Bedî’ kelimesi, mübde’/ misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var edilen için de kullanılır. Aynı şekilde, el-bid’u kelimesi de, misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var eden ve modelsiz olarak yoktan var edilen ma'nâlarında kullanılır. Ahkâf sûresinin dokuzuncu âyetinin ma'nâsı, denildiğine göre, ben peygamberlerden, kendimden önce bir peygamber geçmeyen bir mübda’ değilim, bir ma'nâlandırmaya göre de, söylemekte olduğum şeyler husûsunda bir mübdi’ değilim, demektir. Mezhebde bid’at, bir kanaat bildirmektir ki, onu söyleyen ve yapan o husûsta Şerîat sâhibinin yolundan gitmemiş ve geçmiş misâlleri ve sağlam kılınan usûllerine riâyet etmemiştir. Her bir sonradan îcâd edilen şey bid’attır. Her bir bid’at sapıklıktır. Her sapıklık (sâhibi) de cehennem ateşindedir.[36]

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye’de şöyle demiştir: Bid’at iki türlüdür; hidâyet bid’ati, sapıklık bid’ati. Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiğinin zıddına olan bid’at kınanılacak ve inkâr edilecek bid’attir. Allah celle celâlühû’nün teşvik etmiş olduğu husûsların umûmu/geneli altında/çerçe-vesinde bulunan, Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in teşvik ettikleri, medhedilenler altındadır. Bir tür cömertlik ve iyi işi yapmak gibi mevcud bir misâli bulunmayan şeyler ise övülen işler zımnındadır. Bunun Şerîat’ın getirdiğine zıt bir şekilde olması câiz olmaz. Çünki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bunun için şu husûsta bir sevab koymuş ve kim güzel bir çığır açarsa, o kişi için onun ecri ve onunla amel edenlerin ecri vardır, buyurmuştur. Bunun zıddı hakkında da kim de kötü bir çığır açarsa, onun üzerine onun günahı ve onunla amel edenin günahı vardır[37] buyurdu. Bu Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin emri zıddına olduğu zamandır. Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bu ne güzel bir bid’attir[38] sözü bu türdendir. Bu (terâvîh namazının topluca kılınması) hayırlı fiillerden olunca ve medhedilen fiillere dahil bulununca onu bid’at diye isimlendirip medhetmiştir. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi vesellem onu (bu şekliyle) onlara sünnet kılmamıştır. Onu bazı gecelerde kılmış, sonra da terk etmiş, ona devam etmemiş, onun için insanları toplamamıştır. Hazreti Ebû Bekir radıyallâhu anh zamanında da yoktu. Sadece Ömer radıyallâhu anh insanları onun için topladı ve ona teşvik etti. Bu yüzden ona bid’at ismini verdi. Hâlbuki o gerçekte sünnettir. Çünkü aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm efendimiz sünnetime ve benden sonraki raşid halîfelerin sünnetine yapışınız[39] ve benden sonra iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz[40] buyurdu. Diğer her îcâd edilen bid’attir hadîsi bu te'vîle hamledilir. Sadece şunu murâd etmektedir: Şerîatın asıllarına ters düşen, sünnete uymayan şeyler.[41](İbnü’l-Esîr’in sözleri burada son buldu.)

Feyyûmî el-Mısbâh’da şöyle dedi: Allah celle celâlühû mahlûkatı ibdâ’ etmekle ibdâ’ etti, onları modelsiz olarak yarattı demektir. Ebda’tü ve Ebda’tühû onu çıkardım ve ihdâs ettim demektir. Bu ma'nâdan olarak muhâlif hâle bid’at denilmiştir. Bid’at ibtida’dan isimdir. Nasıl ki, rıf’at (yükseklik) irtifa’dan ise. Sonra bunun (bid’atın) dinde noksanlık ve yahud fazlalık olan şeylerde kullanılması galib oldu. Lâkin kimi zaman bir kısmı mekrûh olmaz ve mübâh bid’at diye isimlendirilir. Bu mübâh bid’at cinsine Şerîat’ta bir aslın şâhidlik yaptığı, yahud kendisiyle bir zararın savulduğu bir maslahatın gerektirdiği bid’at demektir. Halîfenin insanlarla içli dışlı olmaktan perdelenmesi gibi.(Feyyûmî’nin sözleri bitti.)[42]

Kamus ve Şerhi’nde şöyle denmiştir: Bid’at dinin ikmâl edilmesinden sonra, onda yeni bir şey yapmak demektir.[43] Sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım. Zîrâ her sonradan îcâd edilen bid’attır, her bid’at da dalâlettir hadîsi bundandır. Yahud o Leys’in sözüdür. İbnü’s-Sikkît, bid’at her sonradan îcâd edilen şey demektir, dedi. Sonra Şârih (Zebîdî) Nihâye’nin kelâmını yukarıdaki gibi nakletti.

