"Meal, insanların Kur'an'ın kendi mesajlarında anlayabilmesi için yapılmış bir eylemdir ve bir alimin Kur'an'ı Arapça okuyup dinleyenin kendi diline çevirerek izah etmesi de mealdir.
"Meal okunmasını önerenler dışlandığına göre ortaya koyduğunuz çözüm nedir?
"Mealsiz bir çözümünüzün olması imkansız... Ya Kur'an'ı tamamen saklayacak ve eski usul vaazlarda, vaizlerin okuyup anlayıp, anladığını insanlara anlatması gerektiğine karar vereceksiniz ya da insanlara bir şey okumalarını önereceksiniz.
Biz insanları "Kur'an okumaktan" değil, "meal okumaktan" sakındırıyoruz. "Kur'an okumak" ile "meal okumak" arasındaki fark, "Kur'an" ile "meal" arasındaki farktan kaynaklanıyor. Meal okuyan kişi, aslında Kur'an'ı değil, meal yazarının Kur'an'dan anlayıp aktardığı şeyi okuyor.
Mesele sadece bu değil. En az bunun kadar iki önemli nokta daha var:
Meal olgusunun sınırlı imkânları ve en önemlisi de meal üzerine din tasavvuru inşa etme hastalığı.
Şimdi soralım: Meal okuma eylemini ısrarla savunan kardeşlerimizin büyük bir yekûnu niçin Elmalılı, Ö. N. Bilmen veya H. B. Çantay merhumlar adına neşredilen mealleri değil de "yenilik" ve "farklılık" iddiasındaki meal yazarlarının çalışmalarını tercih ediyor?
Meselemizin bu sorunun cevabıyla hayatî bir bağlantısı var. Var, zira insanımızın büyük bir çoğunluğu ne yazık ki meal üzerinden "farklı din anlayışları"nın muhatabı kılınıyor. Türlü çeşit bid'at görüş ve yaklaşımlar insanımıza "meal çalışması" örtüsü altında servis ediliyor. İnsanımız da "Kur'an'ın gereği" zannederek meal yazarlarının (tabii ki hepsini kasdetmiyorum) bid'at düşünce ve yaklaşımlarını benimseyip itikat ediniyor.
Biz insanlara "Meal okumayın, şunu okuyun" derken Allah kelamının yerine başka bir şeyi ikame ediyor değiliz. Zira her şeyden önce meal "Allah kelamı" değildir. Hatta şunu söyleyelim: Arapça yazılmış bir tefsir için dahi "Kur'an'ın Arapça'ya tercüme edilmesidir" diyebiliriz, ancak açıklanarak, şerh, beyan ve tefsir edilerek...
Kur'an'la aramızdaki fıtrî bağ, onu bir "entelektüel bilgi nesnesi" olarak görmemize engel olmalı. Biz onu okurken -Efendimiz (s.a.v)'in tavsiye ve talimatı gereği- ağlayabilmeli, ağlayamıyorsak dahi "ağlar gibi" yapabilmeliyiz.
"Meal okumayın" ile "Kur'an'dan habersiz kalmayın" birbirinin aynısı değildir. Kur'an'dan haberdar olmak, ilahî hitabın muhtevasını mealde aramaya çalışmakla kaim değildir. Aksi takdirde şu sorunun cevabını vermekte acze düşeriz: "Bizden önceki nesiller "meal" olgusunu tanımadıkları halde Kur'an'la irtibatlarını nasıl canlı tuttu?" Onların Kur'an'ı anlamadığını, Kur'an'la irtibatsız yaşadığını söylemenin ciddiye alınır yanı olmadığına göre, bu noktada ciddi bir tefekküre ihtiyacımız var demektir.
Son olarak "illa meal okuyacağım" diyenlere tavsiyem, önce itikad ve amel planında sağlam bir altyapı edinsinler; kendilerini garantiye alsınlar. Bunun üstüne yapacakları meal okumalarında da "farklılık arayışı" olarak ifade ettiğim zihnî sürecin sahte cazibesine kapılmadan, amele ve ihlasa dönüştürebilecekleri pasajlara ağırlık versinler. Meali, entelektüel ukalalık tavrını beslemek için değil, ibret ve öğüt almak, kalp rikkatine ve ruh inceliğine ulaşmak için okusunlar. Ve elbette yanlarında mutlaka -muhtasar da olsa- bir tefsir bulundursunlar...
Meal sahiden yeterli mi?
Kur'an-ı Kerim insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ve onlara yolun doğrusunu göstermek için inzal buyurulmuştur. Nazil olduğu dönemden bugüne kadar bu maksadı gerçekleştirmiştir, bundan sonra da gerçekleştirecektir.
Bu cümleler kesin bir hakikati dile getiriyor olmakla birlikte, bugün bizim için gündem konusu olan bir meseleye açıklık getirmiyor.
Nedir o gündem?
