Son günlerde Osmanlı tarihine olan ilgi ve merak, kimilerini memnun etmese de, oldukça sevindirici bir olay. Osmanlı tarihine olan bu ilgi, türlü soruları ve merakları beraberinde getiriyor ve “Biz aslında Neydik” sorusunu gündemimize taşıyor.

“Bir kere yaşanan bir daha neden yaşanmasın ki? Zaten tarih de bizi geleceğe iten bir tsunami olmayacaksa bırakalım mahzenlerin içinde gizli kalsın. Ben bir “Osmanlı tsunamisi”ni tetiklemeye çalışıyorum. Daha doğrusu bu tsunaminin gelmekte olduğunu haber vermek istiyorum. Gözü açık olanlara elbette… Bakın, diyorum, Osmanlı tsunamisi geliyor, dikkatli bakın!” (Mustafa Armağan) 

Geçmişinden kopuk bir millet başkalarının kukla milleti olmaya, müsait hale gelir gerçeğini hatırlattıktan sonra Hekimoğlu İsmail bu gerçeği destekler mahiyette şöyle diyor;  

“Madrid’de boğa güreşlerini seyrettim. Eğer birinci boğanın başına gelen olayları ikinci boğa bilseydi, matadorların elinde oyuncak olmayacaktı.”  

Bir tarih kitabı için, önsöz olabilecek müthiş bir başlangıç.

Evet tarih bize birinci boğanın başına gelenleri anlatır. Geçmişten ders almayı, bu dersler ışığında günümüzü ve geleceğimizi anlamlandırmayı ve önümüzü görmeyi sağlar. 

Kendilerini Cumhuriyet çoçuğu olarak adledip, geçmişini reddedenlerin ise maalesef bu şansları yoktur. Koyu bir ideoloji esiridir onlar. Tabuları ve dogmaları vardır. Kıymeti kendinden menkul değerleri, sihirli küre misali dokunulamaz ve sorgulanamaz efsanevi kahramanları ve mitolojik tarihleri vardır. Adeta bir filmi, ortasından seyredip, sebep-sonuç ilişkisi kuramadıklarından türlü boş yorumlar, paranoyalar ve düşmanlar üretirler. Yaptıkları en güzel işte budur!   

Bir arkadaşımın “Osmanlı sanayileşemedi, geri kaldı ve bizlere bir çivi bile bırakmadı ” şeklinde şikayet dolu serzenişleri vardı. Aslında bu tip yorumlar, sorgulama ve anoloji yoksunu, ezberci çarpık eğitim sistemimizin bir sonucuydu. Doğruların daha okulun kapısında nöronlarımıza monte edildiği bir sürece günümüzde eğitim denilmiyor ne yazık ki. Misak-ı Milli sınırları içerisinden görmeye ve düşünmeye alıştırılmış bir neslin dramıdır yaşadığımız.   

Çünkü tarih; sadece içerden bakılarak, kendi kendimize kurduğumuz, nesiller boyu sorgulamadan, derine inmeden kabul ettiğimiz, mitolojilerle anlaşılabilecek bir şey değildir. 

Tarihte tek gibi görünen olayı anlayabilmek bile, bütün tarihi seferber etmeyi gerektirebilir.    Avrupa ve dünya tarihlerini de çok iyi bilmeyi ve arşın merkezine seyahat etmeyi gerektirebilir. 

Evet Osmanlı sanayileşemedi. Ama bazılarının zannetiği gibi bu tembellikten, zevk-ü sefaya düşkünlükten yada bilime ve ilerlemeye set durduğuna inanılan din olgusunun varlığından dolayı değildi. 