Geçen bilgilerden her sonradan îcâd edilenin lüğatte ve Şerîat'te bid’at olduğu ve Şerîat örfünde bid'atın övülen ve yerilen iki çeşide ayrıldığı ortaya çıkmaktadır. Kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mübâhların tamamını işlememiştir. Çünkü onlar çoktur. Hiçbir beşerin gücü onları saymaya yetmez. Nerede kaldı ki onları kullanabilsin. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zâhid ve mübâhları az kullanan birisiydi. Onlardan ihtiyacı giderecek kadar ve hacetin davet ettiği kadarıyla yetinir bundan fazlasını terk ederdi. O yüzden kim Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir şeyi yapmadı da’vasıyla bir şeyin harâmlığını iddiâ ederse, hakkında delîl bulunmayan bir şeyi iddiâ etti demektir. Da’vası da merduddur. Gene kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mendûbların tamamını da işlememiştir. Çünki o vaktinin büyük bir kısmını içine alan da’veti tebliğ etmek, müşrikler ve ehl-i kitâbla mücadele etmek, kâfirlerle cihad etmek, İslâm yumurtasını himaye etmek, sulh anlaşmalarını akdetmek ….. gibi mühim işlerle meşguldü. Hattâ kendisi işlediği zaman Ümmet'ine farz olması yahud onlara meşakkatli hâle gelmesi korkusuyla bazı mendûbları kasden terk etmiştir.

Müslim Sahîh’inde Cabir radıyallâhu anh’den o da Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivâyet etti. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem hutbesinde şöyle derdi: Hiç şübheniz olmasın ki sözlerin en hayırlısı Allah celle celâlühû’nun hitâbı, yolların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in yolu, işlerin en şerlisi sonradan îcâd edilenleridir ve her bid'at sapıklıktır.[44]

Nevevî şöyle demiştir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at sapıklıktır sözü sınırlandırılmış bir umûmî hükümdür. Kasdedilen bid'atlerin çoğunluğudur. Lugat âlimleri demişlerdir ki; bid'at demek geçmiş misâli olmadan yapılan her bir iştir. Âlimler bid'at’ın beş kısım olduğunu söylemiştir: Vâcib, mendûb, harâm, mekrûh ve mübâh. Vâcib olan bid'atlerden birisi kelam âlimlerinin mülhid ve bid'atçılara karşı delîlleri dizmeleri ve benzeri şeylerdir. Mendûb olan bid'atlerden biri de ilim kitâblarını yazmak, medreseleri, tekkeleri ve başka şeyleri bina etmektir. Mübâh olan bid'atlerden biri de değişik yemekler ve benzeri şeylerde genişliktir. Harâm ve mekrûh olan bid'atler ise açıktır. Bu anlattığım bilinirse hadîsin aslında ma'nâsı genel olan ama sınırları (başka delîller yüzünden) daraltılan bir hadîs olduğunu bilir. Gelen buna benzer sâir hadîsler de böyledir. Ömer radıyallâhu anh’in ne güzel bid'at sözü de bunu te’yid etmektedir. Hadîsin tahsîs edilen bir âmm oluşuna, her bir bid'at sözünün her bir ifâdesiyle pekiştirilmesi mâni' değildir. Aksine buna rağmen hadîse bir sınırlandırma gelmektedir. Bu, Allah Tealâ’nın her bir şeyi tedmîr/kahr ve helâk edersin[45] sözü gibidir.[46]

Hâfız ibn-i Receb, Erbaîn Şerhi’nde şöyle demektedir: Bid'at’le murâd edilen Şerîat’ın kendisine delâlet edeceği aslı bulunmayan şeyler türünden yapılan ihdâslar/îcâdlardır. Şerîat’tan kendisine delâlet edecek bir aslı bulunan şeyler ise, lüğat olarak her ne kadar bid'at ise de Şerîat’ça bid'at değildir.[47] (İbn-i Receb’in sözü bitti)

İbn-i Hacer şöyle demiştir: Muhdesât, (sonradan îcâd edilen ma’nâsına gelen) muhdese kelimesinin çoğuludur. Bununla murâd edilen, Şerîat’ta aslı olmadığı hâlde îcâd edilen şey demektir. Bu, Şerîat örfünde bid'at diye isimlendirilir. Şerîat’ın delâlet edeceği aslı bulunan bir şey ise bid'at değildir. O hâlde Şerîat örfünde bid'at mezmûmdur ama lüğattaki bid'at böyle değildir. Zîrâ misâlsiz olarak ihdas edilen her bir şey övülen olsun, yerilen olsun bid'at diye isimlendirilir.[48](İbn-i Hacer’in sözü bitti.)

Ben (Ğumârî) derim ki; Şerîat’ın şâhidlik yapacağı bir aslı olduğu hâlde sonradan îcâd edilen şeye sünnet-i hasene/güzel sünnet ismi verilir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem onu böyle isimlendirmiştir. Bunun mukabili de sünnet-i seyyie/kötü sünnet diye isimlendirildiği gibi, bid'at diye dahî isimlendirilir.

