Cezâsız kalmayan büyük suçları, Hafız Zehebî Hz.'nin güzel bir üslûp içinde kat'î delillerle beyan edilmiş olan KİTÂBÜ'L KEBÂİR isimli eserinden kısaltıp sâdeleştirerek müslümanların istifâdesine sunmuş bulunuyoruz.

MUHTASAR ZEKAT RİSALESİ

ÖNSÖZ

Kur'an-ı Kerim'in 80 küsûr yerinde; NAMAZ KILIN, ZEKÅT VERİN emr-i celîli ile, zekât namazla beraber beyan buyurulmuştur.

Resûlullah S.A.V. Allahü Teâlâ'nın hakkı ile, kulların hakkını beraber beyan buyurup, zekât ve öşür hakkında vâkî olan ilâhî hükmü cihana duyurmuş, gönüller arasında bağlantı kurmak suretiyle, karşılıklı alâka, mürüvvet ve sevgi hisleriyle kaynaşma sağlamış ve saymakla bitmeyen nice menfaatlere sebep olmuştur.

Zekât ve öşür borçlusu olan Müslüman, mal ve serveti içinde, fukara hakkı olduğunu unutmadan, onu ayırıp ehline vermeli. Aksi halde haram yemekten kurtulmaz.

Haram yemek, yalnız yol kesmek, hırsızlık etmekle olmaz; zekât ve öşür borçlarını vermeyip, fukara hakkını yemek de haramdır.

Helâl gıda ile beslemek lâzım gelen vücuda haram yedirmek, benzinli arabaya mazot koymak gibi, maddî ve mânevî sıkıntılara sebeptir...

Müslüman kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan zekât ve öşrünü lâyık olduğu yere vermekle çok şey kazanır.

 ZEKÂT

A.C.: (Habibim) Onların mallarından sadaka (zekât) al ki, bununla kendilerini (günahlardan) temizlemiş, iyi amellerini bereketlendirmiş olasın... (S. Teğabün 103)

H.Ş.: Malının zekâtını veren, şerrini defeder (heder olmaktan korur); bereketi elde eder, (her iyiliğe ulaşır). (Râmuz 2674-5)

Zekât, malla alâkalı bir ibâdettir. Senede bir defa verilir.

Zekât maddî ve mânevî temizliğe sebeptir. Zekâtı verilmeyen malın tamâmı haramdır. Haram ise ibâdet zevkine mânî olur. Haramla beslenen insan, kendisine gayri meşrû yol arar.

Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği üzere, bir kimse zekâtını ve öşrünü vermese, namazı kabul olmaz; Peygamber'e itâat etmese, Allah'a itâatı kabul olmaz; ana babasına hizmet etmese, Allah'a şürkü kabul olmaz.

 ZEKÂTTA NİSÂB

Havâic-i asliyesinden (zarurî ihtiyaçlarından) ve borcundan fazla 96 gr. (bazı kavilde 80 gr.) altını veya bu kıymette parası veya malı veya tahsili kaabil alacağı olan Müslüman, bu mala bir sene sahib olması halinde, maldan nâmî olanların (çoğalabilenlerin) kırkta birini zekât olarak vermesi farzdır.

Şu halde borç miktarını düşüp kalan kısmın zekâtını verir.

* Sene başında zekât nisâbına sahip olan kimse, malın sene sonundaki kıymeti üzerinden zekât verir. Sene boyunca malın artıp eksilmesi zekât hesabına tesir etmez. Ancak, yıl içinde mâlî durumu nisâb altına düşerse zekât lâzım gelmez. (Dürer S. 182 – İbn-i Âbidîn C.2 s. 302)

* Sabî; nisâba malik de olsa, zekât vermesi lâzım gelmez. Sabînin vasîsi onun malından zekât niyetiyle verse, tazmin ettirilir. (Nimet-i İslâm, Zekât Bahsi S.8)

* * *

HAVÂİC-İ ASLİYE (ZARÜRİ İHTİYAÇLAR)

1- Oturacak bir ev veya daire ile onun döşenmesiyle alâkalı kâfî miktarda eşya,

2- Binek hayvanı veya bisiklet, motosiklet, otomobil vs.,

3- Bir adet silâh,

4- İş elbisesi, günlük elbise ve bayramlık olmak üzere üç kat giyecek,

5- Kendisinin ve bakması üzerine vâcip olan kimselerin bir senelik nafakaları,

6- Çift sürmede kullanılan bir çift öküz, veya bir traktör ile zırâî aletler,

7- Sanatkârın âletleri,

8- Her eserden birer takımı aşmamak üzere kitaplar. (Okumasını bilmeyenlerinki hariç...)

ZEKÂT LÂZIM GELEN VE GELMEYENLER

Ticaret maksadıyla elde bulunan ev, arsa, dâire, tarla ve ziynet eşyaları zekâta tâbidir. Ticâret niyetiyle alınmamışlarsa, bunlar zekâttan muaftır.

Yemek ihtiyâcına ayrılan zahîre, oturulan dâire, işletilen dükkân, yazlık ve kışlık elbiseler, kullanılan iş âletleri, makine ve arabalar, ev eşyaları ve kitaplar zekâta tâbî değildir. Çünkü bunlar aslî ve zarurî ihtiyaç sınıfındandır.

* Ev almak için biriktirdiği paranın üzerinden bir sene geçerse zekât vermek lâzım gelir; evi olmasa da...

* Tamamı haram olan maldan zekât lazım gelmez. O mal hak sâhipleri varsa onlara, yoksa, vârislerine, onlar da yoksa fakirlere verilir. (Büyük İslâm ilmihali S 340 Madde 30)

Helâl ve haram karışık ayrılması mümkün olmayan malın tamamından zekât verilir. (Büyük İslâm ilmihali S 340 Madde 30)

TAŞINMAZ MALLARIN ZEKÂTI

Han, hamam, dükkân, dâire veya arsa, satmak kastıyla bulunuyorsa zekât lâzım gelir. Satma kastı yoksa, gelirinden zekât lâzımdır. (Dürer C.1 S. 173 – İbn-i Âbidin C. 2 S. 265)

 ALACAKLAR

Tahsili mümkün olan her alacak (kadınlar için mihr-i müeccel), mal sayılır ve zekât hesabına dahildir.

Tahsil edilmesinden ümit kesilmiş alacaklar ise zekât nisâbına dâhil edilmez. (Dürer C.1 S. 173)

SÜS EŞYASINDAN ZEKÂT

Ticâret malı olsun, olmasın her türlü altın ve gümüşten ve bunlardan yapılmış süs eşyasından zekât verilir.

Bunlardan başka süs eşyaları, ne kadar kıymetli olsa da ticâret malı değilse zekât lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn C.2 S. 173)

TİCARET MALINDAN ZEKÂT

Ticâret eşyâsının zekâtı, zekât verilecek gün alış bedelinden hesaplanır. (Büyük İslam İlmihali S. 146 Madde 42)

Tüccarlar, satılık malını senede bir defa sayıp, değerini hesap eder. Bornu düşer, alacaklarını ilâve eder ve kalan miktarın kırkta birini zekât olarak verirler.

 HAYVANLARIN ZEKÂTI

Ticâret için bulundurulan hayvanların tamamı zekâta tâbîdir.

Çift sürmek, arabaya koşmak, yük taşımakta kullanılan ve senenin yarısında paralı yemle beslenen hayvanlardan zekât verilmez.

Senenin çoğunu mer'ada geçiren koyun ve keçiden kırkta bir; koyun veya keçi, sığırda otuzda bir dana, devede ise, beş devede bir koyun zekât olarak verilir.

Hayvanın bedeli verilecekse, zekât verilen gün alış fiyatı üzerinden verilir. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 286) 

İNŞAATÇILARIN ZEKÂTI

Ticâret için olan taşınmaz mallar da zekâta tâbidir. Bu maksatla elde bulunan veya satmak için inşâ edilen dâirelerin kırkta biri, ya da günün fiyatı üzerinden maliyet bedeli, zekât olarak verilir. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 285)

ZEKÂT VERİLECEK YERLER

 Zekât, bir günlük yiyeceği olmayan "miskinlere"; bir senelik veya bir aylık zarurî ihtiyaçlarını karşılayamayacak veya ancak karşılayabilecek durumda olan "fakire"; elinde borcunu ödeyecek kadar malı bulunmayan hakikî "müflis Müslüman’a"; İslâma ve Müslümanlara kalbi ısınması istenen yahut İslâm’a zararları dokunma ihtimali olan müşrik ve kâfirlere, yani "Müellefe-i kulûb"a; "Allah için ve Allah'ın dininin yücelmesi için çalışan" her ferde, cemiyete veya kurumlara; "yolculara"; "mükâtep kölelere"; ülül-emr tarafından zekât toplamakla vazifelendirilen "âmillere"; Kur'an kurslarına, İslâm ahlâkın ve akîdesini koruyan ve devamına çalışan ilim sahiplerine verilir.

* Bir fakiri dilenmekten kurtarmak maksadıyla zekâtın hepsini ona vermek, fukaraya dağıtmaktan evlâdır. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 353)

* İyiyi-kötüyü anlayan küçük fakir çocuğa zekât verilir.

Usül ve fürûundan olmayan, ancak akrabâlık yönünden nafakası üzerine düşen yetime, zekâtına mahsûben– yenecek veya giyecek bir şey vermek câizdir. Mubah olarak fukaraya ikram edilen yemek ise –temlik şart olduğundan- zekâta mahsup edilmez. (Büyük İslâm ilmihali S. 360 Madde 90- 91)

* Düğün ve bayramlarda âdet olan hediyeleri muhtaçlara zekât niyetiyle vermek câizdir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363 Madde 104)

* Zengin birinin fakir olan hanımına ve yetişkin çocuklarına zekât niyetiyle vermek câizdir. Çünkü, yetişkin oğul babasının, kadın kocasının zengin olmasıyla zengin sayılmaz. (Dürer C.1 S. 191 Büyük İslâm ilmihali S. 362 Madde 101)

* Zengin bir kadının fakir olan çocuğuna (anasının yanında kalsa veya evli olsa dahî) zekât verilir. Çünkü anaların zenginliği ile bunlar zengin sayılmazlar.

* Fakir zannıyla zekât verilen kimse, zengin olduğu sonradan anlaşılsa, - araştırma yapılmışsa­- verilen zekât geri alınmaz. Araştırma yapılmadan verilmişse yeniden vermek lâzım gelir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363 Madde 107-108)

İLİM TALEBESİNE ZEKÂT

Din ilmi okuyan talebeye zekât verilir. Çünkü o, nefsini, kendisinin ve başkalarının istifadesi için vakfetmiştir ve çalışıp kazanmaktan âcizdir. Hâcetler de onu buna zorlamaktadır (Nimet-i İslâm 35, İbn-i Âbidîn C.2 S. 343 Tahtavî... İhya C.1 S. 614)

İlim tahsil edene ve âlime zekât verilir. Çünkü bunlar çalışmayı ilme hasrettikleri için zengin de olsalar, kazançtan mahrumdur. Hem âlimdeki paradan fakir de istifade eder. (Nimet-i İslâm S. 524 - Mültekaa şerhi Damad C.1 S. 180)

Talebeye zekât ve sadaka vermekle ilim tahsiline yardım etmiş ve ilim sevabına ortak olunmuş olur. (İhyâ İmam-ı Gazâlî Hz.)

 ZEKÂT VERİLMEYECEKLER

Kişi babasına, anasına, oğullarına, kızlarına, torunlarına, karısına ve kadın ise, kocasına zekât veremez. (Dürer C.1 S. 184)

* Gayrimüslime ve zengin kimselere zekât verilmez. (Dürer C.1 S. 190)

* İşçisine az ücret verip de onu zekâtla gözetmek câiz olmaz. Çünkü yalnız Allah rızâsı için verilen zekâtı menfaat karşılığı vermiş olur. (Dürer C.1 S. 171)

* Devlete verilen vergi zekât sayılmaz. Çünkü devlet aldığı vergilerle zenginlere hatta Müslüman olmayanlara da hizmet götürür. Zekat ise ancak Müslüman fakire verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 362 Madde 102)

* Fazla olan evinde fakiri iskân edip alacağı kirayı zekâta saymak câiz olmaz.

* Bir fakire vermek üzere emânet aldığı zekâtı şahsı için sarfeden, fakir de olsa tazmin eder. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 269)

* Başkalarından alacağı olup bu alacak ile fakirlik ölçüsünün üstünde olan kimseye, başka malı olmasa da zekât verilmez.(Nimet-i İslâm S. 528)

* Zekât verilmezse işi bırakır korkusuyla hizmetçiye zekât vermek câiz olmaz. (Dürer C.1 S. 171)

* Zengin bir kimsenin bâliğ olmayan evlâtlarına zekât vermek câiz değildir. Çocuklar ister babalarının yanında kalsın, ister kalmasın... Çünkü babaları zengin olmakla onlar da zengin sayılırlar. (Dürer C.1 S. 191)

* Ölünün kefen ve defin masrafları veya borçları için zekât vermek de câiz değildir. (Dürer C.1 S. 189)

 AKRABADAN ZEKÂT VERİLEBİLENLER

* Kardeşlere, onların çocuklarına ve torunlarına, amcalara ve onların çocuklarına, dayılara, hala ve teyzelere ve onların çocuklarına zekât verilebilir. Hatta akrabalık sebebiyle bunlara vermek efdaldir. (Dürer Hâşiyesi C.1 S. 192)

* Oğlunun fakir olan hanımına (gelinine) zekât vermek de caizdir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 16)

* Karısının önceki kocasından olma (üvey) çocuklarına zekât verilebilir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 2)

 ZEKÂTIN TESLİMİ

Zekât, mal olarak, para olarak veya altın olarak verilir.

Zengin zekâtı bizzat kendisi verdiği gibi birini vekil tayin ederek de verebilir.

Muhtaç kimseye bizzat verildiği gibi, vekiline ve o kimse adına zekât toplayan birine de teslim edilebilir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 269)

 Zekât verilecek kimse sabi veya aklî durumu iyi değilse, zekat velisine veya kendisini koruyan kimseye verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363)

Paranın kadrini bilen ve aldanmayacak yaşta olan çocuğun kendisi alması da kâfidir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 5)

Zekât, îtimatlı bir kişi vâsıtasıyla toplanıp hakîkî ihtiyaç sâhipleri tesbit edilerek, bir merkezden de dağıtılabilir.

SENET VE ÇEKLE ZEKÂT

Zekât için çek veya vâdeli senet verilecekse alışverişlerde hesap ettiği vâde farkı düşülmelidir. Aksi halde zekât noksan verilmiş olur. "Bir dirhemden az zekât; dağ kadar altını nâfile niyetiyle sadaka vermekten birkaç derece üstündür.” denilmiş. (M.İ.R.C.1,M.29)

 NİYET

Zekât veren kalben "Malımın zekâtı" diyerek niyet etmek şarttır. Dilden "Hediyedir" diyebilir.

Bayram ve sâir günlerde muhtaç olan hizmetçilere, çocuklara veya sevinçli bir haber getiren fakire verilen bahşi zekât niyetiyle verilbilir. (Büyük İslâm İlmihali S: 474)

ZEKÂT BORCU İLE ÖLEN KİMSE

Zekât borçlusu olarak ölen kimse vasiyet eder, vârisleri de razı olursa, malının tamamı üzerinden zekâtı verilir. Vârisler razı olmazlarsa, malının üçte birinden yettiği kadar zekât ödenir. (Şerh-i Ferâid-i Sirâciye S. 4)

Ölen kişinin zekât borcunun teberrüken ödenmesinde fayda ümit edilir.

FİTRE

Şer'i ölçülere göre zengin sayılan (aslî ihtiyaçlarından fazla mala sahip olan) müslümanın, Ramazan ayı içinde, mâlî durumuna göre, o sene tesbit edilen miktarı, fakirlere vermesi vaciptir. Buna "Fitre" denilir ve zekât vermek caiz olan yerlere verilir.

Bir fitreyi parçalayıp bir kaç fakire vermek câiz olmaz. (İbni Nüceym Fet. - Dürer C.1 S. 196)

Fitreyi Ramazan ayı içinde vermek efdaldir. Fitre Ramazan bayramı günü sabah namazı vaktinin girmesiyle vacip olur. (Dürer C.1 S. 195) 

 

BİR ESNAFIN ZEKÅT

HESABINA MİSÅL

 

Dükkânındaki malın değeri  350 TL.

Tahsil edebileceği alacaklar  50 TL.

Mevcut parası  100 TL.

Elindeki altın ve gümüşler   + 10 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU 510 TL

Borcu    - 30 TL.

ZEKÂT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 480 TL

Verilecek zekât.. (Kırkta bir)  12 TL.

 

İNŞAAT YAPIP SATANLARIN

ZEKÂT HESABINA MİSÂL

 

Biten dairelerin değeri  4.000 TL

Bitmeyen daireler  1.000 TL

Elinde bulunan malzeme  400 TL

Elindeki ticârî arsalar  600 TL

Elindeki çek ve senetler

(O günkü değeri)  600 TL

Evindeki altın ve gümüşler  400 TL

Mevcut parası    +1.100 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU  8.100 TL

Borcu    - 500 TL

ZEKÅT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 7.600 TL

Verilecek zekât.. (Kırkta bir)  190 TL

 

İMALATÇI TÜCCARIN ZEKÅT

HESABINA MİSÅL

 

İmal edilmiş malların değeri  400 TL

Elindeki hammadde  200 TL

Alacakları  200 TL

Mevcut parası    + 100 TL

YEKÜN MAL MEVCUDU  900 TL

Borcu  -  100 TL

ZEKÅT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 800 TL

Verilecek zekât... (Kırkta bir)  20 TL

* * *

ÖŞÜR

A.C.: Ey İman edenler, kazandıklarınızın en güzelinden ve yerden çıkardıklarınızdan infak edin. (S. Bakara 267)

A.C.: ...her biri mahsül verdiği zaman onlardan yiyin. Hasat günü (mahsülün toplandığı gün) de hakkına (öşrünü) verin (S. Enam 141)

H.Ş.: Arzın meydana getirdiği her şeyden öşür veya yarım öşür vardır. (Ramuz 325/9)

H.Ş.: Yağmur suyu, nehir ve çeşme gibi akar suların suladığı araziden çıkan mahsulden tam (onda bir), dolapla, hayvanla, satın alınan su ile sulanan yerden elde edilen mahsulden yarım (yirmide bir) öşür vardır. (Râmuz 326/5)

Öşür "ONDA BİR" demektir. Mahsûllerde on kiloda bir kilo, on ölçekte bir ölçek öşür verilir.

Öşrün verilecek yerler, zekât verilen yerlerdir.

* Öşür verilen muhsûlde, işçi ücreti, ilâç, gübre, su yolu açmak gibi hiç bir masraf düşülmez. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 67)

Tohum çıkarılmadan mahsûlün tamamından verilir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 328)

 ÖŞÜR VERİLECEK MAHSULLER

* Topraktan elde edilen her türlü mahsûlden, baldan ve kudret helvasından öşür verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 66)

* Arazî, ekilmediği halde, kendiliğinden mahsûl verse, o mahsûlden de öşür verilir.

* Keza umuma ait dağlardan toplanan her çeşit meyveden de öşür vermek lâzım gelir. (Dürer C.1 S. 186)

ÖŞÜR VERİLMESİ İCAB

ETMEYENLER

* Samandan ve balıktan öşür verilmez. ((İbn-i Âbidin C. 2 S. 327)

* Zeytinden öşür verilmişse yağından öşür verilmez.