Kur'an bir taraftan "bütün insanlığa"[1] hidayet rehberi olduğunu söylerken, bir taraftan da "mü"minlere/müttakilere/muhsinlere"[2] hidayet rehberi olduğunu vurguluyor. Onun bütün insanlığa hidayet rehberi oluşuyla mü'minlere/müttakilere/muhsinlere -hatta bu sonuncuların her birine- hidayet rehberi oluşu arasında bir keyfiyet ve mahiyet farkı bulunması gerektiği bedihîdir. Bu sebeple bu "ikili" hidayet fonksiyonunun ne suretle vuku bulduğu açıklığa kavuşturulmadan yapılacak meal okumalarının kafa karışıklığıyla neticelenmesine şaşırmamak gerekir. Bu noktada yaşanan kafa karışıklığının en yalın hali, Kur'an'ın "apaçık, ayetleri tafsil edilmiş, kolaylaştırılmış" bir kitap olduğunu ifade eden ayetleri öne çıkarılırken, onun Efendimiz (s.a.v) tarafından mü'minlere "öğretilen/talim edilen" bir kitap olduğunu ve Efendimiz (s.a.v)'in beyanına havale edilen ayetler ihtiva ettiğini, yani O'nun öğretmesi ve beyanı olmadan gereği gibi anlaşılamayacak bir kitap olduğunu ifade eden ayetlerin görmezden gelinmesi durumunda tezahür ediyor...
Kur'an 6 bin küsur ayetiyle insanlığın bütün problemlerine cevap ihtiva ediyor mu?
Hem "evet", hem "hayır".
O 6 bin küsur ayet içinde kimi problemlere birebir çözüm getirenler olduğu gibi herhangi bir somut cevap getirmek yerine "problemlerin nasıl çözüleceğini öğreten" ayetler de vardır. Dolayısıyla somut hükümler getiren ayetler nazara alındığında cevabın "hayır", bir önceki cümlede çizilen çerçeve dikkate alındığında da "evet" olarak verilmesi tabiidir.
Problem sadece Kur'an'ın "problemlere cevap verme" tarzıyla sınırlı değil şüphesiz. İlahî kelamın tabiatından kaynaklanan durumlar da var. Muhkem-müteşabih ayrımının neye tekabül ettiği, hangi ayetlerin muhkem ve hangilerinin müteşabih olarak görüleceği meselesi böyledir söz gelimi. Keza Sünnet-i Seniyyenin Din'deki yeri ve fonksiyonu, Kur'an-Sünnet ilişkisi...
Aynı şekilde her bir ayetin konu edindiği meseleye delalet vechi/tarzı da "Kur'an'ın rehberliği" bağlamında netleştirilmesi gereken bir başka temel belirleyicidir.
Bütün bunları dikkate aldığımızda öne çıkan soru şu oluyor: Bu ümmetin Sahabe kuşağından itibaren Kur'an bağlamında ortaya koyduğu muazzam müktesebatı ne yapacağız? O müktesebat bugün için tamamen (ya da haydi "Kur'an'ın dominant vurguları bakımından" diyelim) "işe yaramaz" hale mi gelmiştir, yoksa Kur'an'ın düne olduğu gibi bugüne de hayat veren ve geleceğe de hayat verecek olan mesajları, yönlendirmeleri, hidayet ediş tarzı orada mı tebellür etmiştir?
Kimse sağa-sola çekmesin; burada "merace'l-bahreyni..." ayetinin ya da "alaka"nın anlamından bahsetmiyoruz. Burada söz konusu ettiğimiz, Kur'an'ın, içinde bulunduğumuz çağda bizi ne suretle aziz, müstakim, müttaki ve şahit kılacağı, "sahih iman"a ve "salih amel"e nasıl ulaştıracağı meselesidir. Kur'an'ın dominant vurguları dediğim, buradan başlayarak müslümanca bir hayatın bütün boyutlarını kucaklayan iman-amel-takva birlikteliğidir ve hiç şüphe yok ki burada işin temelinde Sünnet-i Seniyye bulunmak zorundadır. Zira Kur'an'ı bize "tebliğ eden" de, "tebyin/tefsir" eden de, "öğreten/talim eden" de Efendimiz (s.a.v)'dir. Bunun böyle olduğunu/olması gerektiğini bize haber veren de yine bizzat Kur'an'dır. Dolayısıyla O'nu, O'nun sünnetini devre dışı tutan, görmezden gelen, hesaba katmayan "meal okumaları"nın Allah Teala'yı razı ve maksadı hasıl edecek tarzda cereyan etmesi ve netice vermesi beklenemez.
"Sünnet" dendiğinde kaçınılmaz olarak işin içine hadisler girecek, Sahabe'ye bakış girecek ve İslamî ilimler girecek. Eğer gönül rahatlığıyla "meal okumaları bu noktalarda hiç kimseyi farklı vadilere savurmamıştır" gibi bir cümle kurabiliyorsak, bütün söylediklerimi geri almaya hazırım. Ama ya aksi söz konusuysa!?..
Ebubekir Sifil


[1] 2/el-Bakara, 185; 6/el-En'am, 157; 16/en-Nahl, 89
[2] 2/el-Bakara, 2, 97; 3/Âl-i İmrân, 138; 7/el-A'râf, 52, 230; 16/en-Nahl, 64, 102; 41/Fussılet, 44; 45/el-Câsiye, 20

   
© incemeseleler.com