Ebû Nüaym İbrâhim ibnü’l-Cüneyd’den şöyle dediğini rivâyet etti: Şâfi'î’yi şöyle derken işittim: Bid'at iki çeşittir; övülen bid'at ve yerilen bid'at. Sünnet’e uyan övülen, Sünnet’e ters düşen de yerilen bid'at demektir.[49]

Beyhaki, Menâkıbu’ş-Şafi’î’de İmâm Şâfi'î’den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sonradan îcâd edilen şeyler iki çeşittir: Bir âyete veya bir sünnete, yahud bir esere, yahud da bir İcmâ'a ters düşen bid'at. Bu sapıklık olan bid'atıdır.[50]

İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri’de şöyle demiştir: ’İrbâz b. Sâriye’nin hadîsindeki sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım sözünden sonraki, zîrâ her bir bid'at bir sapıklıktır ifâdesi, sonradan îcâd edilen şeyin bid'at diye isimlendirildiğini göstermektedir. Her bir bid'at bir sapıklıktır sözü mantûku/açık ibaresi ve mefhûmu yani ma'nâsıyle küllî bir Şer’î kaidedir. Mantûkuyle bunun böyle olması sanki şöyle denilmesi gibidir; şunun hükmü bid'attır, her bir bid'at sapıklıktır, o hâlde bid'at Şerîat’ten olmaz, çünkü Şer'îat’ın tamamı, hidâyettir. Eğer sözü geçen hükmün bid'at olduğu sâbit olursa, iki mukaddime yani öncül sahîh olur ve matlûbu netice verir. Her bir bid'at bir sapıklıktır sözüyle anlatılmak istenen, sonradan îcâd edilip de Şerîat’tan ne husûsî ne de umûmî bir yolla delîli bulunmayan şey demektir.[51] (İbn-i Hacer’in sözü burada bitti)

İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât isimli eserinde şöyle demiştir: Şerîat’ta bid'at, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem zamanında bulunmayan bir şeyin sonradan ihdâs edilmesi demektir ki, güzel ve çirkin diye ikiye ayrılmaktadır. Abdülazîz b. Abdisselâm el-Kavâid isimli kitâbının sonunda şöyle demiştir: Bid’at, vâcib, harâm, mendûb, mekrûh ve mübâh’a ayrılmaktadır. Bundaki yol, Şerîat’in kaidelerine arzedilmesidir. Eğer vâciblik kâidesine dâhil oluyorsa, vâcibdir. (Abdülazîz b. Abdisselâm’ın sözü bitti.)

İmâm Beyhekî, Menâkıbu’ş-Şâfiîde, isnâdıyla İmâm Şâfiî’den, şöyle dediğini rivâyet etti: Sonradan îcâd edilen işler iki kısımdır: Birincisi, bir âyete veyâ bir hadîse, yâhud bir eser’e, yahud da bir icmâa ters düşen şeylerdir ki, işte sapıklık olan bu bid’attır. İkincisi de, îcâd edilen hayırlı şeylerdir. Bunun hakkında âlimlerden hiç birinin muhâlif görüşü yoktur. Bu kınanmayan bir sonradan îcâd edilen şeydir. Ömer radıyallahu anhu Terâvîh namazı için bu ne güzel bir bid’attir derken, “önceden mevcûd olmayan, olduğu zaman da kendinde geçmişi inkâr bulunmayan bir îcâd olduğu”nu, kasdetmektedir. Bu, Şâfiî’nin -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- sözünün sonudur. [52] (Nevevî’nin sözü bitti.)

Yukarıdaki nakillerden anlaşılmaktadır ki, âlimler bid'atın mahmûd/övülen ve mezmûm/yerilen diye ikiye ayrıldığında ve Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bunu ilk defa konuşan olduğunda söz birliği hâlindedirler ve gene âlimler Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at bir sapıklıktır sözünün âmm-i mahsûs olduğunda da müttefiktirler.

İmâm Şâfi'î şöyle demiştir: Şerîat’tan dayanağı olan her bir şey, Selef onu yapmasa da bid'at değildir. Zîrâ Selef’in onunla amel etmeyi terk etmesi bazen o anda kendileri için mevcûd olan bir ma’zeret sebebiyle, yahud ondan daha üstün bir şey sebebiyle, yahud da onun bilgisi tamamına ulaşmaması sebebiyle olmuş olabilir.(Şâfi'î nin sözü bitti.)

İbnü’l-Arabî şöyle dedi: Bid'at ve muhdes, lafızları veya ma'nâları yüzünden zemmedilen iki lafız değildir. Bid’atın Sünnet’e muhâlif olanı kınanır. Muhdeslerin yani sonradan îcâd edilen şeylerin sapıklığa çağıranları zemmedilir. (İbnü’l-Arabî’nin sözü bitti.)