* Kezâ üzümden ve susamdan öşür veren pekmezden ve susam yağından öşür vermez... (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 70)

 ÖŞÜR VERMESİ İCAB EDENLER

* Öşürde; zengin olmak veya malın üzerinden sene geçmek şart değil. Bir araziden senede bir kaç mahsûl alınsa, her mahsûlün öşrünü vermek lâzımdır. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Öşürde "Araziye" itibar olunur, sahibine değil... Bir kimse fakir ve borçlu olsa da kaldırdığı mahsûl kendi ihtiyacına yetmese de elde ettiği mahsûlden öşür verecektir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Arâzî sahibi çocuk, mecnun veya yetim olsa, velisi ve vasîleri, elde edilen mahsûlün öşrünü vermeleri lâzımdır. Vakıf arazisi dahî öşre tâbîdir. (Mebsût C-2 (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)

* Arazi mahsûlünün öşrü verilmeden, sahibi ondan yiyemez. Yemişse, hesap edip, onun öşrünü de verir. (İbni Abidin C-2 S.332 - (Büyük İslâm ilmihali S. 355)

* Vefat eden müslimin öşür borcu varsa, malından çıkarılır, mirasçılar ondan sonra taksim ederler. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 332)

* Kira ile tutulan tarlanın mahsûlünden öşrünü İmam-ı Azam'a göre mülk sahibi (kiraya veren), İmâmeyn'e göre kiralayan verir. Bu mevzûda İmâmeyn'in ictihadı tercih edilmiştir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 334)

* Ortak ekilen araziden kalkan mahsûl taksim edildikten sonra herkes kendi hissesine düşen kısmın öşrünü verir. (Hukuk-u İslâmiye Kâmusu C. 2 S. 79)

* İmam-ı Azam Hz.'ne göre: Mahsûlün azından, çoğundan hasılat alınınca, hemen öşür verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 66)

* Yetişmiş mahsûlün hasadından önce ölen mal sahibinin öşrünü vârislerin vermesi icap eder. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 73)

 TÜRKİYE ARAZİSİ

Türkiye arazisi, "Öşür arazisi mi değil mi?" diye şüpheye aslâ mahal yok. Zira baba ve dedelerimiz öşür vermişlerdir.

Aynı zamanda Diyânet İşleri Başkanlığı Müşâvere Kurulu tarafından, Başkanlığın emriyle:

a) 26.8.1954 tarih ve 1519 sayılı

b) 19.4.1960 tarih ve 182 sayılı

c) 1.12.1976 tarih ve 185 sayılı ve

d) 21.9.1979 tarihli fetvalarda "Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde, tapulu ve tapusuz araziden elde edilen mahsulden öşür vermek lazım" denilmektedir.

CİHAD

Müslüman kimsenin zekâttan başka da borcu var. Ticârî olmayan bir çok mala mâlik olanlar, zekât vermeleri icap etsin etmesin, din hizmeti ve dinin ihyâsı için en az zekât borcu kadar tasadduk etmeleri icap eder denilmiştir.

Râbıta’nın Usûl-i Fıkıh Işığında Tahlîli


Bundan sonra... [1]

İslâm Ümmeti içinde Sûfiyye-i Aliyye’nin ’âlimi ve ’avâmıyla hemen hemen hepsinin, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ve Akâid âlimlerinin de bir nicelerinin yapa geldikleri Râbıta ameli var. Bu amelin, zamânımızın kimi ilim adamı pozlarındaki câhil edebsizlerince ve onların yollarından giden sürülerce şirk olarak i’lân edildiğini işitiyor ve okuyoruz. Bunlar esâsen cevâb vermeye bile değmeyen sefîhler iselerse de, şeytânî vesveseleriyle aldatıp kandırdıklarına ve de sâmîmî kimselere faydası olur düşüncesiyle bu makâlede bahsi geçen mevzû’u incelemek istiyoruz. Ve billâhi’t-tevfîk…

 Râbıta Ne Demektir?

Lüğatta Râbıta; Râbıta, rabt eden, bağlayan şey demektir. Râbıta, ulka ve vuslat demektir.[2] Ulka ise…… ve ilişik’e (yani alâkaya) denir. benim şu malda ulka’m, ya’ni alâkam var dersin.[3] Taallük, bağlantı, tutunulacak şey.[4] Vuslat: Ulaşmaklık, ittisâl ma’nâsınadır.[5] Şu hâlde, Tâcü’l Arûs sâhibi Zebîdî’ye göre Râbıta, İlişik, alâka, ulaşmaklık ve ittisâl/bitişmek demektir. Istılâhta Râbıta: Tasavvuf ıstılâhındaki Râbıta, değişik çeşitleriyle, farklı farklı ta'rîf edildiyse de, bizim üzerinde duracağımız çeşidi ve onun ta'rîfi şudur: Râbıta, bir mürîdin, fenâ fillâh’a[6] ulaşmış mürşid-i kâmilinin rûhâniyetiyle beraber, (kalbiyle) ondan yardım istemesinden ve sûretini kalb gözünün önüne getirerek hayâl etmesinden ibarettir.[7]

Temhîd:

Râbıta, ya hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak Saadet asrında vardı, veya yoktu. Var idi ve -kimi câhil ve sapıklarca iddiâ edildiği gibi- küfür idiyse, hakkında açık âyet ve hadîsin bulunması gerekirdi. Biz, kitâbımız Kurân’da böyle bir âyet veya onun birinci ve en esaslı tefsîri olan Sünnet’te de zayıf bile olsa bir hadîs bilmiyoruz. Vardır, diyen Allah celle celâlühû’ya veya Resûl’ü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ ediyor, demektir.

Hem ma'nâ ve muhtevâ, hem de şekil ve sûret olarak iki cihetiyle Saâdet asrında yok idiyse, ya ma'nâ ve muhtavâ olarak var idi ama şeklen ve sûreten yok idi, veya hem ma'nen hem de şeklen ve sûreten yok idi.

Hem ma'nen, hem de şeklen ve sûreten yok idiyse, Şerîat tarafından, hakkında her bakımdan susulan bir şey olmuş olacağından küfür veya şirk olduğunu iddiâ etmek, küfür veya şirk, yahud da fısk ve bidattır. Zîrâ böyle bir iddiâ yeni bir teşrî’/kanun îcâd etmek, veya, ya câhilce konuşmak yahud da hakâret demektir. Bu ise küfür veya fıskdır. Yok eğer, şeklen ve sûreten yok idiyse de, ma'nâ ve muhtevâ bakımından var idi ve şirktir; veya tam tersine mendûb bir ameli ihtivâ etmektedir, deniliyorsa, ortaya iki zıd kanâat çıkıyor: Birincisi, Râbıta, şirk, veya harâm, yahud mekrûh olan bir bid’attir fikri, ikincisi ise, Râbıta, mendûb, veya sünnettir i’tikâd ve anlayışı… Şu iki takdîrde de, ortada, bir çeşit ictihâd veya daha dar ma'nâda bir nev-i kıyâs var demektir. Bu hâlde, önümüze ciddî iki müşkil/problem çıkıyor; Birincisi, bu ictihâdı ve kıyâsı kim yaptı veya yapacaktır? İkincisi, bu ictihâdın İslâmî hükmü ve değeri ne olacaktır? Şu ictihâdı yapan geçmişte hiçbir müctehid bilinmemektedir. Bilen varsa bildirsin. Bunu şimdilerde yapacak olanlar, Râbıta inkârcıları gibi yer ile göğü ayıramayacak kadar sarhoş ve mübtezel, tezekle çöreği fark edemeyecek kadar aç ve şaşkın kimseler ise, iş çok feci; âyet ve hadîslerle oynanılıyor demektir. Bu oynamaya, -şâyet, küfürdür diyemiyorsanız bile- en azından harâm olan bir cinâyettir, demek zorundasınız. Akıllı ilim sâhibleri ve ayıkların şu cinâyete müsaade etmemeleri îcâb eder. Bu ictihâd ve kıyâsı yapacak olanlar, eğer mutlak olarak/her bakımdan veya en azından kısmen ictihâda ve kıyâs'a ehil kimselerse, şu ictihâd ve kıyâsın hükmü zann olmakla, katî/kesin harâm değil de, en fazla ictihâdî bir harâm olur. Onu kabûl etmeyenler kâfirlikle suçlanamazlar. Sözü edilen ictihâd ve hükmün karşısında ictihâda ehil kimselerce yapılan zıd içtihadlar yoksa, fâsıklık, sapıklık ve bid’atçılıkla ithâm edilebilir. Karşısında ehil kimselerce yapılan zıd ictihâdlar varsa, fâsıklık sapıklık ve bi'atçılıkla da ithâm edilemezler. Hâl böyleyken şu câhiller ve sapık Râbıta inkârcıları ağızlarına geleni söyleyebiliyorlar. Kendileri kültürlü(!) ama câhil, dünya haritasında Amerikanın nerede olduğunu bilen ama kendinin ve cennet ile cehennem’in nerelerde, hangi yolların ucunda olduğundan habersizdirler… Kıyâs bile kabûl etmeyecek ölçüde kendilerinden üstün ve ictihâda hakîkaten ehil olanlara salya sümük saldırıyorlar… Te’vîl kaldırmayan zırvalarına ters düşmesine rağmen doğru neticeleri veren ictihâdlar yapabilen muhâtâblarını şu ictihadlarında müşriklikle suçlayabiliyorlar…

Mes'elenin Usûl-i Fıkıh Cihetiyle Tahlîli

Ele alacağımız mes’elelerin sağlam bir zemîne oturtulabilmesi için onlara bir çeşit mukaddime/öncül olma mâhiyyetinde bazı usûlî[8] Noktalara ihtiyac vardır. Bu sebeble burada birkaç Nokta’ya açıklık getirmeyi münâsib görüyoruz. Zîra şu mes’elelerin anlaşılması sözünü ettiğimiz Noktaların kavranması zemînine oturacaktır. Ancak, ilim sâhibleri takdîr ve teslîm ederler ki, bu bahis mevzûu edeceğimiz Noktalar, aslında çok geniş mevzûlardır ki, böylesi bir makâle bunların her yanıyla ortaya konulmasına, tahlîline ve münâkaşasına elverişli değildir. Değilse, esas maksad boğulup anlaşılmaz hâl alır. O yüzden biz burada, şu husûslara sadece kısaca dikkat çekeceğiz:

Birinci Nokta

Şâri'in Terk'i Neyi İfâde Eder?

Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz veya Ashâb’ının yapmadığını yapmanın hükmü nedir? Terk, yani bir şeyin Efendimiz sallallâhu teâla aleyhi ve sellem ile Ashâb’ı tarafından yapılmamış olması onun harâm olduğuna veya câiz olmadığı’na delîl midir? İddia edildiği gibi, Râbıta, Onlar tarafından yapılmadıysa, ona ne hüküm verilecektir? Terk, yapmama işi demektir. Bu yüzden şu husûs, Usûl-ı Fıkh’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiileri bahsıyla alâkalıdır.

Hâfız Muhaddis Allâme Abdullah Muhammed Sıddîk el-Ğumârî bu husûsla alâkalı olarak yazdığı Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk isimli eserinde terk’in ne harâmlık ne de mekrûhluk delîli olmadığını etraflıca anlatmaktadır. Sözünü ettiğimiz risâleden bir kısmını aktarmayı kâfî görüyoruz:

Hâfız Ğumârî şöyle diyor: Yalnız başına terk, kendisiyle beraber, terk edilenin yasaklanan bir şey olduğuna dâir bir nass bulunmadıkça, onun (terkedilen şeyin) harâmlığına delâlet etmez. Aksine o işin en fazla, meşrû’ olduğunu gösterir. O terk edilen (yapılmayan) işin mahzûrlu oluşu ise tek başına terkden anlaşılmaz.

İmâm Ebû Saîd İbn-i Lübb (701-782), namazdan sonraki düâyı -bunun bu şekilde yapılmasının Selef’in yaptığı bir iş olmadığı gerekçesiyle mekrûh gören(ler)e cevâben şöyle dedi: Bu (Selef’in şu düâyı bilinen şekliyle yapmadığına dâir olan) nakil doğruysa,[9] şu terk, ancak o terk edilende terkin câiz olduğu ve onda zorluk ve darlığın bulunmadığı hükmünü gerektirir. Bilhassa düâ gibi Şerîat’ta yerleşmiş umûmî bir temel esâsa dayanan husûsta terk edilenin harâm veya mekrûh oluşunu ise hiç gerektirmez.

Ebû Dâvud ve Nesâî, Câbir İbnü Abdillah’dan rivâyet ettiler: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki işinden ikincisi, ateşin (pişirerek) değiştirdiği şey(-i, yemeği yemek)den dolayı abdest almayı terk etmektir…[10] Bunu mes’elemizle alâkalı olarak delîl getirmek açık bır husûstur. Zîrâ ateşle pişen yemekten dolayı abdest almak vâcib olsaydı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem abdest almayı terketmezdi. Mâdem ki, terk etti, bu, onun (câiz olmadığını değil) vâcib olmadığını gösterir.

İmâm Ebû Abdillâh et-Tilimsânî (Ö:771) şöyle dedi: Bir hüküm bildirmekte fiil’e/yapmaya, katılan şeylerden biri de terk/yapmamakdır. Zîrâ Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz’in fiili/bir şeyi yapması ile harâm olmamaya delîl getirilirse, terki/yapmaması ile de vâcib olmamaya delîl getirilir. Bu, ashâbımız(Mâlikî İmâmların)ın ateş dokunan (ateşte pişen) şeyler(i yemek)ten dolayı abdestin (vâcib) olmadığına delîl getirmeleri gibidir…[11]

Çünki, belki o anda onu yapmalarına bir mâni’ vardı. Veya ondan daha fazîletli bir şeyden ötürü, yahud onun bilgisi hepsine ulaşmadığından, onu terk ettiler, yapmadılar.

İmâm Buhârî, Sahîh’inde, Nebî sallalahu aleyhi ve sellem’e yaptıkları işlerde uymak bâbında İbn-i Ömer radıyallahu anhüma’dan şöyle dediğini rivâyet etti: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir altın yüzük edindi. İnsanlar da derhâl altun yüzükler edindiler. Ben bir altun yüzük edindim dedi, hemen ardından onu attı ve ben onu ebediyen giymeyeceğim buyurdu ve insanlar yüzüklerini derhâl attılar.[12]

İbn- i Hacer, (İmâm Buhârî, Sahîh’inde) bu misâlle iktifâ etti. Çünki o (misâl), yapmak ve terk etmek’te/yapmamakta O’na (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e) uymayı ihtivâ etmektedir, dedi.

Ben (Ğumârî) Derim ki, İbn-i Hacer’in terk etmek ta’birinde mecâz kullanılması vardır.[13] Çünki, atmak fiildir. Onlar O’na (şu) fiil’de uydular. Terk ed(ip bir daha yüzük takma)mak şu fiilin netîcesidir…[14] Yine biz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e, O’ndan sâdır olan her bir şeyde uymayı inkâr etmeyiz. Aksine onda (şu uymakta) fevz ve seâdet görürüz. Lâkin Mevlid- i Nebevî ve Mi’râc gecesinde olduğu gibi, yapmadığının da harâm (veya mekrûh) olduğunu söylemeyiz. Çünki bu (harâmlık iddiâsı) Allah celle celâlühû’ya yapılan bir iftirâdır. Kezâ, Selef'ın bir şeyi terk etmesi, yani yapmaması da o işin mahzurlu (yasaklanmış) olduğunu göstermez.

İmâm Şâfiî Şöyle dedi: Şerîat’tan dayanağı olan hiç bir şey, Selef onu yapmasa bile bid’at değildir. (Ğumârî’den nakiller bitti.)[15]

Şu husûsta, mezheblerde değişik görüşler olduğu farz ve isbât edilse bile, böyle bir icdihâdî genişliğe rağmen, kimse Râbıta’ya küfürdür diyemez. Derse, en hafîfinden yobazlık etmiş olur.

İkinci Nokta:

Eşyâda asıl olan nedir?

İbn-i Nüceym şöyle diyor: Eşyada asl olan -delîl mübâh olmadığını göstermedikçe- mübâh olmak mıdır? Bu, Şâfiî’nin mezhebidir. Veya, delîl mübâhlığı göstermedikçe, harâm olmak mıdır? Şâfiîler, bu görüşü Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh’e dayandırmışlardır. El-Bedîu’l-Muhtâr’da şöyle denilmiştir: Seçilen görüş, Şerîat’tan önce amellerin hükümlerinin bulunmamasıdır….

El-Menâr’a, musannifi (İmâm Nesefî) tarafından yazılan şerhde şöyle denilmiştir: Eşya (varlıklar ve işler) bazı Hanefî âlimlere göre aslında mübâhlık üzeredir. Kerhî onlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyada asl olanın yasaklık olduğunu söylemişlerdir. Ashâbımız (Hanefî âlimleri) onlarda (eşyada) asl olanın tevakkuf olduğunu söylemişlerdir. Bunun ma’nâsı şu demektir. Eşyanın mutlaka bir hükmü vardır. Ancak biz onu aklımızla bilemeyiz. (Nesefî’nin dediği bitti)

Hidâye’nin İhdâd faslında, Mübâhlığın asıl olduğu ifâdesi vardır. (Hidâyenin sözü bitti)

Bu anlaşmazlığın eseri, âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslarda ortaya çıkar. Hâli müşkil/problemli olan şeyler bu kaide üzerine oturur. Bu müşkil mes’elelerden biri de işi müşkil olan hayvandır. (İbn-i Nüceym’in sözü bitti.) [16]

Hamevî de, el-Eşbâh Hâşiyesi’nde kısaca şöyle dedi: Kasim İbn-i Kutlu Buğâ bazı ta’liklerinde,[17] şöyle söyledi: Seçilen görüş, Ashâbımızın cumhûru/çoğu katında asl olanın mübâhlık olduğudur. Fahru’l-İslâm bunu/mubâhlığı peyğamber bulun-madığı zamanla sınırlı tutmuştur…..[18]

Kişinin kendine veya başkalarına zararlı olduğu husûslar tartışma sahasının dışındadır.[19]

Taftâzânî de, et-Telvîh’de, eşyada asl olanın mübâhlık olacağını söylemiştir.[20]

Abdü’l-Hayy el-Leknevî, deryâlaşmış olmakla vasfettiği Es’ad[21] er-Rûmî’nin nefis bir eser diyerek övdüğü Mecâlisü’l-Ebrâr isimli kitâbından şu nakli yapıyor: Hakk olan, eşyâda, peyğamberlik gelmeden önce bir hükmün bulunmamasıdır. Peyğamberlikten sonra da, âlimler bu husûsta üç ayrı görüş üzre ihtilâf etmişlerdir: Birincisi, Şerîat delîli mübâhlığını göstermedikçe harâm olduğu, ikincisi, Şerîat delîli harâmlığını göstermedikçe mübâhlıkla sıfatlanacağı, üçüncüsü ve doğru olanı da bu husûsta, tafsîlin olduğudur/işin ayrılmasının lâzım geldiğidir: O da, zararlı şeylerin harâmlıkla, -ki, bunun ma’nâsı, asl olanın kendinde harâmlık olduğudur- faydalı (veya zararsız) olanların da mübâhlıkla sıfatlanacağıdır.[22]

Âlimlerin bu husûstaki ifâde tarzları bir çok farklı tercîhleri ihtivâ ediyorsa da nakilleri artırarak mes’eleyi uzatmak istemiyor, bir nakil ile sözü bitirmek istiyoruz;

İ’lâu’s-Sünen sâhibi Allâme Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî şöyle dedi: Âlimler bu husûsta üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Birincisi, mübâhlık delîli gelmedikçe her şey yasaklık üzeredir. Bu, Şâfiîlerin çoğunun mezhebidir. İkincisi, yasaklık delîli gelmedilçe her şey mübâhlık üzeredir. Kerhî, Ebû Bekr er-Râzî, Hanefî ve Şâfiî fakîhlerinden bir tâifenin ve Mu’tezile’nin çoğunun mezhebidir. Et-Tefsîru’l-Ahmedî(isimli ahkâm tefsîrin)de ve Müsellemü’s-Sübût(isimli Usûl-i Fıkıh kitâbların)da böyle denmiştir. Üçüncüsü, kendisinde hangi hükmü gerektireceğine dâir delîl gelmedikçe eşyânın hiçbir hükmü yoktur. (Bu da, Eş’arî ve Ona tâbi olanların görüşüdür. Tânevî) İbnü’l-Arabî el-Mâlikî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında böyle yazılıdır.[23] Yani, bazı eşyâda asl olan harâm, kimisinde de mübâhlık… Âlimlerin anlaşmazlığı her husûsta değil bazı maddelerdedir… Bizce en isâbetli kanaat da -Allahu a’lem- budur.