Bir kere sanayileşebilmek, büyük sermayeler gerektiren bir süreç. Bu sermaye doğal yollarla elde edilemez. Özellikle, dönemin Avrupa devletlerine bakarsanız, normal şartlarda  iki yüz yılda elde edilebilecek ekonomik gelişimi ve sermayeyi, kurdukları sömürü düzenleriyle yirmi yıl gibi kısa bir sürede tamamladıklarını göreceksiniz. Bu hıza ayak uydurmak gerekirse, bir haydutluk düzeni ve bir vahşet düzeni kurmanız kaçınılmazdır. Sömürü ve yeniden sömürüyü gerektiren, yeniden kendini vareden zülüm döngüsü kurmanız gerekir ki bu, ne Osmanlının kurucu kodlarıyla ne de insanlık değerleriyle bağdaşan bir durumdu.    

Mesela Fransa’nın Cezayir’i işgaline bir bakın. Fransa buğday ihtiyacını karşılayabilmek maksadıyla Cezayir’i işgal etmiş ve sömürgeleştirmişti. Arkasından beyinleri ve ekonomiyi de sömürgeleştirdiler. Öyle bir bağlayıcı ekonomi kurdu ki; ancak Fransa’ya bağlı kalırsa ayakta durabilecekti Cezayir. Bugün bile Cezayir’de sömürge ekonomisinin izleri silinebilmiş değildir. 

İşte bugün kalkınan ülkeler sermayelerini bu şekilde oluşturmuşlardı. 

Ruslar; Sibirya’yı Balkanları ve Türk hanlıklarını,

İngilizler; Hindistan, Avustralya Afrika ve Amerika’yı,

Fransızlar; Güney Afrika’yı, Kuzey Amerika’yı, Kanada’yı,

Hollanda; Güneydoğu Asya adalarını,

Belçika; Kongo’yu,

Danimarka; İzlanda’yı,

Japonya; Kore’yi, ve Tayvan’ı sömürgeleştirdiler ve akan sermayeyi bir vantuz gibi içine çektiler. 

Osmanlı ise inatla bir yandan sömürge düzenine karşı çıkıyor, bir yandan da sürekli toprak kayıpları veriyordu. Zamanla ortaya çıkan ağır siyasi, askeri ve ekonomik buhranlar ve toprak kayıpları neticesinde Avrupa sömürge devletleriyle bırakın rekabeti, insan sermayesi dahi sürekli tükeniyordu.   

Vahşi dünya Osmanlı’ya iki alternatif sunuyordu. Ya sömürge düzenini kuracak ya da içeriyi sömürecekti. Rusya ikisini de yapan ülke oldu. Sanayileşmenin bedelini toplumlara ödetemeyecek kadar insani bir düzen kuran Osmanlı ikisini de yapmadı. Çevresini saran kurtlarla, kurtlaşmadan mücadele etmeyi tercih etmişti. Keza, bütün dünya da acı bir süreçtir kapitalizme geçiş. Sanayileşme bedelsiz olmazdı. Nitekim, İngiltere sömürge düzeninden sonra ağır bir açlık ve sefalet bırakmıştı geriye.  

Sanayileşmenin insanı insanlıktan, tabiatı tabiatlıktan çıkartacak ve insanın Allah’la, vahiyle  olan bağlantılarını kopartacak gayri insani düzenine imza atmaktansa anka kuşu misali yanmayı ve küllerinden yeniden doğmayı denedi. Evet denilebilir ki; Osmanlının batışı bile muhteşemdi.  

Şimdi o kül nerede? Hangi diyarda? Henüz bilmiyoruz. 

Bildiğimiz bir şey varsa o da: Osmanlının arkasında bıraktığı boşluk doldurulamadı. O boşluğun yerini zülüm aldı. Arkasından kan ve gözyaşı hiç dinmedi.  

Ancak insanlık bu haksızlık ve zulüm düzeni devam ettikçe, Osmanlı yoksa bile insanlık yeni bir Osmanlı icad emek zorunda kalacaktır. 

Nerede mi ?  

Kim o ruhu, dinamizmi gösterir, hak ederse ve sahip çıkarsa onun toprağında boy verecek. Adı artık Osmanlı mı olur başka bir şey mi olur onu bilemem. 


Mehmet Bahadır

   
© incemeseleler.com