Ulemânın Her bir bid'at bir sapıklıktır hadîsinin tahsîs edildiğine, yani sınırlarının daraltıldığına dâir olan görüşlerinin hadîslerden bir çok delîli vardır. (Bunlardan biri de şu hadîsdir:) “Kim İslâmda güzel bir çığır açarsa, onun için o çığırın ecri ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin, onların ecrinden hiçbir şey noksan olmaksızın ecri vardır.. Kim de islâmda kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin günahı, o kimselerin günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onun üzerinedir.”[53]

Nevevî şöyle dedi: Hadîsde, hayırlı işleri ilk yapan olmak ve güzel sünnetler îcâd etmeye teşvik ile bâtıllar ve çirkin görülen şeylerden sakındırmak vardır. Bu hadîsde, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Sonradan îcâd edilen her bir şey bir bid’at, her bir bid’at da bir sapıklıktır sözünün sınırlandırılması ve bununla anlatılmak istenenin sonradan îcâd edilen bâtıl şeyler ile kınanan bid’atlar olduğu vardır.[54]

Sindî İbn-i Mâce Hâşiyesinde şöyle demektedir: Güzel bir sünnet demek, uyulacak ve gidilecek güzel bir yol demektir. Güzel ile kötünün arası Şerîat’ın ölçülerine uyup uymamakla ile ayrılır.. (Sindî’den nakil son buldu.)

Bu hadîs (ve buna benzer hadîsler) bid’at’in, hasene ve seyyie diye ikiye ayrıldığını açıkça ifâde etmektedir. Hasene şahsı bakımından bid’at ise de nev’i/türü bakımından, Şer’î bir kâide veya bir âyet yahud, hadîsin geneli altına girmesi sebebiyle meşrû’dur. İşte bundan dolayı hasene diye isimlendirilmiştir. Ve ecri o çığırı açan üzerinde öldükten sonra devâm eder. Seyyie de Şerîat’in kaidelerine muhâlif olandır. Kınanan sünnet ve sapık olan bid'at da budur.[55] (Ğumârî’den nakiller bitti.)

Bu husûsta geçmiş bir çok büyük âlimden nakil yapılabilir. Lâkin buna lüzûm görmüyoruz.

Mühim Bir Süâl: Râbıta inkârcıları bize sorsalar; Ey Râbıtayı kabûl eden Nakşî Tarîkati mensûbları!.. Yukarıdaki nakillerinizden bid'atin, hasene/güzel ve seyyie/kötü diye ikiye ayrıldığı görülmektedir. Hâlbuki, Râbıta’yı kabûl edip onunla amel eden sizlerin imâmlarınızın en büyüklerinden olan İmâm Rebbânî, bunu kabûl etmemektedir; bid’atin hepsi kötüdür, güzeli olmaz demektedir;[56] buna ne dersiniz?

Cevâb: Büyük Muhaddis ve Fakih Abdülğenî el-Müceddidî, İbn-i Mâce Hâşiyesi İncâhu’l-Hâce’de, Kim bizim bu dîn işimizde ondan olmayan şeyi uydurursa o (uydurduğu) merdûddur hadîsini îzâh ederken şöyle diyor: Ondan (dînden) olmayan şeyi demek, dînin vesîlelerinden (de) olmadıkça demektir. Zîrâ vesîleler, ona (dîne) dâhildir. İşte bundan dolayı, Müceddid (İmâm Rebbânî) -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- dîn işinin vesîleleri olan sarf ve nahiv gibi ilimlerin, Sünnet’e dâhil olduğunu bid’at ta'bîrinin bunlar için kullanılmayacağını, söylemiştir. Zîrâ O’na göre, -Allah celle celâlühû Ondan râzı olsun- bid’atta kesinlikle bir güzellik yoktur. İşte bu yüzden O şöyle diyor: Nûru, sabâhın aydınlığı gibi de olsa, bid’at-i hasene[57] terk edilir. Çünki bid’at kesinlikle Sünnet’i kaldıran bir şeydir. Bir kişi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını yaparsa o hususta ona muhâlif olur. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığını yapmazsa yine öyle olur. (O’na muhâlif olur. İmâm Rebbânî) İşte bundan dolayı, namaza başlarken dil ile yapılan niyyeti men' etti. Zîrâ niyyetin dille yapılması ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, ne de müctehidlerden birinden sâbit olmamıştır. Âlimlerden bid’at-i hasene/güzel ve seyyieye ayıran da vardır. Bununla beraber âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Helâya girerken önce sol ayağı içeriye sokmak gibi küçük bir şey de olsa, Sünnet’i işlemek, medreseler inşâ etmek gibi büyük bir iş de olsa bid’at-i haseneden evlâdır, daha iyidir.[58] (El-Müceddidî’nin sözü bitti.)