İbn-i Nüceym’in âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslar sözünü iyi anlamak îcâb eder. Aksi hâlde mühim yanlış anlamalar olur, hatâlar yapılır ve hakîkatler tes yüz edilir.

Hâfız Muhaddis İbn-i Receb el-Hanbelî, şöyle diyor: Bilinmesi lâzım gelen husûslardan biri de şudur: Bir şeyin harâmlık ve helâllik ile zikredilmesi Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşılması bazen gizli kalabilir. Zîrâ, nassların ma’nâları göstermesi, kimi zaman nass ve tasrîh (açıkça ifâde etmek)yoluyla, kimi zaman, umûm ve şümûl yoluyla, bazen fehvâ ve tenbîh yoluyla olur. (Bu fehvâ yoluyla olması) O ikisine (anaya ve babaya) öf bile demeyin âyetinde olduğu gibidir. Zîrâ, öf demekten daha büyük olan incitme çeşitlerinin bu yasaklamaya girmesi evlâ yolla olur ve buna mefhûm-i muvâfakat denir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe) delâleti bazen mefhûm-i muhâlefet[24] yoluyla olur… Âlimlerin çoğu bunu (mefhûm-i muhâlefeti) almışlar ve hüccet olarak kabûl etmişlerdir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe delâleti) bazen da kıyâs bâbından olur. Şâri’ (Allah celle celâlühû veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem) ma’nâlardan bir ma’nâdan dolayı bir şeyde bir hükmü anlatır ve o ma’nâ bir başka şeyde de bulunur. O takdîrde şu hüküm âlimlerin çoğuna göre, o ma’nânın bulunduğu her şeye geçer. Bu, Allah celle celâlühû’nün indirdiği ve i’tibâr edilmesini emrettiği adâlet ve terâzî bâbından olur. Bütün bunlar, nassların kendisiyle harâmlık ve helâlliği göstermesi bilinecek şeylerdendir. Hakkında bunların hiç birisi bulunmayan husûslara gelince… Orada (şu husûslarda Kur’ân ve Sünnet’te) vâciblik ve harâmlık zikredilmemekle, onların afvedilmiş (serbet sâha) olduğuna delîl getirirlir.[25]

Şu hâlde delîllerin delîlliğini bilmek de, hidâyet ve istikâmetin yanısıra akıl ve ilim dahî ister. Bu sebeble çokça görülmektedir ki, çok açık delîl gösterilmesine rağmen, hidâyetsizlik yüzünden hani delîl? diye höykürenler vardır. Diğer tastamam olmayan delîl getirme yollarıyla ise, yanlarına hiç yanaşmayın. Öte yanda da, bir çok câhil bazen bir nice isyânı İslâmın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna uydurur, câiz veya vâcib, yâhud îmânın esasından görür ve gösterir. Kimi zaman da, bir çok câizi veya vâcibi, İslâm’ın Rûhu veya Kur’ân’ın rûhu, yahud Sünnet’in rûhuna ters görüp göstererek harâm veya küfür i’lân eder.

Râbıta’nın, şu eşyâda aslolan nedir? mes’elesiyle olan alâkasına gelince… Meşrûiyetine dâir hiçbir nass bulunmasa bile, yasaklığına dâir kâfî bir delîl bulunup getirilemediği müddetçe “eşyâda aslolan mübâhlıkdır” görüşüne Râbıta en azından mübâh olur. İyi maksadlarla yapılması ve iyi hedeflere götürmesiyle de müstehâb bir ibâdet hâlini alır.

Üçüncü Nokta

İhtiyâc Ânında Açıklama Terk Edilebilir mi?

Beyân, yani açıklama, ihtiyâc duyulan bir vakitte ve yerde, sonraya bırakılabilir veya terkedilebilir mi? Açıklamaya ihtiyâc duyulan bir zamanda açıklamayı geciktirmenin hiçbir şekilde câiz olmadığında usûlcülerin icmâı vardır. İhtiyâc vakti demek, o vakit demektir ki, açıklama o zamandan sonraya bırakılsa, mükellef olan kişi, mükellef kılındığı vazîfeyi, onu işlemekle mükellef kılındığı vakitte yerine getirmeye imkân bulamaz. Bu te’hîrin câiz olmadığının delîli şudur: Eğer şu geciktirme câiz olsaydı, bu, güç yetmeyecek bir şeyi kişiye yüklemek olurdu. Çünki mükellef bu hâldeyken kendisine yükleneni yerine getirmeye imkân bulamaz. Kullara güçlerinin yetmediği şeyleri yüklemek ise, onlardan düşmüştür.[26]

Açıklamayı geciktirmek câiz değilse, hiç açıklamamak haydi haydi câiz değildir. Câhil sapıklarca şirk ve küfür veya harâm olduğu iddiâ edilen Râbıta hakkında -şâyet iddiâ doğru olsaydı- Tevhîd dîni İslâm’ın söz söylememesi mümkin miydi? Söylediyse hangi âyet veye hadîste söyledi? Delîl getirilsin. Ancak âyetler ve hadîsler hasta beyin ve yüreklerce tahrîf edilmesin. Allah celle celâlühû’ya veya Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ edilmesin.

Dördüncü Nokta

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele Bir Delîl midir?

İstıslâh veya Mesâlih-i Mürsele ne demektir, hüccet midir? Bu, Usûl-i Fıkh'ın mühim ve münâkaşalı mevzûlarındandır. Şu ağır münâkaşalarla zâten karışık ve bulanık olan kafaları daha da karıştırmak istemiyoruz.

Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî bu husûsu açık ve anlaşılır bir tazda Fıkhu’l-Müşkilât isimli eserinde uzunca ele aldı.[27] Mevzûu oradan hulasa ederek buraya almak istiyoruz: Maslahat kendinde kuvvetli salâh bulunan şey için kullanılır. Öyleyse lügatta maslahat, ister fayda ve lezzetleri kazanmak gibi celb etmekle olsun, isterse zararlı şeyleri ve elemleri savmak gibi def etmek ile olsun, kendinde menfaat bulunan her bir şey demektir. Istılâhta ise, sonsuz hikmet sâhibi olan Şâri’in, kulları için hedeflediği, dinleri, canları, akılları, nesilleri ve mallarını korumak ve bu muhafazayı yok edecek şeyleri defetmekle alâkalı menfaattir.

İmâm Ğezâlî rahimehullah şöyle diyor: Maslahat aslında fayda celbetmek ve zarar defetmek demektir. Biz (maslahat bir hüccettir derken) şu fayda te'mîni ile zararı savmayı kasdetmiyoruz. Zîrâ bu fayda te'mîni ile zararı savma kulların maksadlarıdır. Kulların salâhı ise maksadlarını elde etmektedir. Lâkin biz, maslahat ile Şerîat’in maksadını (hedefini) korumayı kasdediyoruz. Şeriat’in kullardan maksûdu, aradığı beş şeydir: O da onlara dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumasıdır. Şu beş temel esâsı korumayı içinde bulunduran her şey maslahat, şu beş esâsı yok edecek her bir şey de mefsedet/zarar, bunların defedilmesi de maslahatdır.[28] İmâm Râzî de, benzer ifâdeleri kullanıyor.[29]

Acaba bu maslahat ve mefsedetleri bilebilmenin ölçüsü nedir, bunları akıllarımızla bilebilir ve ta’yîn edebilir miyiz? Yahud akıllarımızı Şerîat sâhibinin önüne geçireceğiz, sonra da maslahattır veya mefsedettir diye o hükmü vereceğiz, öyle mi? Birinci şekli seçecek olursak, Şerîatin ve dinin temeli yıkılır. Zîra kısa akıllarımız mefsedetleri maslahatların, maslahatları da mefsedetlerin yerine koyarak Şerîat heykelinin tamamını ve din sarayının bütününü yıkar. Bu kapıyı açmak Şerîatin hudûdunun ve nasslarının tamamını değiştirmeye götürür.[30]

Maslahatlar, üçe ayrılır: Bir: Mu’teber olduğu Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. İki: Mu’teber olmadığı/geçersizliği Şerîat’te sâbit olan maslahatlar. Üç: Ne mu’teber olduğu ne de mu’teber olmadığı Şerîat’ta bulunmayan maslahatlar.

Bu üç maslahattân birinci kısım, mu’teber/geçerli maslahatlar, ikinci kısım, Mulğât/iptal edilen maslahatlar, üçüncü kısım da, Mürsel/salınan maslahatlardır. Şu hâlde Mesâlih-i Mürsele Şer'îat sâhibi tarafından ne mu’teber olduğuna, ne de mu’teber olmadığına, iptâl edildiğine dâir delîl bulunmayan maslahatlar demektir. Mürsele ve mutlaka diye isimlendirilmelerinin sebebi, onların ne mu’teberlik delîli ne de iptâl delîli ile bağlanmamış olmalarıdır.

Şâtıbî şöyle diyor: Istıslâh, hakkında, nass ve icmâ’ bulunmayan bir hâdisede Maslahat-ı Mürsele’yi gözeterek hüküm çıkarmaktır.[31] Bazıları, İmâm Mâlik’e, ‘hükümlerin teşrî’ine binâen Mesâlih-i Mürsele’ye mutlak olarak i’tibâr ettiğini, maslahatın hakîkî ve âmme, yani sadece ferdi değil de umûmu/geneli içine alacak şekilde olmasını şart koşmadığını nisbet etti. Lâkin Âmidî bu nisbeti inkâr etti.[32]

Ebû Bekr el-Bâkıllânî, Şâfiîlerin çoğu, Hanbelîlerden sonraki âlimler ve bir kısım Hanefîler,[33] Istıslâh’ın (Mesâlih-i Mürsele’nin) hüccet (kesin delîl) oluşunu inkâr etmektedirler.[34] (Kâsimî’den yapılan hülâsa nakil son buldu.)

Kâsimî bazı muhakkıkların Hanefîlere nisbet edilen inkârın doğru olmadığını bir takım misâller vererek söylüyorsa da bunların kimler olduğunu söylemiyor. Hâsılı, bu Mesâlih-i Mürsele’yi Şer’î bir hüküm çıkarmakta hüccet kabûl etmeyen fukahâ olduğu gibi, kabûl eden fukahâ da vardır. Öyleyse kabûl edenlerin usûlüne göre, lehinde veya aleyhinde naklî delîl bulunmadığı farzedilen Râbıta da, -Şerîat’in gözettiği maslahat ve faydası gösterilebiliyorsa,- şu örüş sâhiblerince asla redde-dilemez. Ancak, anzetün ve in târet/uçsa da keçidir şeklindeki Arab atasözünde de ifâde edildiği gibi, müşrik inâdına sâhib olanlar, inkârlarında yine de ısrâr edeceklerdir.

Beşinci Nokta

Bid’at Ne Demektir, Hükmü Nedir?

Râğib el- İsfehânî, Müfredâtü’l-Kurânda şöyle dedi: İbdâ’ bir san’atı bir şey hizâsında bulunmadan ve bir şeye uymadan yoktan var etmektir. (Bu ibdâ’ kelimesi) Allah celle celâlühû hakkında kullanılırsa, bir şeyi, âletsiz, maddesiz, zamansız ve mekânsız olarak var etmek demektir. Bu da ancak Allah celle celâlühû’ya âiddir. Bedî’, mübdi’/modelsiz olarak yoktan var eden için kullanılır. Allah celle celâlühû’nün Göklerin ve yerin bedî’i sözü(nde olduğu) gibi.[35] Bedî’ kelimesi, mübde’/ misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var edilen için de kullanılır. Aynı şekilde, el-bid’u kelimesi de, misâlsiz/modelsiz olarak yoktan var eden ve modelsiz olarak yoktan var edilen ma'nâlarında kullanılır. Ahkâf sûresinin dokuzuncu âyetinin ma'nâsı, denildiğine göre, ben peygamberlerden, kendimden önce bir peygamber geçmeyen bir mübda’ değilim, bir ma'nâlandırmaya göre de, söylemekte olduğum şeyler husûsunda bir mübdi’ değilim, demektir. Mezhebde bid’at, bir kanaat bildirmektir ki, onu söyleyen ve yapan o husûsta Şerîat sâhibinin yolundan gitmemiş ve geçmiş misâlleri ve sağlam kılınan usûllerine riâyet etmemiştir. Her bir sonradan îcâd edilen şey bid’attır. Her bir bid’at sapıklıktır. Her sapıklık (sâhibi) de cehennem ateşindedir.[36]

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye’de şöyle demiştir: Bid’at iki türlüdür; hidâyet bid’ati, sapıklık bid’ati. Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiğinin zıddına olan bid’at kınanılacak ve inkâr edilecek bid’attir. Allah celle celâlühû’nün teşvik etmiş olduğu husûsların umûmu/geneli altında/çerçe-vesinde bulunan, Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in teşvik ettikleri, medhedilenler altındadır. Bir tür cömertlik ve iyi işi yapmak gibi mevcud bir misâli bulunmayan şeyler ise övülen işler zımnındadır. Bunun Şerîat’ın getirdiğine zıt bir şekilde olması câiz olmaz. Çünki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bunun için şu husûsta bir sevab koymuş ve kim güzel bir çığır açarsa, o kişi için onun ecri ve onunla amel edenlerin ecri vardır, buyurmuştur. Bunun zıddı hakkında da kim de kötü bir çığır açarsa, onun üzerine onun günahı ve onunla amel edenin günahı vardır[37] buyurdu. Bu Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin emri zıddına olduğu zamandır. Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bu ne güzel bir bid’attir[38] sözü bu türdendir. Bu (terâvîh namazının topluca kılınması) hayırlı fiillerden olunca ve medhedilen fiillere dahil bulununca onu bid’at diye isimlendirip medhetmiştir. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi vesellem onu (bu şekliyle) onlara sünnet kılmamıştır. Onu bazı gecelerde kılmış, sonra da terk etmiş, ona devam etmemiş, onun için insanları toplamamıştır. Hazreti Ebû Bekir radıyallâhu anh zamanında da yoktu. Sadece Ömer radıyallâhu anh insanları onun için topladı ve ona teşvik etti. Bu yüzden ona bid’at ismini verdi. Hâlbuki o gerçekte sünnettir. Çünkü aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm efendimiz sünnetime ve benden sonraki raşid halîfelerin sünnetine yapışınız[39] ve benden sonra iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz[40] buyurdu. Diğer her îcâd edilen bid’attir hadîsi bu te'vîle hamledilir. Sadece şunu murâd etmektedir: Şerîatın asıllarına ters düşen, sünnete uymayan şeyler.[41](İbnü’l-Esîr’in sözleri burada son buldu.)

Feyyûmî el-Mısbâh’da şöyle dedi: Allah celle celâlühû mahlûkatı ibdâ’ etmekle ibdâ’ etti, onları modelsiz olarak yarattı demektir. Ebda’tü ve Ebda’tühû onu çıkardım ve ihdâs ettim demektir. Bu ma'nâdan olarak muhâlif hâle bid’at denilmiştir. Bid’at ibtida’dan isimdir. Nasıl ki, rıf’at (yükseklik) irtifa’dan ise. Sonra bunun (bid’atın) dinde noksanlık ve yahud fazlalık olan şeylerde kullanılması galib oldu. Lâkin kimi zaman bir kısmı mekrûh olmaz ve mübâh bid’at diye isimlendirilir. Bu mübâh bid’at cinsine Şerîat’ta bir aslın şâhidlik yaptığı, yahud kendisiyle bir zararın savulduğu bir maslahatın gerektirdiği bid’at demektir. Halîfenin insanlarla içli dışlı olmaktan perdelenmesi gibi.(Feyyûmî’nin sözleri bitti.)[42]

Kamus ve Şerhi’nde şöyle denmiştir: Bid’at dinin ikmâl edilmesinden sonra, onda yeni bir şey yapmak demektir.[43] Sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım. Zîrâ her sonradan îcâd edilen bid’attır, her bid’at da dalâlettir hadîsi bundandır. Yahud o Leys’in sözüdür. İbnü’s-Sikkît, bid’at her sonradan îcâd edilen şey demektir, dedi. Sonra Şârih (Zebîdî) Nihâye’nin kelâmını yukarıdaki gibi nakletti.

Geçen bilgilerden her sonradan îcâd edilenin lüğatte ve Şerîat'te bid’at olduğu ve Şerîat örfünde bid'atın övülen ve yerilen iki çeşide ayrıldığı ortaya çıkmaktadır. Kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mübâhların tamamını işlememiştir. Çünkü onlar çoktur. Hiçbir beşerin gücü onları saymaya yetmez. Nerede kaldı ki onları kullanabilsin. Çünkü Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zâhid ve mübâhları az kullanan birisiydi. Onlardan ihtiyacı giderecek kadar ve hacetin davet ettiği kadarıyla yetinir bundan fazlasını terk ederdi. O yüzden kim Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir şeyi yapmadı da’vasıyla bir şeyin harâmlığını iddiâ ederse, hakkında delîl bulunmayan bir şeyi iddiâ etti demektir. Da’vası da merduddur. Gene kaçınılmaz olarak bilinen şeylerdendir ki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem mendûbların tamamını da işlememiştir. Çünki o vaktinin büyük bir kısmını içine alan da’veti tebliğ etmek, müşrikler ve ehl-i kitâbla mücadele etmek, kâfirlerle cihad etmek, İslâm yumurtasını himaye etmek, sulh anlaşmalarını akdetmek ….. gibi mühim işlerle meşguldü. Hattâ kendisi işlediği zaman Ümmet'ine farz olması yahud onlara meşakkatli hâle gelmesi korkusuyla bazı mendûbları kasden terk etmiştir.

Müslim Sahîh’inde Cabir radıyallâhu anh’den o da Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivâyet etti. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem hutbesinde şöyle derdi: Hiç şübheniz olmasın ki sözlerin en hayırlısı Allah celle celâlühû’nun hitâbı, yolların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in yolu, işlerin en şerlisi sonradan îcâd edilenleridir ve her bid'at sapıklıktır.[44]

Nevevî şöyle demiştir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at sapıklıktır sözü sınırlandırılmış bir umûmî hükümdür. Kasdedilen bid'atlerin çoğunluğudur. Lugat âlimleri demişlerdir ki; bid'at demek geçmiş misâli olmadan yapılan her bir iştir. Âlimler bid'at’ın beş kısım olduğunu söylemiştir: Vâcib, mendûb, harâm, mekrûh ve mübâh. Vâcib olan bid'atlerden birisi kelam âlimlerinin mülhid ve bid'atçılara karşı delîlleri dizmeleri ve benzeri şeylerdir. Mendûb olan bid'atlerden biri de ilim kitâblarını yazmak, medreseleri, tekkeleri ve başka şeyleri bina etmektir. Mübâh olan bid'atlerden biri de değişik yemekler ve benzeri şeylerde genişliktir. Harâm ve mekrûh olan bid'atler ise açıktır. Bu anlattığım bilinirse hadîsin aslında ma'nâsı genel olan ama sınırları (başka delîller yüzünden) daraltılan bir hadîs olduğunu bilir. Gelen buna benzer sâir hadîsler de böyledir. Ömer radıyallâhu anh’in ne güzel bid'at sözü de bunu te’yid etmektedir. Hadîsin tahsîs edilen bir âmm oluşuna, her bir bid'at sözünün her bir ifâdesiyle pekiştirilmesi mâni' değildir. Aksine buna rağmen hadîse bir sınırlandırma gelmektedir. Bu, Allah Tealâ’nın her bir şeyi tedmîr/kahr ve helâk edersin[45] sözü gibidir.[46]

Hâfız ibn-i Receb, Erbaîn Şerhi’nde şöyle demektedir: Bid'at’le murâd edilen Şerîat’ın kendisine delâlet edeceği aslı bulunmayan şeyler türünden yapılan ihdâslar/îcâdlardır. Şerîat’tan kendisine delâlet edecek bir aslı bulunan şeyler ise, lüğat olarak her ne kadar bid'at ise de Şerîat’ça bid'at değildir.[47] (İbn-i Receb’in sözü bitti)

İbn-i Hacer şöyle demiştir: Muhdesât, (sonradan îcâd edilen ma’nâsına gelen) muhdese kelimesinin çoğuludur. Bununla murâd edilen, Şerîat’ta aslı olmadığı hâlde îcâd edilen şey demektir. Bu, Şerîat örfünde bid'at diye isimlendirilir. Şerîat’ın delâlet edeceği aslı bulunan bir şey ise bid'at değildir. O hâlde Şerîat örfünde bid'at mezmûmdur ama lüğattaki bid'at böyle değildir. Zîrâ misâlsiz olarak ihdas edilen her bir şey övülen olsun, yerilen olsun bid'at diye isimlendirilir.[48](İbn-i Hacer’in sözü bitti.)