Hâsılı, bid'atin, hasenesi/güzeli olmaz; hepsi, seyyiedir/kötüdür diyenler Şer'î ıstılâhı kasdediyorlar; lügat ma’nâsındaki bid'at’i kasdetmiyorlar. Bid’atin güzeli de vardır diyenler, Şer’î Istılâhı kasdetmeyip lüğat ma’nâsını murâd ediyorlar. Yani her iki guruba göre de bid’at-i hasene Şer’î ma’nâda bid’at değildir. İmâm Rebbânî Şer’î ıstılâhı esas alarak Şer'îat’ı ve Sünnet’in temel esaslarına uyan ama şeklen sonradan ortaya çıkan bir şeye bid’at demez. Diğerleri de şeklen sonra ortaya çıkmasından dolayı lügat ma’nâsıyla bid’at, Şerîat esasına dayandığından dolayı hasene demişlerdir. Kısacası hilâf/anlaşmazlık lafzîdir, ma’nevî değildir. Esâsda hepsi bir kapıya çıkmaktadır.[59]

Mecmuamızın ileriki sayılarında delîller getirildiğinde de görüleceği ve anlaşılacağı gibi, Râbıta’ya Şer’î ma’nâda bid’at denemez. Çünki, Kur’ân ve Sünnet’e uymayan bir yanı bulunmadığı gibi, onlarla emredilen zikrin vesîlesi olmanın yanında, Şer’î delîllerden bir nicesinin umûmu/geneli ve kapsamı çerçevesinde düşünülebilecekleri çok açık ve esaslı dayanakları vardır.

Altıncı Nokta

Tekfîrde Lüzûmlu Dayanak Nedir?

Bir kimseyi kâfirlik veya müşriklikle suçlamak için lâzım olan yeterli delîl nedir?

Bunun için te'vîl/yorum kaldırmayacak seviyede açık âyet veya yine te’vîl götürmez mütevâtir Sünnet, yahud İcmâ'’a ihtiyac vardır. Başka şekilde, Kıyâslarla veya ictihâdlarla, hele Kıyâs ve ictihâd bile olmayan saçmalamalarla bir işe küfür veya şirk, bunu gördükleri kimseye kâfir veya müşrik diyenler, ya câhil ahmaklar veya hâin zındıklardır. Mütevâtir olmayan ve başka şekilde te’vîl edilemiyen sahîh hadîslerle Ehl-i Sünnet'in cumhûruna göre kesin harâmlık bile sâbit olmaz, sadece mekrûhluk ve inançlaştırma bahis mevzûu ise küfre sokmayan bid’at hâsıl olur. Ya, câhil ve sapık Râbıta düşmanlarının yaptıkları gibi abuk subuk yorumlamalarla olursa? Bu, düpedüz Allah celle celâlühû ve Resûlü ile alay etmek olur. Şunların hâlleri berbat… Câhillikleri ma’zeret olarak kabûl edilmezse işleri hepten kül…

Yedinci Nokta

Her Mes'elenin Delîli İllâ da Mantûk mu Olmalıdır?

Başka bir tâ'bîrle, ona âid husûsî bir ibâre midir? Hayır… Bir husûsun delîli illâ da onun için getirilen ibâre değildir. Bu dediğimizi daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki soruyu cevâblandırmamız lâzımdır; Sözün ma’nâsını anlama kaç şekilde olur? veya, bir sözden bir ma'nâyı anlamanın kaç yolu vardır? Dört şekilde olur; veya dört yolu vardır;

Bir: Söz, ma’nâyı, nazmı (kendi dizilişi) ile gösteriyor ve o ma’nâ için getirilip söylenmiş ise, bu, ibaresiyle(ma’nâyı) gösterendir.

İki: Değilse, yani bir ma’nâyı göstermek için söylenmemişse, fakat yine de o ma’nâyı nazmıyla gösteriyorsa, işaretiyle o ma’nâyı gösterendir.

Üç: Eğer söz, nazım (kendi dizilişi)) ile bir ma’nâyı göstermiyor fakat lügatin mefhûmu (dilden anlaşılan ma’nâ) ile gösteriyorsa, delâletiyle o ma’nâyı gösterendir.

Dört: Değilse, (yani, ma’nâ lüğatten de anlaşılmıyorsa), iktizası ile o ma’nâyı gösteren bir lafız olur. (Yani, sözde o ma’nâ gözükmese de lafız o ma’nâyı gerektirir.)

Dolayısıyla, Râbıta'nın meşrû'luğu için illâ ona âid husûsî bir ibâre aramak, bu yoksa, diğer yollara bakmadan onu reddetmek ya câhillik veya hâinlikdir. Câhil olanlar, ibâre ma’nâsının dışındaki diğer üç ma’nâyı görmeyip, meselâ, bunun neresi Râbıta delîli? diyebilirler. Zîrâ bu onların cehâlet ve ona paralel olan idrâksizliklerinin muktezasıdır. Bu gibi gülünçlüklere sıkça rastlamaktayız... Delîl isterlerken illa, ibâresiyle delâlet eden delîl isterler. Ama kendileri delîl getirirlerken bu dördün de dışına çıkarak kısmen zann ifâde eden Kıyâsın hiçbir şey ifâde etmeyen (hattâ yalan ifâde eden) batılıyla insanları şirk ve küfürle suçlayabilirler…

Sekizinci Nokta

Sözün Açık Veya Kapalı Oluşu Kaç Çeşittir?