Ben (Ğumârî) derim ki; Şerîat’ın şâhidlik yapacağı bir aslı olduğu hâlde sonradan îcâd edilen şeye sünnet-i hasene/güzel sünnet ismi verilir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem onu böyle isimlendirmiştir. Bunun mukabili de sünnet-i seyyie/kötü sünnet diye isimlendirildiği gibi, bid'at diye dahî isimlendirilir.

Ebû Nüaym İbrâhim ibnü’l-Cüneyd’den şöyle dediğini rivâyet etti: Şâfi'î’yi şöyle derken işittim: Bid'at iki çeşittir; övülen bid'at ve yerilen bid'at. Sünnet’e uyan övülen, Sünnet’e ters düşen de yerilen bid'at demektir.[49]

Beyhaki, Menâkıbu’ş-Şafi’î’de İmâm Şâfi'î’den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sonradan îcâd edilen şeyler iki çeşittir: Bir âyete veya bir sünnete, yahud bir esere, yahud da bir İcmâ'a ters düşen bid'at. Bu sapıklık olan bid'atıdır.[50]

İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri’de şöyle demiştir: ’İrbâz b. Sâriye’nin hadîsindeki sizi işlerin sonradan îcâd edilenlerinden sakındırırım sözünden sonraki, zîrâ her bir bid'at bir sapıklıktır ifâdesi, sonradan îcâd edilen şeyin bid'at diye isimlendirildiğini göstermektedir. Her bir bid'at bir sapıklıktır sözü mantûku/açık ibaresi ve mefhûmu yani ma'nâsıyle küllî bir Şer’î kaidedir. Mantûkuyle bunun böyle olması sanki şöyle denilmesi gibidir; şunun hükmü bid'attır, her bir bid'at sapıklıktır, o hâlde bid'at Şerîat’ten olmaz, çünkü Şer'îat’ın tamamı, hidâyettir. Eğer sözü geçen hükmün bid'at olduğu sâbit olursa, iki mukaddime yani öncül sahîh olur ve matlûbu netice verir. Her bir bid'at bir sapıklıktır sözüyle anlatılmak istenen, sonradan îcâd edilip de Şerîat’tan ne husûsî ne de umûmî bir yolla delîli bulunmayan şey demektir.[51] (İbn-i Hacer’in sözü burada bitti)

İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât isimli eserinde şöyle demiştir: Şerîat’ta bid'at, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem zamanında bulunmayan bir şeyin sonradan ihdâs edilmesi demektir ki, güzel ve çirkin diye ikiye ayrılmaktadır. Abdülazîz b. Abdisselâm el-Kavâid isimli kitâbının sonunda şöyle demiştir: Bid’at, vâcib, harâm, mendûb, mekrûh ve mübâh’a ayrılmaktadır. Bundaki yol, Şerîat’in kaidelerine arzedilmesidir. Eğer vâciblik kâidesine dâhil oluyorsa, vâcibdir. (Abdülazîz b. Abdisselâm’ın sözü bitti.)

İmâm Beyhekî, Menâkıbu’ş-Şâfiîde, isnâdıyla İmâm Şâfiî’den, şöyle dediğini rivâyet etti: Sonradan îcâd edilen işler iki kısımdır: Birincisi, bir âyete veyâ bir hadîse, yâhud bir eser’e, yahud da bir icmâa ters düşen şeylerdir ki, işte sapıklık olan bu bid’attır. İkincisi de, îcâd edilen hayırlı şeylerdir. Bunun hakkında âlimlerden hiç birinin muhâlif görüşü yoktur. Bu kınanmayan bir sonradan îcâd edilen şeydir. Ömer radıyallahu anhu Terâvîh namazı için bu ne güzel bir bid’attir derken, “önceden mevcûd olmayan, olduğu zaman da kendinde geçmişi inkâr bulunmayan bir îcâd olduğu”nu, kasdetmektedir. Bu, Şâfiî’nin -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- sözünün sonudur. [52] (Nevevî’nin sözü bitti.)

Yukarıdaki nakillerden anlaşılmaktadır ki, âlimler bid'atın mahmûd/övülen ve mezmûm/yerilen diye ikiye ayrıldığında ve Hazreti Ömer radıyallâhu anh’in bunu ilk defa konuşan olduğunda söz birliği hâlindedirler ve gene âlimler Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in her bir bid'at bir sapıklıktır sözünün âmm-i mahsûs olduğunda da müttefiktirler.

İmâm Şâfi'î şöyle demiştir: Şerîat’tan dayanağı olan her bir şey, Selef onu yapmasa da bid'at değildir. Zîrâ Selef’in onunla amel etmeyi terk etmesi bazen o anda kendileri için mevcûd olan bir ma’zeret sebebiyle, yahud ondan daha üstün bir şey sebebiyle, yahud da onun bilgisi tamamına ulaşmaması sebebiyle olmuş olabilir.(Şâfi'î nin sözü bitti.)

İbnü’l-Arabî şöyle dedi: Bid'at ve muhdes, lafızları veya ma'nâları yüzünden zemmedilen iki lafız değildir. Bid’atın Sünnet’e muhâlif olanı kınanır. Muhdeslerin yani sonradan îcâd edilen şeylerin sapıklığa çağıranları zemmedilir. (İbnü’l-Arabî’nin sözü bitti.)

Ulemânın Her bir bid'at bir sapıklıktır hadîsinin tahsîs edildiğine, yani sınırlarının daraltıldığına dâir olan görüşlerinin hadîslerden bir çok delîli vardır. (Bunlardan biri de şu hadîsdir:) “Kim İslâmda güzel bir çığır açarsa, onun için o çığırın ecri ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin, onların ecrinden hiçbir şey noksan olmaksızın ecri vardır.. Kim de islâmda kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kendisinden sonra onunla amel edecek kimselerin günahı, o kimselerin günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onun üzerinedir.”[53]

Nevevî şöyle dedi: Hadîsde, hayırlı işleri ilk yapan olmak ve güzel sünnetler îcâd etmeye teşvik ile bâtıllar ve çirkin görülen şeylerden sakındırmak vardır. Bu hadîsde, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Sonradan îcâd edilen her bir şey bir bid’at, her bir bid’at da bir sapıklıktır sözünün sınırlandırılması ve bununla anlatılmak istenenin sonradan îcâd edilen bâtıl şeyler ile kınanan bid’atlar olduğu vardır.[54]

Sindî İbn-i Mâce Hâşiyesinde şöyle demektedir: Güzel bir sünnet demek, uyulacak ve gidilecek güzel bir yol demektir. Güzel ile kötünün arası Şerîat’ın ölçülerine uyup uymamakla ile ayrılır.. (Sindî’den nakil son buldu.)

Bu hadîs (ve buna benzer hadîsler) bid’at’in, hasene ve seyyie diye ikiye ayrıldığını açıkça ifâde etmektedir. Hasene şahsı bakımından bid’at ise de nev’i/türü bakımından, Şer’î bir kâide veya bir âyet yahud, hadîsin geneli altına girmesi sebebiyle meşrû’dur. İşte bundan dolayı hasene diye isimlendirilmiştir. Ve ecri o çığırı açan üzerinde öldükten sonra devâm eder. Seyyie de Şerîat’in kaidelerine muhâlif olandır. Kınanan sünnet ve sapık olan bid'at da budur.[55] (Ğumârî’den nakiller bitti.)

Bu husûsta geçmiş bir çok büyük âlimden nakil yapılabilir. Lâkin buna lüzûm görmüyoruz.

Mühim Bir Süâl: Râbıta inkârcıları bize sorsalar; Ey Râbıtayı kabûl eden Nakşî Tarîkati mensûbları!.. Yukarıdaki nakillerinizden bid'atin, hasene/güzel ve seyyie/kötü diye ikiye ayrıldığı görülmektedir. Hâlbuki, Râbıta’yı kabûl edip onunla amel eden sizlerin imâmlarınızın en büyüklerinden olan İmâm Rebbânî, bunu kabûl etmemektedir; bid’atin hepsi kötüdür, güzeli olmaz demektedir;[56] buna ne dersiniz?

Cevâb: Büyük Muhaddis ve Fakih Abdülğenî el-Müceddidî, İbn-i Mâce Hâşiyesi İncâhu’l-Hâce’de, Kim bizim bu dîn işimizde ondan olmayan şeyi uydurursa o (uydurduğu) merdûddur hadîsini îzâh ederken şöyle diyor: Ondan (dînden) olmayan şeyi demek, dînin vesîlelerinden (de) olmadıkça demektir. Zîrâ vesîleler, ona (dîne) dâhildir. İşte bundan dolayı, Müceddid (İmâm Rebbânî) -Allah celle celâlühû ondan râzı olsun- dîn işinin vesîleleri olan sarf ve nahiv gibi ilimlerin, Sünnet’e dâhil olduğunu bid’at ta'bîrinin bunlar için kullanılmayacağını, söylemiştir. Zîrâ O’na göre, -Allah celle celâlühû Ondan râzı olsun- bid’atta kesinlikle bir güzellik yoktur. İşte bu yüzden O şöyle diyor: Nûru, sabâhın aydınlığı gibi de olsa, bid’at-i hasene[57] terk edilir. Çünki bid’at kesinlikle Sünnet’i kaldıran bir şeydir. Bir kişi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını yaparsa o hususta ona muhâlif olur. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığını yapmazsa yine öyle olur. (O’na muhâlif olur. İmâm Rebbânî) İşte bundan dolayı, namaza başlarken dil ile yapılan niyyeti men' etti. Zîrâ niyyetin dille yapılması ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, ne de müctehidlerden birinden sâbit olmamıştır. Âlimlerden bid’at-i hasene/güzel ve seyyieye ayıran da vardır. Bununla beraber âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Helâya girerken önce sol ayağı içeriye sokmak gibi küçük bir şey de olsa, Sünnet’i işlemek, medreseler inşâ etmek gibi büyük bir iş de olsa bid’at-i haseneden evlâdır, daha iyidir.[58] (El-Müceddidî’nin sözü bitti.)

Hâsılı, bid'atin, hasenesi/güzeli olmaz; hepsi, seyyiedir/kötüdür diyenler Şer'î ıstılâhı kasdediyorlar; lügat ma’nâsındaki bid'at’i kasdetmiyorlar. Bid’atin güzeli de vardır diyenler, Şer’î Istılâhı kasdetmeyip lüğat ma’nâsını murâd ediyorlar. Yani her iki guruba göre de bid’at-i hasene Şer’î ma’nâda bid’at değildir. İmâm Rebbânî Şer’î ıstılâhı esas alarak Şer'îat’ı ve Sünnet’in temel esaslarına uyan ama şeklen sonradan ortaya çıkan bir şeye bid’at demez. Diğerleri de şeklen sonra ortaya çıkmasından dolayı lügat ma’nâsıyla bid’at, Şerîat esasına dayandığından dolayı hasene demişlerdir. Kısacası hilâf/anlaşmazlık lafzîdir, ma’nevî değildir. Esâsda hepsi bir kapıya çıkmaktadır.[59]

Mecmuamızın ileriki sayılarında delîller getirildiğinde de görüleceği ve anlaşılacağı gibi, Râbıta’ya Şer’î ma’nâda bid’at denemez. Çünki, Kur’ân ve Sünnet’e uymayan bir yanı bulunmadığı gibi, onlarla emredilen zikrin vesîlesi olmanın yanında, Şer’î delîllerden bir nicesinin umûmu/geneli ve kapsamı çerçevesinde düşünülebilecekleri çok açık ve esaslı dayanakları vardır.

Altıncı Nokta

Tekfîrde Lüzûmlu Dayanak Nedir?

Bir kimseyi kâfirlik veya müşriklikle suçlamak için lâzım olan yeterli delîl nedir?

Bunun için te'vîl/yorum kaldırmayacak seviyede açık âyet veya yine te’vîl götürmez mütevâtir Sünnet, yahud İcmâ'’a ihtiyac vardır. Başka şekilde, Kıyâslarla veya ictihâdlarla, hele Kıyâs ve ictihâd bile olmayan saçmalamalarla bir işe küfür veya şirk, bunu gördükleri kimseye kâfir veya müşrik diyenler, ya câhil ahmaklar veya hâin zındıklardır. Mütevâtir olmayan ve başka şekilde te’vîl edilemiyen sahîh hadîslerle Ehl-i Sünnet'in cumhûruna göre kesin harâmlık bile sâbit olmaz, sadece mekrûhluk ve inançlaştırma bahis mevzûu ise küfre sokmayan bid’at hâsıl olur. Ya, câhil ve sapık Râbıta düşmanlarının yaptıkları gibi abuk subuk yorumlamalarla olursa? Bu, düpedüz Allah celle celâlühû ve Resûlü ile alay etmek olur. Şunların hâlleri berbat… Câhillikleri ma’zeret olarak kabûl edilmezse işleri hepten kül…

Yedinci Nokta

Her Mes'elenin Delîli İllâ da Mantûk mu Olmalıdır?

Başka bir tâ'bîrle, ona âid husûsî bir ibâre midir? Hayır… Bir husûsun delîli illâ da onun için getirilen ibâre değildir. Bu dediğimizi daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki soruyu cevâblandırmamız lâzımdır; Sözün ma’nâsını anlama kaç şekilde olur? veya, bir sözden bir ma'nâyı anlamanın kaç yolu vardır? Dört şekilde olur; veya dört yolu vardır;

Bir: Söz, ma’nâyı, nazmı (kendi dizilişi) ile gösteriyor ve o ma’nâ için getirilip söylenmiş ise, bu, ibaresiyle(ma’nâyı) gösterendir.

İki: Değilse, yani bir ma’nâyı göstermek için söylenmemişse, fakat yine de o ma’nâyı nazmıyla gösteriyorsa, işaretiyle o ma’nâyı gösterendir.

Üç: Eğer söz, nazım (kendi dizilişi)) ile bir ma’nâyı göstermiyor fakat lügatin mefhûmu (dilden anlaşılan ma’nâ) ile gösteriyorsa, delâletiyle o ma’nâyı gösterendir.

Dört: Değilse, (yani, ma’nâ lüğatten de anlaşılmıyorsa), iktizası ile o ma’nâyı gösteren bir lafız olur. (Yani, sözde o ma’nâ gözükmese de lafız o ma’nâyı gerektirir.)

Dolayısıyla, Râbıta'nın meşrû'luğu için illâ ona âid husûsî bir ibâre aramak, bu yoksa, diğer yollara bakmadan onu reddetmek ya câhillik veya hâinlikdir. Câhil olanlar, ibâre ma’nâsının dışındaki diğer üç ma’nâyı görmeyip, meselâ, bunun neresi Râbıta delîli? diyebilirler. Zîrâ bu onların cehâlet ve ona paralel olan idrâksizliklerinin muktezasıdır. Bu gibi gülünçlüklere sıkça rastlamaktayız... Delîl isterlerken illa, ibâresiyle delâlet eden delîl isterler. Ama kendileri delîl getirirlerken bu dördün de dışına çıkarak kısmen zann ifâde eden Kıyâsın hiçbir şey ifâde etmeyen (hattâ yalan ifâde eden) batılıyla insanları şirk ve küfürle suçlayabilirler…

Sekizinci Nokta

Sözün Açık Veya Kapalı Oluşu Kaç Çeşittir?

Lafzın/sözün ma’nâsı, eğer açıksa, ya, tahsîs/sınırlandırma kabûl eder veya etmez. Ederse, ma’nâsının açıklığı, ya sırf sîğesi (kalıbı) sebebiyledir, ki o zaman zâhir (açık)dir; Veya (sırf sîğesi sebebiyle) değildir, ki o takdîrde nassdır. Lafızda te’vîl ve tahsîs ihtimâli yoksa, ya nesh kabûl eder veya etmez. Ederse, mufesserdir/tefsîr edilendir. Kabûl etmezse muhkemdir.

Eğer lâfzın ma’nâsı gizli kaldıysa, bu kapalılığı, ya sîğeden başka bir şey sebebiyledir, ki, bu hafîdir, yahud sîğeden dolayıdır, ki bu da, eğer düşünmekle idrâki mümkin ise, müşkil, değilse, açıklanması, (başka delîllerle) umulan bir şeyse mücmel, değilse, müteşâbih olur.

Ayrıca, Lâfzın ma’nâda kullanılması, ya hakîkattır, veya mecâzdır. Bu ikisinden her birinin murâdı açıksa sarîh, kapalıysa, kinâye olur.[60]

Râbıta inkârcıları, onun meşrû'luğu için illâ apaçık delîl isterler. Oysa ilimde mu'teber olan delîllerin hepsi aynı açıklıkta değildir. Kimileri kısmen kapalı delîllerdir. Şunların hepsi de delîl olmaya elverişlidir. Lâkin yapılan sınıflama, bilhassa iki noktada mühimdir: Birincisi: Bunlardan her birinin bir husûs için delîl oluşunu inkâr etmenin hükmü ayrıdır. İkincisi: Şunların kendi ayarında zıd delîl bulunması hâlinde tevakkuf edilmesi, ikisininde i'tibârdan düşmesi, daha açık başka zıdd delîllerle teâruz/çelişki ânında da, daha açık olanların tercîh edilmesi gerekir.

Râbıta kendinden daha açık veya kendine denk hangi delîlle çelişmektedir? Bu ortaya konulmadıkça, onun meşrû'luğuna dâir getirilen delîllerin şu yollarla delîl olamayacakları gösterilemedikçe, yapılacak her bir karşı çıkmanın câhillikten veya sapıklıktan doğduğu inkâr edilemeyecektir. Halbuki biz, Râbıta inkârcılarında bu dediklerimizin hiçbirini göremiyoruz.

Dokuzuncu Nokta

Sükûtî İcmâ' Bir Hüküm Bildirir mi?

Evet, Sükûtî İcmâ’, Sözlü İcmâ' seviyesinde değilse de bir çok âlime göre bir hüküm bildirir.

Alâuddîn Buhârî şöyle diyor: Ruhsat icmâ'ının bu ismi alması, âlimlerin tamâmının fâsıklık ve dîn işlerinde kusûr etmekle suçlanmalarından korunmuş olmak için zarûret îcâbı icmâ' kabûl edilmesi sebebiyledir.[61] Mes'elenin sûreti/şekli şudur: Bir asırda Ehl-i Hall ve Akd'dan[62] bir kimse, bir mes'elede, bu mes'ele üzerinde mezheblerin hükmü yerleşmeden evvel bir hükme kanâat getirse, şu kanâat, asrının ahâlisi arasında yayılsa, üzerinden düşünme zamânı geçse ve ona muhâlif biri ortaya çıkmasa, bu ashabımız(Hanefî âlimlerin)in çoğuna göre kesin bir İcmâ' olur. Fiil/iş de böyledir. Ya'nî İcmâ' ehlinden birisi bir iş yapsa, onu zamânının âlimleri bilse hakkında düşünme müddeti geçtikten sonra ona hiçbir kimse karşı çıkmasa bu onlar tarafından şu işin mubâh olduğuna dâir bir icmâ' olmuş olur. Buna, onu kabûl edenlere göre Sükûtî İcmâ'/susmakla olan icmâ' ismi verilir.[63] (Alâuddîn Buhârî’nin sözü bitti.)

Râbıta amelini/işini yapan veyâ yapılmasını emreden bir değil sayılamayacak âlimler, ârifler ve sâlihler olmuştur… Râbıta, Müctehidler, Fakîhler Muhaddisler, Müfessirler ve Akâid âlimlerinin bol olduğu zamanlarda hemen hemen herkesin bildiği ve şâhid olduğu bir seviyede şöhretle işlenmekteydi. Buna rağmen, Râbıta'ya karşı gelen, veya onu şirk yâhud bid'at diye vasfeden hiçbir ilim sâhibi bilinmemektedir. Bu da bir Sükûtî İcmâdır. Zamânımızın akıl, ilim, hidâyet ve edeb müflislerinin söylemekte olduklarının ise bizce peş paralık bir kıymeti bile yoktur…

Onuncu Nokta

Sâlihlerin Örf ve Âdeti Meşrû'luk İfâde Eder mi?

Evet, eder. Nitekim bu husûs, Usûl-i Fıkıh kitablarında,[64] birtakım müstakıl risâlelerde,[65] Eşbâh ve Mecelle gibi Küllî veya Ekserî kâidelerden de bahseden eserlerde[66] etraflıca anlatılır.

Mü'minlerin güzel gördüğü, Allah celle celâlühû katında da güzeldir.[67] Örf ile sâbit olan Şer'î bir delîl ile sâbit olmuştur.[68] Örf ile sâbit olan Nas ile sâbit olmuş gibidir.[69] Örfün makbûl olmasının da elbette şartı vardır: Nassa muhâlif örfe i'tibâr edilmez.[70]

Netîce

İşte size tam on tane usûl kâidesi… Bunlar çerçevesinde de işte size meşrû' bir amel; Râbıta… Bahsi geçen âyetler, hadîsler ve fıkhî istinbâtlar dâiresindeki şu kâidelerin veya Râbıtanın bunlar çerçevesinde olduğunun yanlışlığı isbât edilmedikçe, onu inkâr etmek, en hafîfinden hevâ ile amel etmektir. Nefse ve hevâya tapınmaktır da diyebilirsiniz. Âbidler, ârifler ve zâhidler topluluğu olan Sûfiyye tâifesi gibi salâh ve takvâda mü'minlerin nümûneleri olan nezîh zâtların örfü hâline gelen Râbıta Allah celle celâlühû katında da elbette güzeldir.


 

 



[1] Şu yazı bilhassa bir ilim yetîmi ve fakîri olan Profesör Abdulaziz BAYINDIR’ın ve beşik şeyhliği ile hakiki şeyhliği karıştıran Ferit AYDIN isimli kimsenin hezeyanları münâsebetiyle kaleme alınmıştır.

[2] Tâcü’l-Arûs: 10/262

[3] Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi: 3/659

[4] Mısbâh: 462

[5] Ahterî: VSL maddesi.

[6] Allah’ın razı olduğu şeylerde yok olma mertebesine varmış. (İmâm Rebbânî:

 Mektûbât:1/102-103)

[7] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Risâle-i Râbıta, Reşâhât kenarı: 222-223

[8] Daha kültürlü veya entellektüel (!) zevâtın ifâdesiyle, metotik yahud metodolo jik

[9] Ki doğru değildir. Söz doğru olduğu takdîrdedir.

[10] Yani önceleri ateşte pişen yemeği yediği için abdest alıyordu. Sonra artık ab- dest almadı.

[11] Ama abdest alsa daha iyi olur.

[12] [Buhârî, Sahîh, İ’tisâm: 4, Meğâzî:74, Müslim, Libâs:52, Ahmed Hanbel, 4:165]

[13] Bir şeyi zikredip netîcesini kasdetmek de bir mecâzdır.

[14] Altun yüzüğü Ashâb’ın kullanmamaları, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in onu kullanmayı terk edişinden değil, kullanmayacağım sözünden ve başka şu ya- saklığa dâir açık nasslar sebebiyledir..

[15] Husnü’t-Tefehhüm ve’d-Derk li Mes’eleti’t-Terk:5-25 den hulâsa

[16] İbn-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (Hamevî Hâşiyesi ile beraber):1/223-225

[17] Yer yer şerh ve hâşiyelerin hattâ bazen de şunların metinlerinin üzerine yazılan açıklamalar.

[18] Hamevî, aynı yer.

[19] Hamevî aynı yer.

[20] Telvîh: 2/39

[21] Veya Sa’d, yahud Ahmed er-Rûmî. Kadızâdelerden.

[22] Leknevî, Tervîhu’l-Cinân Bi Teşrîh-i Hukmi Şurbi’d-Dühân isimli risâle:17

 (Mecmûu Resâili’l-Leknevî:2/267)

[23] Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/14-16

[24] Mefhûm-i Muhâlefet: Kelâmdan iltizâm yoluyla anlaşılan şeydir/ma'nâdır. Denil miştir ki, hükmün meskûtta/sözü edilmeyen, susulan şeyde, mantûkun/sözü edilenin zıddına isbât edilmesidir, var olduğunun söylenmesidir. (Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât)

[25] İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem:2/164-165

[26] Alâuddîn Muhammed İbnü Abdülhamîd es-Semerkandî, El-Mîzân fî Usûli’l-Fıkh :191, Dâru’l-Kütüb’l-İlmiyye

[27] Kâdî Mücâhidü’l-İslâm el-Kâsimî (Muâsır ulemâdan. Cihâdda Şehîd düşenler den), Fıkhu’l-Müşkilât: 37-48

[28] [Gezâlî, (el-Mustasfâ: 2/40-139)], Kâsimî:38

[29] [Fahruddîn er-Râzî, (El-Mahsûl: 2/434)], Kasimî:38

[30] [Ğezâlî: (el-Mustasfâ:1/139)], Kâsimî: 38

[31] [Şâtıbî, (El-İ’tisâm: 1/111)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:42-43

[32] [Âmidî, (el-İhkâm: 4/160)], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[33] Tahrîr’in ifadesi Hanefîler ve diğerleri şeklindedir, Kâsimî’nin naklettiği gibi

bazıları değil.

[34] [Et-Teysîr ale’t-Tahrîr: 4/171, el-İ’tisâm: 2/111, el-İhkâm:4/169], Kâsimî Fıkhu’l-Müşkilât:45

[35] Bakara:117, En’âm: 101

[36] [İsnadı sahîhtir. Ebû Dâvûd, es-Sünne (4607), Tirmizî el-İlm (2676), Tirmizî bu hadîs hasen ve sahîhtir demiştir. İbn-i Mâce Mukaddime (42, 43), Ahmed İbn-i Hanbel (4/126,127), Hâkim (1/95,1/96), Hâkim, bu hadîs illeti olmayan sahîh bir hadîstir, dedi ve Zehebî O'na muvâfakat etti.]

[37] [Müslim, Zekat (69/1017)]

[38] [Buhârî, Terâvîh Namazı (2010)]

[39] [Önceki hadîsin kendisi (Ebû Dâvûd ve Tirmizî hadîsi)]

[40] [Ahmed İbn-i Hanbel (5/382), Tirmizî, Menâkıb (3662, 3805), İbn-i Mâce (97)],

 [Taberânî el-Kebîr (8426), İbn-i Hibbân (İhsân-6863)]

[41] [En-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: (1/106, 1/107)]

[42] [El-Mısbâhu’l-Münîr: (38). El-Mektebetü’l-ilmiyye Beyrut.]

[43] [Feyrûz Âbâdî, Kâmûs-i Muhît, (b,d,a) maddesi, (907) Müessesetü’r-Risâle]

[44] [Müslim Cumu’a: (43/867)]

[45] Ahkâf 25

[46] [Sahîh-i Müslim, Nevevî şerhi ile beraber (6/154-155)]

[47] [Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem (397, Darü’l-Fürkân-Ürdün)]

[48] [Fethu’l-Bârî (13/266, 13/267), Reyyan Baskısı]

[49] [Ebû Nüaym, Hilyetü’l-Evliyâ (9/113)]

[50] [Fethu’l-Bâri (13/267)]

[51] [Fethu’l-Bâri (13/267-13/268)]

[52] İmâm Nevevî, Tehzîbu’l-Esma ve’l-Lüğât: 3/22-23

[53] [Müslim, Zekât (1/1017), Nesâî, Zekât (5/75-77), İbn-i Mâce, Mukaddime (203)

 Cerîr b. Abdillâh el-Becelî’den]

[54] [Sahîh-i Müslim, Nevevî Şerhi ile (1/226-227)]

[55] Ğumârî’nin İsmi geçen risâlesinden hulâsa

[56] İmâm Rabbânî, Mektûbât:1/159-160, 186. Mektûb

[57] Allahu a’lem, vesîlelerden olmamasına rağmen isâbetsiz olarak, vesîle kabûl edilip kendisine hasene/güzel denilen sonradan îcâd edilen şeyleri kasdediyor. Namaz niyyetinin dille yapılması ve kefene yapılacak ilâve, açıktır ki, niyetin ve kefenin vesîlelerinden değildirler, ve bu hususlardaki sünneti ortadan kaldırmaktadırlar. Ama O, buna rağmen bunların güzel bulunmasına -haklı olarak- bir ma'nâ veremiyor. Bunların hasene diye isimlendirilişleri, bid’ati, hasene ve seyyieye ayıranların ta'rîfine de uymuyor.

[58] İncâhu’l-Hâce:3

[59] Bu bid’at husûsunda Allâme Leknevî’nin, İqâmetü’l-Hucceh isimli kıymetli bir risâlesi vardır.

[60] Her hangi bir Usûl-i Fıkıh kitabının Hakîkat, Mecâz ve Kinâye bahisleri.

[61] Ya'nî, âlimlerin susup da inkâr etmedikleri bir söz veya işin biz yanlış olduğunu kabûl edecek olursak, şu âlimlerin tamâmını fâsık olmak ve dînî işlerde kusûr işlemekle suçlamış oluruz. Bu ise kesinlikle yanlıştır. Şu yanlıştan sakınmış olmak için de onların bu susmasını bir icmâ' olarak kabûl etmeye mecbûruz.

[62] Mü'minlerin müşkillerini/problemlerini ve işlerini Şer'î ölçüler içinde çözen ve karâra bağlayan, onlar tarafından tabiî olarak dînî liderler kabûl edilen Rabbânî âlimler topluluğu

[63] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr alâ Usûli'l-Pezdevî: 3/228

[64] Alâuddîn Buhârî, Keşfu'l-Esrâr:2/95, Lafızların hakîkatlarının kendisiyle terk edileceği şeyler bahsi.

[65] İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'zı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/ 114

[66] İbn-i Nüceym, El-Eşbâh ve'n-Nezâir, Altıncı Kâide:1/126-139, Mecelle-i Ahkâm-i Adliye:36,37ve 38. maddeler.

[67] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, Abdullah İbn-i Mes'ûd'dan, mevkûf olarak. Tahrî ci ileride etraflıca gelecek.

[68] Şerh-i Eşbâh’ı Bîrî'den naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[69] Mebsût'tan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

[70] İbn-i Hümâm'dan naklen, İbn-i Âbidîn, Neşru'l-Arf fî Binâi Ba'dı'l-Ahkâmi ale'l-'Urf, Mecmûatü'r-Resâil:2/115,

A- HADİS-İ ŞERİFLERİN CEMEDİLMESİ VE YAZILMASI:

 

Bu kısımda “Kitabetü’l-Hadis”, “Tedvîn” ve “Tasnîf” tabirlerinin kısa izahları yapılacak ve tasnif usulleri ile alakalı hulasa olarak ma’lûmât verilecektir.

 

1- KİTÂBETÜ’L-HADÎS

 İlm-i Hadîs’te “Kitâbetü’l-Hadîs” tabiri ile, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve  Sahabe-i Kirâm devrinde hadis-i şeriflerin mücerred yazılması ve cemedilmesi kasdedilir. Asr-ı Saadet’te Sahabe-i Kirâm’ın bazıları Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hadis-i şeriflerini yazarak “sahîfe” adını verdikleri küçük risaleler vücuda getirmişlerdir. Abdullah İbn-i Amr İbni’l-Âs (r.a) Hz.’nin “Sâdıka” ismini verdikleri sahifesi ile; Hemmam İbn-i Münebbih (r.a.) Hz.’nin, Ebû Hureyre (r.a.) Hz.’nden yazmış oldukları “Sahîha” isimli sahifesi bunların arasında en meşhur olanlarıdır.

 

2- TEDVÎN

 Tedvîn lügatte, cemetmek manasınadır. Bu kelime ile, “yazılı sahifeleri cemederek iki kapak arasında kitap haline getirmek” manası ifade edilir.

 Hadîs İlmi Istılâhı’nda ise Tedvîn, Sahâbe-i Kirâm tarafından yazılmış olan yahut hafızalarda tutulan hadîs-i şerîfleri toplayarak bir kitap meydana getirmek manasına gelir.

 Tedvîn devrinin ne zaman başladığı hakkında kat’î bir tarih vermek mümkün değildir. Ancak bu mevzû ile alakalı olarak gelen rivayetlerden, tedvîn devrinin Sahâbe Asrı’ndan sonra, yani birinci asrın sonları ile ikinci asrın ilk çeyreğinde başladığı anlaşılmaktadır. 

 Tedvîn faaliyetine ilk başlayan ise Hilyetü’l-Evliyâ’da bildirildiğine göre İbn-i Şihâb ez-Zührî Hz.’dir.

 

3- TASNÎF

 Bu tabir “Kitâbetü’l-Hadis” ve “Tedvîn” tabirlerinden daha farklı bir manayı ifade eder. Hadîs-i şerîfleri tedvîn eden kimse (müdevvin), kitabını hazırlarken, içine aldığı hadîs-i şerîfleri sınıflandırır ve meselâ salât ile alakalı olanları bir bölümde; zekat ile alakalı olanları bir bölümde zikrederse “tasnîf”“musannaf” ismi verilir. yapmış olur. Bu şekilde hazırlanan eserlere de

 Hadîs Tarihi’inde evvelâ “Kitâbetü’l-Hadîs”, ardından “Tedvîn”, ondan sonra da “Tasnîf” devreleri teşekkül etmiştir.

 

4- BAŞLICA TASNÎF USULLERİ

 

 Hicrî ikinci asırda tedvîn ve tasnîf edilmeye başlanan hadîs eserleri Sünenler, Câmîler, Müsnedler, Müstedrekler gibi kısımlara ayrılmaktadır. Şimdi bu kısımlarla alakalı olarak kısaca ma’lûmât verelim.

 

a) Sünenler:

 Ahkâm Hadîslerini ihtivâ eden ve fıkıh bablarına göre tanzîm edilmiş olan hadîs kitaplarına “sünen” ismi verilmiştir. Bu kitaplarda sadece merfû’ olan  hadîs-i şerîfler yer alır ve “ibâdât , ukûbât ve mu’amelât” olmak üzere üç başlık altında toplanır. Bu başlıklara ait fıkhî mevzular da “kitab” ismi altında zikredilir. Kitablar ise “bablar” şeklinde tasnif edilir.

Mesela: Kitâbü’s-Salâh, Bâb-ü Salâti’l-Cümü’a gibi.

 

b) Câmîler:

 Bu sınıf hadis kitaplarında ise “Sünenler” gibi ibâdât , ukûbât ve mu’âmelât’a dair hadîs-i şerîfler toplanmıştır ancak, sadece bunlara değil bunlara ilaveten çok daha değişik mevzûlardaki hadîs-i şerîflere de yer verilmiştir.

Mesela Câmîler’de bulunan Kur’ân-ı Kerîm’in faziletleri, tefsiri; menâkıb, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sîret ve megâzîsi, Sahâbe-i Kirâm’ın faziletleri gibi mevzûlara sünenler’de temas edilmez. Bu itibarla Câmîler, her türlü müşkilin halli için başvurulabilecek mufassal hadis eserleridir.

 

c) Müsnedler:

 Bu sınıf hadis eserleri Hicrî üçüncü asırda ortaya çıkmıştır. Bu eserlerde hadîs-i şerîflerin mevzûları dikkate alınmamış, fakat hadîs-i şerîfler onları rivayet eden sahâbî’nin ismi altında cemedilmiştir. Mesela Ebû Hureyre (r.a.) Hz.’nin rivayet ettiği hadîs-i şerîfler, mevzûları ne olursa olsun, bu isim altında cemedilir.

 Sahâbe-i Kirâm’ın isimleri de İslam’a giriş sırası esas alınarak veyahut da neseblerine göre sıraya konmuştur.

 

d) Müstedrekler:

 Bir müellifin kendi şartlarını taşıdığı halde eserine almadığı hadîs-i şerîfleri, başka bir müellifin cemetmesiyle meydana gelen kitaplara “müstedrek” ismi verilir.

 En meşhur müstedrek, İmam Hâkim en-Neysâbûrî Hz.’nin, Sahîh-i BuhârîSahîh-i Müslim için (bu ikisine ilm-i hadîs’te -sahîhayn- ismi verilir) telif etmiş olduğu “el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn” isimli eseridir. ve

 

B- MEŞHUR HADİS ESERLERİ VE MUSANNIFLARI HAKKINDA MA’LÛMÂT:

 

Bu kısımda İlm-i Hadis’te “Kütüb-i Sitte” ismiyle meşhur olan en muteber altı eser ve musannıfları ile; bu altı eserden sonra en muteber diğer üç eser ve musannıfları hakkında kısaca ma’lûmât verilecektir.

 

CÂMÎLER

1) İmam-ı Buhârî Hz. (h. 194-256) ve el-Câmi’u’s-Sahîh:

 Hadis eserleri içinde en meşhur ve en muteber eser İmam-ı Buhârî Hz.’nin telif ve tasnif etmiş olduğu el-Câmi’u’s-Sahîh isimli eseridir. Bu eser “Sahîh-i Buhârî” ve “Buhârî Şerîf” isimleriyle de meşhurdur. İmam-ı Buhârî Hz.’nin asıl ismi, Muhammed bin İsmâil bin İbrâhim’dir. On yaşlarında bile yokken hadîs ezberlemeye başlamış, binden fazla şeyhten hadîs yazmış; yüz bin sahîh, iki yüz bin de sahîh olmayan hadîs-i şerif ezberlemiştir.

 el-Câmi’u’s-Sahîh isimli eseri Kur’ân-ı Kerîm’den sonra yeryüzündeki en sahîh kitaptır. Bu kitabı on altı senede tamamlamıştır.

 Bu eseri ile alakalı olarak kendisi şöyle söylemiştir: “Sahîh’i 600.000 hadîs-i şerîf içerisinden seçerek yazdım. Hiçbir hadîsi iki rekat namaz kılmadıkça içerisine koymadım” 

Talebesi Firebrî de İmam-ı Buhârî’nin şu sözünü nakleder: “el-Câmi’u’s-Sahîh’i Mescid-i Haram’da tasnif ettim ve iki rekat namaz kılıp Allah-ü Teâlâ’ya istihâreye vararak doğruluğunu tesbit etmedikçe hiçbir hadisi içine koymadım” İmam-ı Buhâri Hz. bu eserinde mükerrerlerin haricinde takrîbî 7400 hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Mükerrer olanlarla birlikte 9000 hadîs-i şerîf mevcuttur.

 Keşfü’z-Zünûn’da bildirildiğine göre Sahîh-i Buhârî’in seksen iki adet şerhi yapılmıştır. Bunların içinde en meşhur olanı ise İbn-i Hâcer el-Askalânî’nin yazmış olduğu Fethu’l-Bârî isimli eserdir.

 

 

 

 

2) İmam-ı Müslim Hz.(h. 206-261)  ve el-Câmi’u’s-Sahîh:

 Kütüb-i Sitte içerisinde Sahîh-i Buhârî’den sonra en muteber hadîs eseri olan bu kitabın müellifi Ebû’l-Hüseyn Müslim ibnu’l-Haccâc el-Kuşeyrî en-Neysâbûrî’dir.  İmam-ı Müslim Hz., “Sahîh-i Müslim” ve “Müslim-i Şerîf” isimleriyle de meşhur olan bu eserini mükerrerler hariç 4000 hadîs-i şerîfi bir araya getirerek telif etmiştir.