Lafzın/sözün ma’nâsı, eğer açıksa, ya, tahsîs/sınırlandırma kabûl eder veya etmez. Ederse, ma’nâsının açıklığı, ya sırf sîğesi (kalıbı) sebebiyledir, ki o zaman zâhir (açık)dir; Veya (sırf sîğesi sebebiyle) değildir, ki o takdîrde nassdır. Lafızda te’vîl ve tahsîs ihtimâli yoksa, ya nesh kabûl eder veya etmez. Ederse, mufesserdir/tefsîr edilendir. Kabûl etmezse muhkemdir.

Eğer lâfzın ma’nâsı gizli kaldıysa, bu kapalılığı, ya sîğeden başka bir şey sebebiyledir, ki, bu hafîdir, yahud sîğeden dolayıdır, ki bu da, eğer düşünmekle idrâki mümkin ise, müşkil, değilse, açıklanması, (başka delîllerle) umulan bir şeyse mücmel, değilse, müteşâbih olur.

Ayrıca, Lâfzın ma’nâda kullanılması, ya hakîkattır, veya mecâzdır. Bu ikisinden her birinin murâdı açıksa sarîh, kapalıysa, kinâye olur.[60]

Râbıta inkârcıları, onun meşrû'luğu için illâ apaçık delîl isterler. Oysa ilimde mu'teber olan delîllerin hepsi aynı açıklıkta değildir. Kimileri kısmen kapalı delîllerdir. Şunların hepsi de delîl olmaya elverişlidir. Lâkin yapılan sınıflama, bilhassa iki noktada mühimdir: Birincisi: Bunlardan her birinin bir husûs için delîl oluşunu inkâr etmenin hükmü ayrıdır. İkincisi: Şunların kendi ayarında zıd delîl bulunması hâlinde tevakkuf edilmesi, ikisininde i'tibârdan düşmesi, daha açık başka zıdd delîllerle teâruz/çelişki ânında da, daha açık olanların tercîh edilmesi gerekir.

Râbıta kendinden daha açık veya kendine denk hangi delîlle çelişmektedir? Bu ortaya konulmadıkça, onun meşrû'luğuna dâir getirilen delîllerin şu yollarla delîl olamayacakları gösterilemedikçe, yapılacak her bir karşı çıkmanın câhillikten veya sapıklıktan doğduğu inkâr edilemeyecektir. Halbuki biz, Râbıta inkârcılarında bu dediklerimizin hiçbirini göremiyoruz.

Dokuzuncu Nokta

Sükûtî İcmâ' Bir Hüküm Bildirir mi?

Evet, Sükûtî İcmâ’, Sözlü İcmâ' seviyesinde değilse de bir çok âlime göre bir hüküm bildirir.

Alâuddîn Buhârî şöyle diyor: Ruhsat icmâ'ının bu ismi alması, âlimlerin tamâmının fâsıklık ve dîn işlerinde kusûr etmekle suçlanmalarından korunmuş olmak için zarûret îcâbı icmâ' kabûl edilmesi sebebiyledir.[61] Mes'elenin sûreti/şekli şudur: Bir asırda Ehl-i Hall ve Akd'dan[62] bir kimse, bir mes'elede, bu mes'ele üzerinde mezheblerin hükmü yerleşmeden evvel bir hükme kanâat getirse, şu kanâat, asrının ahâlisi arasında yayılsa, üzerinden düşünme zamânı geçse ve ona muhâlif biri ortaya çıkmasa, bu ashabımız(Hanefî âlimlerin)in çoğuna göre kesin bir İcmâ' olur. Fiil/iş de böyledir. Ya'nî İcmâ' ehlinden birisi bir iş yapsa, onu zamânının âlimleri bilse hakkında düşünme müddeti geçtikten sonra ona hiçbir kimse karşı çıkmasa bu onlar tarafından şu işin mubâh olduğuna dâir bir icmâ' olmuş olur. Buna, onu kabûl edenlere göre Sükûtî İcmâ'/susmakla olan icmâ' ismi verilir.[63] (Alâuddîn Buhârî’nin sözü bitti.)

Râbıta amelini/işini yapan veyâ yapılmasını emreden bir değil sayılamayacak âlimler, ârifler ve sâlihler olmuştur… Râbıta, Müctehidler, Fakîhler Muhaddisler, Müfessirler ve Akâid âlimlerinin bol olduğu zamanlarda hemen hemen herkesin bildiği ve şâhid olduğu bir seviyede şöhretle işlenmekteydi. Buna rağmen, Râbıta'ya karşı gelen, veya onu şirk yâhud bid'at diye vasfeden hiçbir ilim sâhibi bilinmemektedir. Bu da bir Sükûtî İcmâdır. Zamânımızın akıl, ilim, hidâyet ve edeb müflislerinin söylemekte olduklarının ise bizce peş paralık bir kıymeti bile yoktur…

Onuncu Nokta

Sâlihlerin Örf ve Âdeti Meşrû'luk İfâde Eder mi?