 İmam-ı Nevevî Hz. Sahîh-i Müslim’i bablara ayırmış ve başlıklar koymuş, bu suretle ondan daha kolay istifade etme imkanı hâsıl olmuştur. İmam-ı Müslim Hz. de (Allah’ın ihsan ettiği bu nimeti ikrar için) kitabı hakkında şöyle buyurmuştur: “Bütün yeryüzü halkı hadis yazmaya çalışsalardı, ancak bunun seviyesine ulaşabilirlerdi. Mutlaka bir huccete dayanmadıkça bu kitaba ne bir hadis yazdım, ne de bir hadis çıkardım”

Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim için “Sahîhayn” tabiri kullanılır. Yine ikisinin birden rivayet ettiği hadîs-i şerîflerin sonunda “Ravâhü’ş-Şeyhân” ve “Müttefekun aleyh” ibareleri yer alır.

 Sahîhayn’da "haddesenâ” tabiri “senâ” rumuzu ile, “ahberenâ” tabiri de “enâ” rumuzu ile gösterilir. Bu rumuzlar ihtisar için kullanılan birer ıstılahtır. Bil-hassa Sahîh-i Müslim’de sık sık ( ح ) harfi kullanılır. Bu işaret senedlerin değiştiğini gösterir.

 

SÜNENLER

3) İmam-ı Nesâî Hz.(h. 225-303)  ve Sünen-i Nesâî:

 Ebû Abdirrahman Ahmed İbn-i Şuayb en-Nesâî Hz.’nin telif etmiş olduğu bu eser Kütüb-i Sitte içinde Sahihayn’dan sonra en muteber eserdir.

 İmam-ı Nesâî Hz. Sünen-i Kübrâ isimli bir kitap telif etmiş ve bazı ma’lül hadisleri de bu kitaba almıştı. Kendisinden bu ma’lül hadisleri ayıklaması istenince de Sünen-i Kübrâ’yı ihtisar etmiş ve el-Müctebâ ismini verdiği ikinci süneni hazırlamıştır. İçinde ma’lül hadis bulunmayan ve Sünen-i Nesâî diye meşhur olan bu muhtasar, Kütüb-i Sitte içinde üçüncü sıraya yerleşmiştir.

 İmam-ı Hâkim en-Neysâbûrî Hz. şöyle demiştir: “Ebû Abdurrahman’ın (İmam-ı Nesâî) hadis fıkhı üzerindeki izahları sayılamayacak kadar çoktur. Onun Kitâbü’s-Sünen’ini tetkik eden kimse izahlarının güzelliği karşısında hayrete düşer.”

4) Ebû Dâvûd Hz.(h. 202-275)  ve Sünen-i Ebî Dâvûd:

 Bu eserin müellifi Ebû Dâvûd Süleyman İbni’l-Eş’as es-Sicistânî Hz.’dir. Hadis öğrenmek için küçük yaşta seyahatlere çıkan Ebû Dâvûd Hz. Horasan, Irak, Suriye ve Hicaz muhaddislerinden hadis yazmış; topladığı 500 bin hadîs-i şerîf içinden de ahkamla alakalı 4800 hadîs-i şerîf’i seçerek Sünen-i Ebî Dâvûd’u meydana getirmiştir.

 Bu eser hakkında İbnü’l-A’râbî şöyle söylemiştir: “Bir kimsenin elinde ilim olarak Allah’ın kitabı ve bir de Ebû Dâvûd’un Sünen’i bulunsa o kimse, başka bir şeye muhtaç olmaz.” Ebû Süleyman el-Hattâbî ise “Ebû Dâvûd’un Sünen’i, İslamî ilimler sahasında benzeri yazılmamış kıymetli bir eserdir. Mezhepleri farklı olduğu halde, bütün insanlar tarafından hüsn-ü kabul görmüştür. Bu sebeple ulema ve fukaha arasında bir hakem olmuştur.” diye söylemiştir.

5) İmam-ı Tirmizî Hz.(h. 209-279)  ve Sünen-i Tirmizî:

 Ebû Îsâ Muhammed ibn-i Îsâ et-Tirmizî Hz. küçük yaştan itibaren hadis öğrenmeye merak sarmış ve bu maksatla bir çok seyahatlere çıkmıştır. İmam-ı Buhârî Hz.’nin talebelerindendir.

Sünen-i Tirmizî de hadis eserleri arasında “Sünen” sınıfına dahildir. Çünkü bu eser de fıkıh bablarına göre tanzim edilmiştir. Ancak başka mevzulardaki hadîs-i şerîfleri de hâvî olduğu için “el-Câmi’u’s-Sahîh veya Câmi’u’t-Tirmizî” isimleriyle de şöhret kazanmıştır.

 İmam-ı Tirmizî Hz. tasnif etmiş olduğu bu eseri için şöyle söylemiştir: “Bu kitabı tasnif ettiğim zaman, onu Hicaz alimlerine arz ettim, beğendiler; Irak ulemasına arz ettim, beğendiler; Horasan ulemasına arz ettim, onlar da beğendiler. Her kimin evinde bu kitap bulunursa sanki o evde konuşan bir Nebi vardır.”

 

6) İbn-i Mâce Hz. (h. 209-273 veya 275) ve Sünen-i İbn-i Mâce:

 Ebû Abdillah Muhammed İbn-i Mâce el-Kazvinî Hz. de hadis öğrenmek için bir çok seyahatlere çıkan; hafıza ve itkan cihetinden hadis imamlarının medh-ü senâ ettiği; sika ve huccet olduğuna dair ittifak bulunan büyük bir muhaddistir.

 Bu eserini 32 kitap ve 1500 bab olmak üzere, fıkıh bablarına göre tasnif etmiştir. Bu babların tamamında, muhtelif sayılarla, toplam 4000 hadîs-i şerîf mevcuttur.

***************************************************************************

Mezkür altı eser için İlm-i Hadîs’te “Kütüb-i Sitte” tabiri isti’mal olunur. Ancak 6. kitabın hangisi olduğu hususunda ihtilaf vardır. Şöyle ki; 

· Bir kısım âlimler 6. kitap olarak İmam-ı Malik Hz.’nin, el-Muvattâ isimli eserini;

· Aralarında İbnü’s-Salah, İmam-ı Nevevî ve İbn-i Hâcer el-Askalânî Hz.’nin de bulunduğu diğer bazı âlimler ise ed-Dârimî’nin, “Sünen-i Dârimî” isimli kitabını kabul ederler.

Muvattâ, Sünen-i Dârimî ve Ahmed İbn-i Hanbel Hz’nin Müsned’i hakkında malumat vermeden önce, yukarıdaki altı hadis eseri ile alakalı olan bazı tabirleri kısaca izah edelim:

· Sahîh-i Buharî ve Sahîh-i Müslim ile birlikte İmam-ı Malik Hz.’nin Muvattâ isimli eseri için “Kütüb-i Selâse” tabiri kullanılır. (Bu, Kütüb-i Sitte içine İmam-ı Mâlik Hz.’nin bu eserini dâhil edenlere göredir. Bu âlimler Sahihayn’dan sonra 3. sırada Muvattâ gelir görüşündedirler.)

· Sünen-i İbn-i Mâce’den önceki beş esere Kütüb-i Hamse” ve “Usûl-i Hamse” denir.

· Kütüb-i Sitte’ye Sünen-i Dârimî’nin dahil edilmesiyle yedisine birden “Kütüb-i Seb’a” denir.

· Kütüb-i Sitte içindeki dört sünen için ise “Sünen-i Erba’a” tabiri kullanılır. Bazı rivayetlerde kullanılan “Sünen Sahipleri” ifadesi ile de bu dört sünen kasdedilir.

Şimdi Kütüb-i Sitte’den sonra en meşhur ve muteber olan diğer üç eser hakkında ma’lûmât verelim. Kütüb-i Sitte’ye bu üç eser de dahil edilerek tamamına birden “Kütüb-i Tis’a” denir.

7) Dârimî Hz. (h. 181-255)  ve Sünen-i Dârimî:

 Dârimî Hz. hilm, dirayet, zekâ, hıfz, ibadet ve zühd bakımından darb-ı mesel olacak şekilde son derece zekî ve dindar bir kimse idi. Hadis toplamak için pek çok seyahatlere çıkmış, bu sebeple Mısır, Şam, Irak ve Haremeyn’i ziyaret etmiştir. Semerkand’da uydurma hadislere kaşı mücadele vermiştir. Daha önce de zikrettiğimiz gibi İbnü’s-Salah, İmam-ı Nevevî ve Hafız İbn-i Hacer el-Askalânî gibi bazı alimler altıncı kitap olarak Sünen-i Dârimî’yi kabul etmişlerdir. İmam-ı Nevevî Hz. onun hakkında şöyle demiştir: “Dârimî zamanındaki Müslümanların hafızlarından bir tanesidir. Fazilet ve hafızasına çok az insan yetişebilirdi.”

8) İmam-ı Mâlik Hz.(h. 95-179)  ve el-Muvattâ :

 İmam-ı Mâlik Hz. malum olduğu üzere Mâlikiyye Mezhebi’nin kurucusu ve Sahâbe-i Kirâm’dan Ebû Âmir (r.a.) Hz.’nin torunudur. Kendisi Abdurrahman ibn-i Hurmuz başta olmak üzere Medine’nin diğer alimlerinden ilim öğrenmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hadîs-i şerîfleri ile beraber Sahâbe-i Kirâm Hazerâtı’nın sözleri ve fetvalarına da kitabında yer veren İmam-ı Mâlik Hz. bu eserini şeyhlerine arzetmiş, onlar da muvafakat göstermişlerdir.

 

 

 

 

9) Ahmed ibn-i Hanbel Hz.(h. 164-241)  ve Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel :

 Ebû Abdillah Ahmed ibn-i Muhammed ibn-i Hanbel Hz. de malum olduğu üzere mezheb imamlarımızdandır ve ilim öğrenmek için küçük yaşlardan itibaren seyahatlere çıkmıştır. 40 yaşına kadar hadîs-i şerîf toplamakla ve ilmini ziyadeleştirmekle meşgul olmuş; 40 yaşından sonra da hadis rivayet etmeye ve ilim öğretmeye başlamıştır. 750.000 hadis içerisinden seçerek yazdığı Müsned’i dînî mevzûlarda ihtiyaç duyulan tüm meselelerin halli için başvurulabilecek kıymette bir eserdir.

Böylece “Kütüb-i Tis’a” ismiyle meşhur olan en muteber 9 hadis eseri ile alakalı kısa malûmât vermiş olduk. Daha sonraları bu eserler için birçok şerhler, hulasalar yapılmış; bunlardan istifade ile başka eserler meydana çıkmıştır. Bu hususla alakalı olarak mufassal eserlerde izahat bulunabilir.

C- “İLM-İ USÛL-İ HADÎS” İLE ALAKALI ISTILAHLAR VE HADÎS-İ ŞERÎFLERİN TAKSÎMÂTI

 

Bu kısımda İlm-i Usûl-i Hadis’te müsta’mel olan ıstılahlar ve ehl-i hadisin mertebeleri kısaca izah olunup, hadis-i şeriflerin muhtelif itibarlarla taksîmâtı yapılacak; ardından sıhhat dereceleri  ( makbul veya merdüd olmaları )  beyan edilecektir.

 

İlm-i Hadîs iki kısma ayrılır:

1. İlm-i Rivâyet-i Hadîs: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in akvâl ve efâlini bilmeye ve bunların rivayet, zabt ve tahrîrine mahsus olan ilimdir. Bu ilme Fürû-u Hadîs ismi de verilir.

2. İlm-i Dirâyeti-i Hadîs: Rivâyetin şart, nevî ve hükümleri; Râvî’ninMervî’nin (rivâyet olunan haber) nevîleri kendisiyle bilinen ilimdir.  hali ve şartları;

Tabîr-i âharla: Râvî ve Mervî’nin hallerinden, kabul veya red haysiyetiyle bahs eden ilimdir. Bu ilme Usûl-i Hadîs ismi de verilir.

Nasıl ki Usûl-i Fıkıh, Furû-u Fıkh’ın esası ve temelidir, aynen bunun gibi, Usûl-i Hadîs de Furû-u Hadîs’in esası ve mebnâ aleyh’idir.

1- ISTILÂHÂT-I USÛL-İ HADÎS

Sünnet, lügatte iyi olsun (medhe layık), kötü olsun (zemme layık) yol (tarîk) ve gidişât (siret) manalarına gelir. Istılahta ise bu manaları muhafaza etmekle beraber Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in tarîk ve sîreti için tahsis edilmiş ve kelimenin “mezmüm yol” manası kaldırılmıştır. Hulasa sünnet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, tamamen Allah (c.c.)’nun ahkamıyla amil olarak ihtiyar buyurduğu söz, fiil ve takrîrinden ibarettir. Bu itibarla sünnet üç kısımdır:

· Kavlî Sünnet (Sünnet-i Kavliyye) : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sözleri

· Fiilî Sünnet (Sünnet-i Fiiliyye) : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in fiilleri

· Takrîrî Sünnet (Sünnet-i Takrîriyye) : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in asr-ı saadetlerinde mü’minler tarafından bir fiil yapıldığını gördükleri veya işittikleri halde nehiy ve inkara dâir hiç bir şey buyurmamaları

 Hadîs ise lügatte (kadîm-eski) kelimesinin zıddı olan, (cedîd-yeni) manasına gelir. Yine az veya çok olsun “söz” manasını da ifade eder. Hadîs İlmi Istılâhı’nda ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sözlerine ıtlak olunur.

 Bazı alimler Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sadece sözleri için değil, fiil ve takrîrleri için de (hadîs) tabirini kullanmışlar; diğer bazı alimler de Sahâbe-i Kirâm’ın söz, fiil ve takrîrlerini de bu kelimenin manasına dahil etmişlerdir.

 Haber ve Eser kelimeleri ise (Hadîs) kelimesinin mürâdifidir.

 Ashâb ve Sahâbe kelimeleri, arkadaş, dost, yâr-i hemdem manalarına gelen "Sâhib" kelimesinin cemîleridir. Sahâbî ise Sahâbe’den bir ferd manasınadır.

Sahâbî, İslam Istılâhı’nda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i mü’min olarak gören (veya Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından görülen) ve mü’min olarak vefat eden kimsedir. Sahâbe-i Kirâm Hazerâtı’nın tamamı âdalet sahibidir (udûldür).

 Tâbiî (cemîsi : Tâbi’în) ise -ekseriyetin kavlince- Sahâbe-i Kirâm’dan birine veya birkaçına mülâkî olmuş zâttır.

 Muhadram, hem câhiliye devrine, hem de asrı saadete vasıl olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i görmeksizin imana nail olan kimsedir. İmam-ı Müslim Hz.’nin 20 nakîb olduğunu bildirdiği ve İmam-ı Nevevî’nin adetlerini daha da ziyadeleştirdiği bu zâtlar, tâbiîn’dendir.

Sahâbe-i Kirâm ve Tâbiîn için “Seleftabiri isti’mal olunur.

Sened, hadîs-i şerîfin ricâlini yani hadîs-i şerîfi rivayet eden şahısları ifade eder. Senedin “ibtidâsı” o hadîsi rivayet eden şahıstır, “intihâsı” ise hadîsin sahibi olan zâttır.

İsnad, lügatte "dağın zirvesine tırmanmak ve bir şeyi yükseltmek" manalarına gelir. Hadîs Istılahı'nda ise haberin aracılar vasıtasıyla asıl sahibine yükseltilmesidir. Bu sistem başka milletlerde bulunmayan, Müslümanlara has bir sistemdir.

İsnad, Âlî İsnad ve Nâzil İsnad olmak üzere iki kısımdır. Şöyle ki:

Hadîs-i şerîfi sahibine daha az râvî ile yani daha kısa bir yolla ulaştıran isnadlara Âlî İsnad denir. Bunun aksi hallerde ise, yani haberi sahibine çok râvî ile ve daha uzun bir yolla ulaştıran isnadlara ise Nâzil İsnad ismi verilir.

Âlî İsnad ile rivâyet edililen hadîs-i şerîfler, Nâzil İsnad ile rivâyet edilenlere nisbetle daha makbuldür. Çünkü râvî sayısı çoğaldıkça hata yapma ihtimali de artar.

Metin, isnadın nihayet bulduğu kelamdır.

Ehl-i Hadîs’in Mertebeleri:

Sünnet-i Senniyye’yi nakil ve rivâyet eden Ehl-i Hadîs’in dereceleri, aşağıdan yukarıya doğru, şu şekildedir:

Tâlib : İlm-i Hadîs’de mübtedî olan kimselerdir. Ehl-i Hadîs arasında mevkîi yoktur.

Râvî veya Müsnid: Hadîs-i şerîfi senedi ile nakleden kimse demektir. (Muhric, senedi zikretmeden metni nakleden kimsedir.)

Muhaddis: Senedleri hıfz etmekle beraber, senedin ricâlinin ne dereceye kadar âdil veya mecrûh olduğunu da bilen şahıstır. Şeyh ve İmam da denilen Muhaddis, İlm-i Hadîs’de, Üstâz-ı Kâmil mertebesini bulan zâttır.

- Eğer Muhaddis, yüz bin hadîs-i şerîfi metinleriyle ve senedleriyle bilir; ayrıca senedin ricâlini hal tercümeleri ve cerh-ta’dîl noktasından halleriyle tanırsa o muhaddise Hâfız denir.

- Eğer aynı şekilde üç yüz bin hadîs-i şerîfi bilirse o kişiye Huccet ismi verilir.

- Bütün Sünnet’i ihata etmiş olan İmam’a ise Hâkim denir.

 

2- HADÎS-İ ŞERÎFLERİN TAKSÎMÂTI

 

RÂVÎLERİN ADEDİNE İTİBARLA (DERECE-İ ŞÜYÛ')

Haber, râvîlerinin adedine göre ya Mütevâtir olur ya da Haber-i Vâhid olur (cemîsi: Haber-i Âhâd). Haber-i Vâhid, lügatte yalnız bir şahsın rivâyet ettiği haber manasına gelse bile ıstılahta, Mütevâtir mertebesini bulmayan haber demektir. Râvîsi ister bir, ister iki, ister daha ziyâde olsun.

Haber-i Vâhid ise Meşhûr, Azîz ve Garîb olmak üzere üç kısımdır. Şimdi bu kısımları kısaca izah edelim:

a) Mütevâtir

 Her üç asırda da (Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn) yalan üzerine ittifakları adeten muhal olan kalabalık bir topluluğun verdiği haberlerdir ki verilen o haber hakkında zarûreten ilm-i yakîn ifade eder. Mütevâtir olan haber-i Rasûl’ün münkiri kâfir olur. Çünkü böyle bir haberi inkar etmek tekzîb-i Rasül’e varır ki, şüphesiz bu küfürdür. (el-ıyâze billâh)

 

Haber-i Mütevâtir’in dört şartı vardır :

  1. Kesret-i aded.
  2. Râvîlerin yalan üzerine ittifaklarının mümkün olmaması
  3. Bu vasıfların her üç tabakada da mevcud olması.
  4. Râvîlerin, bu haberde hisse itimad etmeleri. Yani haberin ya görülen ya da duyulan bir vâkı’a olması (mahsüs olması)

Haber-i Mütevâtir iki kısımdır:

  1. Lâfzî Mütevâtir: Hadîs-i şerîfin hem lafzının hem manasının tevâtüren nakli (Bu vasıftaki hadîs-i şerîflerin sayısı azdır. İmamı-ı Nevevî Hz.’in Şerh-i Müslim’deki beyanına göre takriben ikiyüz küsur)
  2. Manevî Mütevâtir: Hadîs-i şerîfin yalnız manasının mütevâtir olması.

Haber-i Mütevâtir’de sened aranmadığı gibi, râvîlerin adâlet ve zabt gibi sıfatları da aranmaz. Böyle bir haber ilm-i yakîn ifade eder ve hemen o haberle amel vâcib olur.

b) Meşhûr

 Her tabakada en az üç ve daha fazla râvî tarafından rivayet olunup tevâtür derecesine ulaşmayan haberlerdir (Bu tarife göre Haber-i Meşhûr'un diğer adı da Müstefîz'dir)

 Başka bir tarife göre ise Haber-i Meşhûr; Sahabe Asrı'nda bir veya iki râvî tarafından rivâyet olunup, ikinci ve üçüncü asılarda tevâtür derecesine bâliğ olan haberdir. Ayrıca halk arasında şöhret bulmuş olan haberlere de -aded ne olursa olsun- meşhûr ismi verilir.     

c) Azîz

 Haber-i Azîz ibtidâsından intihâsına kadar her tabakada iki râvî tarafından rivâyet edilen haberdir.

d) Garîb

Haber-i Garîb ise her tabakada yalnız bir tek şahsın rivayet ettiği haberdir. Buna Ferd ismi de verilir. İki kısımdır: 1- Ferd-i Mutlak, 2-Ferd-i Nisbî

Haber-i Vâhid'in üç kısmı da zan ifade eder. Râvîlerinde adâlet ve zabt şartları aranır ve buna göre makbul veya merdüd olabilir.

 

SENED VE İSNADA İTİBARLA ( İTTİSAL VE İNKITA')

Sened ve İsnad itibarıyla hadîs-i şerîfler başlıca iki kısma ayrılır:

a) Muttasıl (Mevsul)

 Bir hadîs, râvî silsilesinden (senedinin ricâlinden) hiç biri sâkıt olmaksızın rivâyet edilmişse, o hadîse muttasıl veya mevsûl ismi verilir. İsterse o hadîs merfû veya mevkûf veyahut da maktû olsun (bunlar biraz sonra izah olunacaktır).

b) Munkatı'

 Senedinin ricâlinden bazısı sâkıt olan hadîse munkatı' ismi verilir. (Bu isim kelimenin lügat manası dikkate alınarak verilmiştir. Yani bu mana umumîdir. Biraz sonra göreceğimiz üzere bazı hadislere de kelimenin ıstılah manası dikkate alınarak munkatı' ismi verilir ki bu mana daha hususîdir. Şöyle ifade edelim: Umumî olan munkatı' başlığının altında bir de, ondan daha hususî olan munkatı' başlığı vardır.)

 İşte munkatı' hadisler, senedin ricalinde meydana gelen bu sükûtun sayısına göre veya isnadın başında, ortasında ya da sonunda olmasına göre değişik isimler altında zikredilir. Buna göre Munkatı' hadisler beş kısımdır: Muallâk, Mürsel, Mu'dal, Munkatı' ve Müdelles. Bunlardan ilk dördünde sükût-u râvî (râvînin düşmesi) zahirdir. Yani herkesin anlayabileceği şekilde açıktır. Beşinci de ise hafîdir. Şimdi birer cümle ile bu beş kısım hadisi izah edelim:

1. Muallâk: Senedinin başından bir râvî veya birbirini takip etmek üzere (ale't-tevâlî) birkaç râvîsi hazf edilmiş olan ve en son hazfedilen râvînin şeyhine isnad edilen hadis.

 

 

 

2. Mürsel: Sahâbe-i Kirâm'ın çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan Tâbiîn âlimlerinin hadis rivâyet ederken, kendilerinden hadis işittikleri Sahabe'leri zikretmeden "Kâle Rasülullah" diyerek rivâyet ettikleri hadîs-i şerîflere bu isim verilir.

3. Mu'dal: İsnadının ortasından birbirini takip eden iki veya daha fazla râvîsi düşmüş olan hadislere Mu'dal denir.

4. Munkatı':  İsnadının ortasından birbirini takip etmeksizin bir veya daha fazla râvîsi düşmüş olan hadislere -hususî manası ile- Munkatı' denir.

5. Müdelles: Bir râvînin, görüştüğü şeyhten işitmediği halde işitmiş gibi veyahut da muasırı olmakla beraber görüşmediği şeyhten işitmiş gibi rivâyet ettiği hadislere Müdelles ismi verilir.

 

 

MÜSNEDÜN İLEYH'E İTİBARLA

Haber, müsnedün ileyh'e yani haberin sahibine, onu söyleyene itibarla Merfû', Mevkûf ve Maktû' olmak üzere üç kısımdır.

a) Merfû'

 İster muttasıl olsun ister munkatı' olsun bi'l-hâssa Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e muzaaf kılınan hadîstir. Bu hadîs kavlî, fiilî veya takrîrî olabilir. İki kısımdır: Ya tasrîhan olur. Bu Peygamber Efendimiz (s.a.v.)  'şöyle buyurdu', 'böyle yaptı' veya 'takrîr etti' ifadelerinin açıkça zikredilmesiyle olur. Ya da Hükmen olur. Bu ise kavl, fiil ve takrîrin Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e aidiyeti açıkça beyan edilmese bile, nakledilen haberin mahiyetinden, O'na ait olduğunun anlaşılmasıyla olur.

b) Mevkûf

 Sahâbe-i Kirâm (r.anhüm) Hazerâtı'nın kavl, fiil ve takrîrlerine ait olan, muttasıl veya munkatı' nakillerdir ki bunlarda rivayet Sahâbî'ye dayanıp orada kalır. Ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e ref' olunmaz. Mevkuf hadisler yalnız tasrîhan mevkuf olabilirler. Hükmen olmazlar. 

c) Maktû'

 İsnadı Tâbiîn'de son bulan ve Tâbiîn'in kavl ve fiillerinden ibaret olan haberlerdir.

 

 

 HADİSİN SIFATINA İTİBARLA (SIHHAT CİHETİNDEN)

Haber, sıfatı itibarıyla yani sıhhatine göre Sahih, Hasen ve Za'îf olmak üzere üç kısımdır. "Sıfatına itibarla" ifadesi, "râvîlerin sıfatlarına ve senedin haline göre" demektir. "Râvilerin sıfatları" sözü ile râvilerin adalet, hıfz ve itkanı başka bir tabirle kendilerine olan itimad mertebesi kasd olunur. "Senedin hali" ifadesinden maksad ise muttasıl veya munkatı' olmasıdır.

Bu üç kısmın izahından önce şöyle bir taksimat yapmak faideli olacaktır: Daha önce "Râvîlerin Adedine İtibarla" başlığı altında Hadîs-i şerîflerin Mütevâtir ve Haber-i Vâhid olarak ikiye ayrıldığını görmüştük.

Haber-i Mütevâtir için sened aranmadığı ve senedsiz olmakla beraber ilm-i yakîn ifade ettiği malumdur. Haber-i Vâhid ise ya Makbul olur ya da Merdüd olur.

Makbul olanlar da sıfat-ı kabulün en yüksek derecesini haiz olursa buna Sahîh denir. O derecede değilse Hasen ismini alır. Sıfat-ı Kabulü haiz değilse buna da Za'îf (veya Merdüd ya da Sakîm) ismi verilir. Şimdi bu kısımları kısaca izah edelim:

a) Sahih

 Adalet ve zabt şartlarını hâiz olan râvilerin muttasıl isnadla rivâyet ettikleri, şaz ve muallel olmayan hadislerdir. Bu tariften de anlaşılacağı üzere bir hadisin sahih olabilmesi için şu beş şartı toplamış olması lazımdır:

 

· Râvîlerin adâlet sahibi olması: Adalet, insanı takvâ ve mürüvvet sahibi yapan bir melekedir. Sahâbe-i Kirâm'ın haricindeki diğer râvilerin adalet hususunda za'fiyyeti ma'lum ise, yine kim olduğu ya da adil olup-olmadığı meçhul ise, o hadis sahih olmaz. Sahâbe-i Kirâm'da adalet şartları araştırılmaz. Onların cümlesi âdildir.

· Râvîlerin zabt şartlarını taşımaları: Zabt râvînin rivayet ettiği veya kitabına aldığı hadiste fazla hata yapmayacak derecede hafız, dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir melekedir. Buna göre rivâyetinde çok hata yapan râvîlerin bulunduğu hadisler sahih değildir.

· Senedinde ittisal olması: İttisal, isnadda yer alan her râvînin, hadisi aldığı şeyhine mülâkî olması ve hadisi bizzat ondan almasıdır. Yani rivâyette inkıta' olmamasıdır. Bu itibarla Munkatı' başlığı altında yukarıda zikredilen hadisler sahih hadis kısmına girmezler. Ancak Buhârî ve Müslim'deki bütün hadîs-i şerîflerin sahih olduğu hususunda, muhaddisler ittifak etmişlerdir. Bu sebeple onlarda mevcud olan munkatı' hadisler dahi muttasıl sayılır ve sahihtir.

Bu şartlar müttefekun aleyh şartlardır. Şu iki şart ise muhtelefün fîh şartlardır:

· Hadisin şâz olmaması: Şaz hadis, sika (güvenilir) olan bir râvînin, kendisinden daha güvenilir diğer râvîye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. Bu halde daha güvenilir olan râvînin rivayeti tercih olunur, diğer rivâyet ise sıhhat vasfını kaybeder.

· Hadisin muallel olmaması: Muallel hadis, metin veya isnadında illeti bulunan hadistir. İllet, hadisi za'fa uğratan gizli bir kusurdur. Böyle bir kusuru olan hadis sahih hadis olmaz.

Sahih Hadis'in iki kısımdır:

1. Sahih li-zâtihî: Mezkür şartlara alâ vechi'l-kemal yani tam olarak, en üst seviyede sahip olan hadislerdir.

2. Sahih li-gayrihî: Yukarıda zikredilen şartlarda, sika bir kimsenin malumu olan bir nevî kusur mevcud olur ve bu kusur, sağlam olan başka isnadlar ile ortadan kalkarsa bu hadise Sahih li-gayrihî ismi verilir.

Hadis alimlerimiz "sahih li-zâtihî" olan hadîs-i şerîfleri, a'lâdan esfele doğru, yedi dereceye ayırmışlardır:

ü Birincisi, İmam-ı Buhârî ve İmam-ı Müslim Hz.'nin ittifak ettikleri hadîs-i şerîflerdir ki bunlar için (ravâhü'ş-şeyhân veya müttefekun aleyh) tabirleri kullanılır.

ü İkincisi, yalnız İmam-ı Buhârî Hz.'nin rivayet ettiği hadîs-i şerîflerdir.

ü Üçüncüsü, yalnız İmam-ı Müslim Hz.'nin rivayet ettiği hadîs-i şerîflerdir.

ü Dördüncüsü, İmam-ı Buhârî ve İmam-ı Müslim Hz.'nin şartlarını hâiz olduğu halde, her ikisinin de kitaplarına almadıkları hadîs-i şerîflerdir. (Bu şekildeki hadîs-i şerîfleri İmam-ı Hâkim, el-Müstedrek ale's-Sahîhayn isimli eserinde bir araya getirmiştir.)

ü Beşincisi, yalnız İmam-ı Buhârî Hz.'nin şartlarını hâiz olan hadîs-i şerîflerdir.

ü Altıncısı, yalnız İmam-ı Müslim Hz.'nin şartlarını hâiz olan hadîs-i şerîflerdir.

ü Yedincisi ise Şeyhayn'ın şartlarını taşımadığı halde diğer ulemâya göre sahih olan hadîs-i şerîflerdir.

 

 

 

 

 

b) Hasen

Hadîs-i Hasen'in tarifinde çok zahmet çekilmiştir. Mahmud Es'ad Usul-i Hadîs isimli eserinde şöyle bir tarif zikrediyor: "Mezkür şartlar hususunda kendisinde bir noksanlık olup, bu noksanlığın, kesret-i turuk gibi bir cihetle ortadan kalkmadığı hadislerdir."

Buna Hasen li-zâtihî denir.

Eğer bu noksanlık kesret-i turuk gibi bir cihetle ortadan kalkarsa buna da  Hasen li-gayrihî ismi verilir.

c)Za'îf

 Mezkür şartları taşımayan hadislere ise bu isim verilir.

 

 

 

İSTİFÂDE EDİLEN ESERLER:

1. Usûl-i Hadîs, Mahmud Es’ad (Osmanlıca)

2. Usûl-i Hadîs Şerhi, Dâvûd-i Karsî

3. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi (Sahîh-i Buhârî Muhtasarı), Ahmed Naim

4. Hadîs Usûlü, İsmail Lütfi Çakan

5. Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, M. Yaşar Kandemir (Mütercim)

6. Hadîs Usûlü, Talat Koçyiğit

7. Kütüb-ü Tis’a CD’si-(Mevsû’atü’l-Hadîsi’ş- Şerîf li-Şirketi Sahr)

8. Hadîs Külliyâtı CD’si-(Mektebetü’l-Elfiye lis-Sünneti’n-Nebeviye)

 

 

RİŞTE-İ CEVÂHİR

 

HZ. ALİ R.A.’DEN HİKMETLER

 1- Kişinin imanındaki kemâli, yeminlerinden belli olur.

2- Şu zamanda kardeş geçinenler, ayıp arayan casuslardır.

3- Hakîkî kardeş dar günde yetişendir.

4- Kişinin edebi, altınından hayırlıdır.

5- Zenginliği açıklamak, şükürdendir.

6- Kötüye iyilik et, efendisi ol.

7- Borcun edâsı dindendir.

8- Musîbetleri gizlemek mürüvvettendir.

9- Zühd’ün efdali, gizli olandır.

10- Âile fertlerine edep öğret! Onlara menfaat verir.

11- Ana-babaya iyilik, amellerin en üstünüdür.

12- Ömrün bereketi, güzel amelledir.

13- Cumartesi ve Perşembe sabahları bereket zamanlarıdır.

14- Sabrettiğin zaman, nefsini zaferle müjdele!

15- Midesi, kişinin düşmanıdır.

16- Erken kalk, mes’ud ol!

17- Güler yüz, ikinci bir ihsandır.

18- Dünyayı âhiret karşılığında sat da kazan.

19- Belâ, insana dilinden gelir.

20- Allah korkusuyla ağlamak, göze nurdur.

21- Malın bereketi, zekâtın verilmesidir.

22- İhsanını minnetle yok etme!

23- Ömrün sonu için kıymet yoktur.

24- Ömrün evvelinde kaçırdıklarını, ömrün âhirinde tedârik et!

25- Namazda tembellik, iman zâfiyetindendir.

26- Yemekte elin çokluğu, berekettir.

27- Allah’ tevekkül et, O sana yeter.

28- Hayra yor, hayra er!

29- Günâhı terk ederek köşeye çekil!

30- Kişinin tevâzuu, kendine ikram eder.

31- Kötülükten uzak dur, hürmete mazhar ol!

32- Muhabbet, hürmetle kuvvetlenir.

33-  Kötülüğe karşılık vermeyi tehir, ihsandandır.

34- Üç şey helâk eder: Cimrilik, hevâ ü heves ve ucub.

35- İmanın üçte biri hayâ, üçte biri akıl, üçte biri cömertliktir.

36- Hırs ve tamâ gediğini, topraktan başkası örtemez.

37- Âlimin ölümü, dinde gediktir.

38- Âhiretin sevabı, dünya nimetlerinden hayırlıdır.

39- Melikin saltanatı, adâletle dâim olur.

40- İhsanını, özür dileyerek çoğalt!

41- İhsana teşekkür, ikramı artırır.

42- Cesedin devamı, gıda ile; rûhun devamı, ibâdetle...

43- Selâmet elbisesi eskimez.

44- Bulunanla cömertlik et!

45- İyilerle sohbet, ganimet; kötü dostla oturmak, şeytanla ülfettir.

46- Kişinin görüştüğü kendisi gibidir.

47- Kişinin güzelliği, yumuşak huylu olmasındandır.

48- Kendisi için ölüm olmayan (Allah) yücedir.

49- Sözün güzeli, kısa olanıdır.

50- Çokla cömertlik et, aza kanâat eyle!

51- Bâtılın ömrü, muvakkat bir zaman... Hakkın devamı kıyâmete kadardır.

52- Fukarâ ile otur da; şükrün artsın...

53- Fakirin az sadakası, zenginin çoğundan çoktur.

54- Güzel ahlâk ganimet; hiddet, tehlikedir.

55- Kişinin sanatı, definesidir.

56- Yemeğin ekşisi, sözün ekşisinden hayırlıdır.

57- Kişinin hayası, perdesidir.

58- Yumuşak huy, insanın yardımcısıdır.

59- Aslı bozuk olan kimseye, vefâ haramdır.

60- Evlât acısı, ciğer yakar.

61- Erkeğin ziyneti edep, kadının ziyneti zehep (altın)dır.

62- Allah korkusu kalpleri parlatır.

63- Allah’tan kork; başkasından emin ol!

64- Dostun hayırlısı, hayra götürendir.

65- Hâlis muhabbet, ahde vefâdandır.

66- Dini dünyaya değişenin kazancı hebâ olur.

67- Malın hayırlısı, Allah yolunda harcanandır.

68- Nefsine muhâlefet et, rahata er!

69- Kalbin boş olması, kesenin dolu olmasından hayırlıdır.

70- Kişinin dostu, aklının delilidir.

71- Kadının hayırlısı, çok doğuran ve erine muhabbetli olandır.

72- Meliklerin devleti, adâletle ayakta durur.

73- Din kardeşini ziyâret, sevincin devamına sebeptir.

74- Kalbin ilâcı, kazaya rızâdır.

75- İnsanın özü aklına; işi aslına delâlet eder.

76- Gazabına hâkim ol, âkıbetin hayır olsun.

77- Kişinin dîni, dostudur.

78- Cimrinin altını taş mesâbesindedir.

79- Rezillerin devleti, iyilerin âfetidir.

80- Tatlı dil sermâyedir.

81- Bir şeyi zemmetmek, o şeyle meşgul olmaktandır.

82- Sultanların yemeği dudak yakar.

83- Bir günah çok, bin tâat azdır.

84- Azgını azgınlığıyla bırak!

85- Sana ezâ edene mudârâ et, onu utandır. (Şerrinden kurtul.)

86- Allah dostlarından bahsetmek, rahmete vesîledir.

87- Fakirlikle zelîl olan, Allah katında zengindir.

88- Ölümü anmak, kalbe cilâdır.

89- Gençliği hatırlamak keder verir.

90- Kişinin zilleti, tamahındandır.

91- İlim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür.

92- Babana hizmet et ki, evlâdında sana hizmet etsin!

93- Doğum ölümün habercisidir.

94- Nefsin rehâveti meşakkat getirir.

95- Dostu görmek, göze cilâ verir.

96- Rızkın seni bulur; müsterih ol.

97- İlmin yok olması, âlimin yok olmasından ehvendir.

98- Dünyanın her yeri belâlarla doludur.

99- İç güzelliği, dış güzelliğinden hayırlıdır.

100- Dostu ziyâret, muhabbeti tazeler.

101- Zayıfların silâhı, şikâyettir.

102- İlmin ayıbı, âlimin kendini methetmesi-dir.

103- Kişinin görünüşü, karakterini bildirir.

104- Cimri zengin, cömert fakirden daha fakirdir.

105- Az mârifet, çok amelden hayırlıdır.

106- Sabah uykusu rızka mânidir.

107- Câhilin sükûtu, perdesidir.

108- İyilerle sohbet eden, kötülerden emin olur.

109- Allah’tan başkasına ümit bağlayanın gayreti boşadır.

110- Dostun darbesi, düşmanınkinden acıdır.

111- Emsâlinle gez!

112- Kişiyi zulmü yıkar.

113- Kerimin gölgesi geniştir.

114- Zâlimin cezası, erken ölümdür.

115- Allah’tan korkanların mertebeleri yücedir.

116- Akıllı düşman, câhil dosttan hayırlıdır.

117- Hikmet müminin ganîmetidir.

118- Akıllı genç, câhil ihtiyardan hayırlıdır.

119- Kişinin fazîletiyle iftiharı, âile şerefiyle iftihârından evlâdır.

120- Her kalpte bir meşguliyet vardır.

121- Hasmına gâlip gelmen, sabır ve tahammülledir.

122- Kıymeti bilinmeyen nimet elden gider.