Evet, eder. Nitekim bu husûs, Usûl-i Fıkıh kitablarında,[64] birtakım müstakıl risâlelerde,[65] Eşbâh ve Mecelle gibi Küllî veya Ekserî kâidelerden de bahseden eserlerde[66] etraflıca anlatılır.

Mü'minlerin güzel gördüğü, Allah celle celâlühû katında da güzeldir.[67] Örf ile sâbit olan Şer'î bir delîl ile sâbit olmuştur.[68] Örf ile sâbit olan Nas ile sâbit olmuş gibidir.[69] Örfün makbûl olmasının da elbette şartı vardır: Nassa muhâlif örfe i'tibâr edilmez.[70]

Netîce

İşte size tam on tane usûl kâidesi… Bunlar çerçevesinde de işte size meşrû' bir amel; Râbıta… Bahsi geçen âyetler, hadîsler ve fıkhî istinbâtlar dâiresindeki şu kâidelerin veya Râbıtanın bunlar çerçevesinde olduğunun yanlışlığı isbât edilmedikçe, onu inkâr etmek, en hafîfinden hevâ ile amel etmektir. Nefse ve hevâya tapınmaktır da diyebilirsiniz. Âbidler, ârifler ve zâhidler topluluğu olan Sûfiyye tâifesi gibi salâh ve takvâda mü'minlerin nümûneleri olan nezîh zâtların örfü hâline gelen Râbıta Allah celle celâlühû katında da elbette güzeldir.


 

 



[1] Şu yazı bilhassa bir ilim yetîmi ve fakîri olan Profesör Abdulaziz BAYINDIR’ın ve beşik şeyhliği ile hakiki şeyhliği karıştıran Ferit AYDIN isimli kimsenin hezeyanları münâsebetiyle kaleme alınmıştır.

[2] Tâcü’l-Arûs: 10/262

[3] Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi: 3/659

[4] Mısbâh: 462

[5] Ahterî: VSL maddesi.

[6] Allah’ın razı olduğu şeylerde yok olma mertebesine varmış. (İmâm Rebbânî:

 Mektûbât:1/102-103)

[7] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Risâle-i Râbıta, Reşâhât kenarı: 222-223

[8] Daha kültürlü veya entellektüel (!) zevâtın ifâdesiyle, metotik yahud metodolo jik

[9] Ki doğru değildir. Söz doğru olduğu takdîrdedir.

[10] Yani önceleri ateşte pişen yemeği yediği için abdest alıyordu. Sonra artık ab- dest almadı.

[11] Ama abdest alsa daha iyi olur.

[12] [Buhârî, Sahîh, İ’tisâm: 4, Meğâzî:74, Müslim, Libâs:52, Ahmed Hanbel, 4:165]

[13] Bir şeyi zikredip netîcesini kasdetmek de bir mecâzdır.

[14] Altun yüzüğü Ashâb’ın kullanmamaları, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in onu kullanmayı terk edişinden değil, kullanmayacağım sözünden ve başka şu ya- saklığa dâir açık nasslar sebebiyledir..

[15] Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk:5-25 den hulâsa

[16] İbn-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (Hamevî Hâşiyesi ile beraber):1/223-225

[17] Yer yer şerh ve hâşiyelerin hattâ bazen de şunların metinlerinin üzerine yazılan açıklamalar.

[18] Hamevî, aynı yer.

[19] Hamevî aynı yer.

[20] Telvîh: 2/39

[21] Veya Sa’d, yahud Ahmed er-Rûmî. Kadızâdelerden.

[22] Leknevî, Tervîhu’l-Cinân Bi Teşrîh-i Hukmi Şurbi’d-Dühân isimli risâle:17

 (Mecmûu Resâili’l-Leknevî:2/267)

[23] Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/14-16

[24] Mefhûm-i Muhâlefet: Kelâmdan iltizâm yoluyla anlaşılan şeydir/ma'nâdır. Denil miştir ki, hükmün meskûtta/sözü edilmeyen, susulan şeyde, mantûkun/sözü edilenin zıddına isbât edilmesidir, var olduğunun söylenmesidir. (Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât)

[25] İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem:2/164-165

[26] Alâuddîn Muhammed İbnü Abdülhamîd es-Semerkandî, El-Mîzân fî Usûli’l-Fıkh :191, Dâru’l-Kütüb’l-İlmiyye

[27] Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî (Muâsır ulemâdan. Cihâdda Şehîd düşenler den), Fıkhu’l-Müşkilât: 37-48

[28] [Gezâlî, (el-Mustasfâ: 2/40-139)], Kâsimî:38

[29] [Fahruddîn er-Râzî, (El-Mahsûl: 2/434)], Kasimî:38

[30] [Ğezâlî: (el-Mustasfâ:1/139)], Kâsimî: 38

[31] [Şâtıbî, (El-İ’tisâm: 1/111)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:42-43

[32] [Âmidî, (el-İhkâm: 4/160)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[33] Tahrîr’in ifadesi Hanefîler ve diğerleri şeklindedir, Kâsimî’nin naklettiği gibi

bazıları değil.

[34] [Et-Teysîr ale’t-Tahrîr: 4/171, el-İ’tisâm: 2/111, el-İhkâm:4/169], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[35] Bakara:117, En’âm: 101

[36] [İsnadı sahîhtir. Ebû Dâvûd, es-Sünne (4607), Tirmizî el-İlm (2676), Tirmizî bu hadîs hasen ve sahîhtir demiştir. İbn-i Mâce Mukaddime (42, 43), Ahmed İbn-i Hanbel (4/126,127), Hâkim (1/95,1/96), Hâkim, bu hadîs illeti olmayan sahîh bir hadîstir, dedi ve Zehebî O'na muvâfakat etti.]

[37] [Müslim, Zekat (69/1017)]

[38] [Buhârî, Terâvîh Namazı (2010)]

[39] [Önceki hadîsin kendisi (Ebû Dâvûd ve Tirmizî hadîsi)]

[40] [Ahmed İbn-i Hanbel (5/382), Tirmizî, Menâkıb (3662, 3805), İbn-i Mâce (97)],

 [Taberânî el-Kebîr (8426), İbn-i Hibbân (İhsân-6863)]

[41] [En-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: (1/106, 1/107)]

[42] [El-Mısbâhu’l-Münîr: (38). El-Mektebetü’l-ilmiyye Beyrut.]

[43] [Feyrûz Âbâdî, Kâmûs-i Muhît, (b,d,a) maddesi, (907) Müessesetü’r-Risâle]

[44] [Müslim Cumu’a: (43/867)]

[45] Ahkâf 25

[46] [Sahîh-i Müslim, Nevevî şerhi ile beraber (6/154-155)]

[47] [Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem (397, Darü’l-Fürkân-Ürdün)]

[48] [Fethu’l-Bârî (13/266, 13/267), Reyyan Baskısı]

[49] [Ebû Nüaym, Hilyetü’l-Evliyâ (9/113)]

[50] [Fethu’l-Bâri (13/267)]

[51] [Fethu’l-Bâri (13/267-13/268)]

[52] İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât: 3/22-23

[53] [Müslim, Zekât (1/1017), Nesâî, Zekât (5/75-77), İbn-i Mâce, Mukaddime (203)

 Cerîr b. Abdillâh el-Becelî’den]

[54] [Sahîh-i Müslim, Nevevî Şerhi ile (1/226-227)]

[55] Ğumârî’nin İsmi geçen risâlesinden hulâsa

[56] İmâm Rabbânî, Mektûbât:1/159-160, 186. Mektûb

[57] Allahu a’lem, vesîlelerden olmamasına rağmen isâbetsiz olarak, vesîle kabûl edilip kendisine hasene/güzel denilen sonradan îcâd edilen şeyleri kasdediyor. Namaz niyyetinin dille yapılması ve kefene yapılacak ilâve, açıktır ki, niyetin ve kefenin vesîlelerinden değildirler, ve bu hususlardaki sünneti ortadan kaldırmaktadırlar. Ama O, buna rağmen bunların güzel bulunmasına -haklı olarak- bir ma'nâ veremiyor. Bunların hasene diye isimlendirilişleri, bid’ati, hasene ve seyyieye ayıranların ta'rîfine de uymuyor.

[58] İncâhu’l-Hâce:3

[59] Bu bid’at husûsunda Allâme Leknevî’nin, İqâmetü’l-Hucceh isimli kıymetli bir risâlesi vardır.

[60] Her hangi bir Usûl-i Fıkıh kitabının Hakîkat, Mecâz ve Kinâye bahisleri.

[61] Ya'nî, âlimlerin susup da inkâr etmedikleri bir söz veya işin biz yanlış olduğunu kabûl edecek olursak, şu âlimlerin tamâmını fâsık olmak ve dînî işlerde kusûr işlemekle suçlamış oluruz. Bu ise kesinlikle yanlıştır. Şu yanlıştan sakınmış olmak için de onların bu susmasını bir icmâ' olarak kabûl etmeye mecbûruz.

[62] Mü'minlerin müşkillerini/problemlerini ve işlerini Şer'î ölçüler içinde çözen ve karâra bağlayan, onlar tarafından tabiî olarak dînî liderler kabûl edilen Rabbânî âlimler topluluğu

[63] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr alâ Usûli'l-Pezdevî: 3/228

[64] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr:2/95, Lafızların hakîkatlarının kendisiyle terk edileceği şeyler bahsi.

[65] İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'zı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/ 114

[66] İbn-i Nüceym, El-Eşbâh ve'n-Nezâir, Altıncı Kâide:1/126-139, Mecelle-i Ahkâm-i Adliye:36,37ve 38. maddeler.

[67] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, Abdullah İbn-i Mes'ûd'dan, mevkûf olarak. Tahrî ci ileride etraflıca gelecek.

[68] Şerh-i Eşbâh’ı Bîrî'den naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[69] Mebsût'tan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[70] İbn-i Hümâm'dan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

   
© incemeseleler.com