123- Bir şeyin parçası, aslından haber verir.

124- Akıllının câhile üstünlüğü, Ay’ın yıldıza üstünlüğü gibidir.

125- Kişinin kurtuluşu doğruluktadır.

126- Kardeş ayrılığı, gönül hüznüdür; kalbi yakar.

127- İnsanın zekâsı, aslına delildir.

128- Hakkı kabul etmek dindendir.

129- İşinde miktarı belli et, hatadan kurtul!

130- Kalp kasveti, tokluktandır.

131- Kişinin sözü, aslından haber verir.

132- Kalbin kuvveti, imanın sıhhatindendir.

133- Harisi öldüren, hırsıdır.

134- Kişinin kıymeti, hoşgörüsündedir.

135- Şerlilere yakın olmak zarar verir.

136- Kişinin kıymeti, ehemmiyet verdiği iş kadardır.

137- Allah kelâmı, kalbe devâdır.

138- Dünya ayıpları üzerinde dâim olmaman, sana kâfidir.

139- İlmin kemâli, hılimdedir.

140- Ölümü bilmen, keder olarak sana yeter.

141- Cömertliğin kemâli, verirken (az oldu diye) özür dilemektir.

142- Cömert kâfir, cennete girmeye, cimri Müslüman’dan daha ümitlidir.

143- Nasihat olarak ölüm yeter!

144- Dert olarak ihtiyarlık kâfidir.

145- Ölüm habercisi olarak ihtiyarlık yeter.

146- Haset edeni, hasedi yer.

147- Yumuşak söz, kalplerin bağıdır.

148- İlim devletine zevâl yoktur.

149- Eceli gören uzun emele düşmez.

150- Her gamma ferahlık, her derde devâ vardır.

151- Şöhret elbisesi giymek, ahmaklıktır.

152- Hasetçide huzur olmaz.

153- Kocalık ömürden sayılmaz. (Çünkü çileli geçer.)

154- Kavmine karşı mülâyim ol da sevil!

155- Kavlinde (sözünde) yumuşak ol da sevil!

156- Hasetçiden başka her düşmanla anlaşmak mümkün.

157- İlim meclisi, cennet bahçesidir.

158- Şerlilerle sohbet, deniz yolculuğu gibi tehlikelidir.

159- Gayreti çok olanın, kederi uzun olur.

160- Çok konuşan, çok pişman olur.

161- Tatlı suyun başı kalabalıktır.

162- Büyüklerin meclisleri, kelâmın kaleleridir. (Sır vermezler.)

163- Kişinin hüneri, dili altındadır. (sözünden anlaşılır.)

164- Arzûlara ulaşmak zenginliktir. (Maddi mânevî)

165- Gece namazlarıyla kalbini nurlandır.

166- İhtiyarlığını günahla karartma!

167- Ayrılık ateşi, cehennem ateşinden şiddetlidir.

168- Müminin nûru, gece namazındadır.

169- Ölümü unutmak, kalbi paslandırır.

170- Saçın ağardığında, sana ölümden haber verir.

171- Sözü doğru olanın yüzü güzeldir.

172- Emin halde uyu, yatakların iyisinde olursun.

173- Müminin yüz güzelliği takvâ nûrundandır.

174- Yerinde yapılmayan ihsan zulümdür.

175- Başa kakılan sadakanın günahı, sevabından büyüktür.

176- Yalnızlık kötü arkadaştan hayırlıdır.

177- Ahmağın reisliği kısa sürer, tez geçer.

178- Sana düşmanlık etmeyen, dostluk etmiş; gafletle muâmele eden de üzmüş olur.

179- Evlât sâhibinin rızkı geniştir.

180- Yazıklar olsun iyilere kötülük edenlere!..

181- İçi ve dışı çirkin olana yazıklar olsun!

182- Hasetçiye hasedi, en büyük sıkıntıdır.

183- Kişinin gam ve kederi, gayreti nispetindedir.

184- Gayret; namusu korumak, imandandır.

185- Hırslı helâk olur da haberi olmaz.

186- Tiriti hazırlayan yemez; kime kısmetse o yer.

187- Düşmanın nasihatinden uzak dur!..

188- Kişinin helâki, amelini beğenmesindedir.

189- Emânete riâyet etmeyende, iman olmaz.

190- Mürüvveti olmayanın (İnsana itibar etmeyen) din, kâmil değildir.

191- Fazîleti olmayanın, zenginliği olmaz.

192- Padişahlara rahat yoktur. (Devamlı maddî mânevi idâre düşüncesindedir.)

193- İyi insan âhireti için, kötü insan da dünyası için gam çeker.

194- Nefsinden sakınman, aslandan kaçmadan daha faydalıdır.

195- Yanındakini getir ki, onunla bilinesin. (Meddi mânevi bilgi)

196- İnsanın kıymeti, gayreti, kıymetidir.

197- Yalancıda kerâmet olmaz.

198- Kanâat ehlinde gam, akıllıda fakirlik olmaz.

199- Taktir olunan sana gelir.

200- Sadaka ömrü uzatır.

201- Saîdin sohbeti, insanı saîd eder. (İyi insan)

202- Sabreden muradına erer.

203- Kalbin hüznü, nefsin rahatındandır.

204- Laf taşıyan, bir saatte, bir kaç aylık fitne ve fesâda sebep olur.

205- Sen rızkını aradığın gibi, o da seni arar.

206- Kişi sadâkatiyle büyüklerin mertebesini kazanır.

207- sıhhat nimeti, en büyük bahtiyarlıktır.

208- Şerlilerle ünsiyet eden, kötü yoldadır.

209- Helâl lokma kalbi nurlandırır.

210- Kur’an okumak kalplerin şifasıdır.

211- Sadâkat, sâhibini kurtarır.

EVLİYÂ SÖZLERİ

TAKDİM

 

Bu kitap, sûfiyenin büklerinden Alâaddin Attâr Hazretlerinin Tezkiretül Evliya isimli eserinden, Abdurrahman Camî Hazretlerinin Nefahâtül Üns isimli meşhur eserinden, Mevlânâ Sâfiyûddin Hazretlerinin Reşâhat Aynülhayat isimli cevher dolu eserlerinden seçilip sadeleştirilmiş ve VELÎLER DİLİNDEN ismi verilip zübde halinde ihvan-ı dînin istifadelerine arz edilmiştir.

 

Mevlâmız nûrâniyet ve rûhâniyetlerinden istifâde etmek nasip eylesin...

------------------------------


incemeseleler.com

 

 


 

 

FERİDÜDDIN-İ ATTÂ R HAZRETLERİ'NDEN

 

Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden sonra Evliyaullah K.S. Hazerâtının sözleri kalbden gelen İlİm olup, okuma sûretiyle öğrenilmiş değil, Allah’ın lütfuyla olduğundan onlara "Enbiyâ Vârisleri, ve Mevlâ’nın Yakınları" denilmiştir.

Evliyâ sözleri şerîatın ince noktalarını aydınlatır. Onların sözlerini dinleyenler, hidâyet ve hikmet bulur, arzûsuna ulaşır, murâdına nâil olur...

 

Onların sözleri gönülleri aydınlatır, şeytânî vesveseyi def'eder. Dünya hırsını, Allah'tan gayrinin sevgisini gönülden siler. Doğru ve yanlışı ayırır, ölü kalpleri diriltir. Zira, Evliyaullah'ın bâzısı Hz. Âdem (Safiyyullah) ahlâkı, bazıları Hz. İbrâhim, Hz. Musâ ve Hz. İsa (Aleyhimmüsselâm) ahlâkı ve niceleri de Hz. Fahr-i Âlem (S.A.V.) ahlâkına sâhiptir.

 

Bu îtibarla Evliyaullah'ın sözleri sâde hikmet olduğundan Hak Teâlâ'nın feyiz ve inâyetiyle şeytânî düşünceleri def 'eder ve gönüllere nur verir.

 

S. Hûd 120. âyet-i celîlesinde: "Yâ Muhammed! Biz, geçmiş peygamberlerin sözlerini sen istifâde edesin diye naklederiz." Ve:

 

Hadis-i Şerîf'te: "Sâlihlerden söz edilen yere rahmet iner, lütfu ilâhî ve affı rabbânı yağar" buyurul-muştur.

 

İnsan onlardan olmasa da, onlara benzemeğe çalışmalı... Zira bu zamanda erler kaybolmuş, gönül ehli azalmış ve yalancı dâvâ sahipleri baş kaldırmıştır.

 

Cüneyd-i Bağdâdî K.S., Hz Şiblî.ye vasiyetinde:  "Bir kişiyi hak üzere bulursan eteğine sıkı sarıl; bırakma!..."  demiştir... (Hak yolcularını arayan bulur ve onlara uyan kurtulur.)

 

Erenlerin sohbetiyle, dünya ehli âhiret ehlini unutmaz ve onları sever. Erenlerin sohbeti insanların kalbini dünyadan soğutup, âhirete meyilli kılar ve gönülde Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetini ve âhiret kârını çoğaltmağa sebeb olur...

 

Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i  şerîflerin şerhi olan hikmetli sözleri toplayıp halkın istifadesine sunmak vacip olmuştur. Hikmetli sözleri hâlis olanları er, erleri aslan eder...

 

İmam-ı Rabbânî Hazretleri:

 "Allah dostlarından biri bir şahsı kabul etmesinden büyük saâdet yoktur. Allah dostları öyle kimseler ki, onlarla beraber olan, şakî (kötü kimse) olmaz" hadis-i şerîfi evliyaullah hakkındadır” Buyurdu. (Mektubat C. 1, M. 87)

 

"Fırsat azdır, onu en mühim işlere sarf etmeli. Bu da kalb birliği olanların sohbetiyle mümkündür. Hiç bir şey sohbetin yerini tutamaz. Eshab-ı Rasûlüllah buna misâldir."  (Mektubat C-1, M-120)

 

"Nakşî büyüklerinin sözleri kalp hastalıklarına devâ, mübârek nazarları mânevî marazlara şifâdır. Bir teveccühleri kırk erbaîne bedeldir, talipleri fenâ işlerden korur, yüce himmetleri dünya batağından alıp, mânen yükseltir" (Mektubat C-1, M-168)

* * *

 


 

TEZKİRETÜL EVLİYÂ'DAN SEÇMELER

 

VEYS'EL KARÂNI (Rh. A.)

Herem bin Hayyan ziyaretine geldiğinde Veysel Karânî (K.S.) sordu:

- Seni buraya kim getirdi?

Herem:

- Seninle yoldaş olayım ve senin muhabbetinle dinleneyim diye geldim, dedi.

 

Hazret-i Üveys:

- Allah ile işi olan, başkasının muhabbetinde olmaz. Aslâ Hakk'ın huzurundan ayrılma. Dinlenmen ancak O'nun sohbetindedir. Onu gönlünden ayırma ve harama bakma, âsî olursun. Bunları ehemmiyetsiz bilirsen, Cenab-ı Hakk'ın gazabına uğrarsın. Hz. Havva anan idi. Nuh, İbrahim, Musa, İsâ ve Muhammed Mustafa (Salavâtullâhi aleyhim ecmaîn) ve cümlesi bu âlemden göç ettiler.

Ben ve sen de gideriz, dedi. Ve:

- Yâ Ömer! diye seslendi.

Herem:

- Rahimekellah (Allah sana rahmet etsin), yoksa Ömer de mi vefat etti, diye sordu.

- Ömer'in dahî bu âlem-i fânîden bugün gittiğini Rabbim bildirdi. O, benim kardeşim, dostumdu, deyip ruhuna dualar etti. Devamla:

- Kur'an-ı Kerim hükümlerini rehber et. İyilerin yolundan ayrılma! Yoksa dînine zarar gelir, azaba uğrarsın.

 

  Yâ Herem! Artık ne sen beni, ne de ben seni göreceğim. Beni duâdan unutma. Ben de sana duâ ederim, dedi. Yürüyüp kayboldu, Herem de bakakaldı.

 

HASAN-I BASRÎ (K.S.)

 

  * "Uyuyan gönlümüzü uyandır" diyen cemaate:

 

  - Uyuyanı uyandırmak kolay. Sizin gönülleriniz ölmüş, zira hiç hareket etmiyor, Buyurdu.

 

* Bir sene yağmur yağmadı. Halk duâya çıktı. Hasan-ı Basrî minberde:

 

  - "Yağmur yağsın isterseniz, Hasan-ı Basrî'yi şehirden çıkarın, kovun" deyince, halk ağlaştı.

 

Hak Teâlâ'dan o kadar korkardı ki, cellat elindeymiş gibi...

 

Buyurdu:

- Biz avam kalabalığı ile şâd olmayız; lâkin bir gönül ehli gördük mü neşemiz artar.

 

- Üç şeyi işleme:

1- Beyler arasına girme,

2- Kadınlarla oturma (Râbiatü'l-Adeviyye de olsa.)

3- Çalgı dinleme...

Bunları yapan, evliya da olsa âfetten kurtulamaz.

 

- Er olana (hakîkî mü’mine lâzım olan; faydalı ilim, amel, ihlâs, sabır ve kanâttir.

 

- Bir kimse gördüklerinden ibret almazsa, onda noksanlık ve zillet vardır; O kişinin sözü de zararlıdır.

 

- Uzlet eden (yalnızlığa çekilen), selâmet bulur. Kanâat eden, aziz olur, halka muhtaç olmaz. Hasedi terk eden rahat bulur.

 

- Verâ[1] sâhibi için üç makam vardır;

1- Daima hak söyler,

2- Kendini günâhlardan korur,

3-  Her işi Allah rızası için yapar.

 

Bir zerre verâ, yüz yıl verâsız oruç tutmak ve namaz kılmaktan efdaldır.

 

- Miskin insanoğlu dünyada üç şeye doymaz:

1- Mal toplamak,

2- Zevk u sefâ,

3- Ömür sürmek (yaşamak). (Elinde olsa dünyadan gitmek istemez).

 

- Sevgili kullar, dünyaya kıymet vermez. Mü'min dünyada âhiretini imar eder, ahmak da dünyayı...

 

- Şu âyet-i celîle sevinmeye sebeptir:  "Kullarımın cümle günahlarını fazlımla affederim, ayıplarını yüzlerine vurmam, onlar şirk etmedikçe... Şirk edenleri

ise affetmem"  (S. Nisâ 48).

 

* Kabristanda yemek yiyen birini işaretle:

- "Bu adam münafıktır. Zira bu kadar ruhlar huzurunda gönlüne korku gelmiyor da boğazından yemek geçebiliyor. Bu adam ahireti düşünmüyor. Bu münafıklık alâmetidir" Buyurdu.

 

MÂLİK BİN DÎNÂR (K.S.)

 

Buyurdu:

Üç şey kalbi öldürür:

1- Çok yemek

2- Çok uyumak

3- Çok konuşmak (Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerif okumak hâriç...)

 

İki şey ahmaklıktır:

1- Acaib şey görmeden gülmek

2- Sormadan haber vermek.

 

BÂYEZİD-İ BESTÂMÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Gönlünden üç perdeyi kaldırmayan kişiye mânevî devlet kapısı açılmaz:

1- Dünyanın tamamı verilse sevinmez. Sevinirse haristir.

2- Dünyayı verip, geri alsalar üzülmez.

3- Methedilirse memnun, zemm edilse müteessir olmaz.

 

- Üç şey Hakk'ın sevgisine alâmettir:

1- Sahavette denize,

2- Şefkatte güneşe,

3- Tevâzûda toprağa benzemektir.

 

- Kendine kıymet verip tâatını (ibâdetlerini) hâlis gören, insan sayılmaz.

 

- Gönlü şehvetle dolu iken ölen insanı lânet kefenine sararlar, nedâmet mahalline defnederler. Kim de şehvetini ve nefsini öldürürse onu rahmet kefenine sarar selâmet mahalline defnederler.

 

- Hayat, ilimde; rahat, marifette[2]; zevk, zikirdedir. Şevk ise âşıkların mülküdür. Onlar orada taht kurmuşlar; arzu ve emel, onlara erişmemiştir.

 

SÜFYÂN-I SEVRÎ (K.S.)

 

* Gözü ağrıdığında hekim gönderdiler.

Hekim:

- Bir hafta gözlerine su değmesin, dedi.

Süfyân:

- Abdest nasıl alayım?

Gayrimüslim Tabib:

- Sana göz lâzımsa ilaç budur!..

Tabip gitti. Süfyan abdest aldı, ibâdete devam etti. Tabip döndüğünde gözü iyi olmuş gördü. Süfyân doğruyu olduğu gibi haber verdi.

Tabib:

- Ben halkın ilacını verdim. Sen Hakk'ın ilacını yaptın. Senin değil, meğer benim gözüm hasta imiş, deyip iman etti

Tabibi getirenler de:

- Biz hekimi hastaya değil, meğer hastayı hekime getirmişiz, dediler.

 

 

ŞAKÎK-İ BELHÎ (K.S.)

 

 * Buyurdu:

- Nice üstadlara hizmet ettim. Ciltlerle kitap okudum.  Hikmeti dört şeyde buldum:

1- Rızık için endişe etmeyip emin olmak

2- Her işte ihlâsı muhafaza etmek

3- Şeytanı düşman bilmek

4- Ölümü yakın bilip, tedbirli olmak,

 

* Vaazlarında:

- "Ey insanlar! Ölü iseniz kabre girin, deli iseniz tımarhaneye,

çocuksanız mektebe gidin! Eğer kul iseniz, kulluk şartlarını yerine getirin" vecizesini söylerdi.

 

* İbrahim bin Ethem Hz. lerine:

- Yâ Ethemoğlu, dirlik nicedir? dedi

İbrahim Ethem K.S. :

- Bulursak yeriz, bulamazsak sabrederiz dedi.

Şakîk:

- Bizim Belh'in itleri de senin ettiğini ederler.

İbrahim bin Ethem:

- Ya siz ne yaparsınız?

Şakîk:

- Bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz...

İbrahim Ethem, Şakîk'i öptü;

- Sen üstadımsın, dedi.

 

* * *

 

 

 

 

İMAM-I ÂZAM (Rh. A.)

 

* Yolda bir öküzle karşılaştı. O, yolunu değiştirdi. Sebebini sordular.

- "Benim aklım var, onun boynuzu..." dedi.

* Üzerinden küçük bir kan lekesini temizlerken,

 

- "Yâ İmam, dirhem miktarı olmayan zarar vermez" demiştiniz, dediler.

- "O fetvâdır, bu takvâ..." Buyurdu.

 

* İmam-ı Âzam Hz.lerinin büyük babası, Hz. İmam'ın pederi olan Sabit Hz. lerini küçük yaşta iken Hz. Ali R.A.'ın huzûruna çıkarıp, zürriyetleri hakkında hayır duâlarına mazhar kılmıştı.

 

Son haccında, Kâbe-i Muazzama'da iki rekatta bir hatim edip, namazı tamamlayınca, Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunurken, Beytullah cihetinden bir ses işitildi: "Yâ Ebû Hanife! Bizi kemâl-i mârifetle bildin ve hoşnut eyledin! Biz Azîmüşşân’da senin mezhebinde hizmet edenleri ve mârifette sana tâbî olanları mağfiret ettik" buyurur.

 

  İmam-ı Âzam Hazretleri'nin Zuhur Edeceğine Dair Hadis-i Şerifler

 

- "Âdem benimle iftihar eder, bense ümmetimden bir zât ile iftihar ederim ki, ismi Nûman, künyesi Ebû Hanife'dir. O zat ümmetimin kandilidir".

 

- "Enbiyâ-yı İzâm (Aleyhimüssalâtü Vesselâm)

benimle iftihar ederler. Ben ise Ebu Hanife ile iftihar ederim. Onu seven beni sevmiş, ona buğuz eden, bana buğuz etmiştir".

 

İMAM-I ŞÂFİÎ (Rh. A.)

 

* Rum Kayseri tarafından gönderilen dört yüz rahiple münazara[3] için halifenin de bulunduğu büyük bir cemâat Dicle kenarında toplandığı zaman O bir aba giymiş gelip, Dicle üzerine

seccâdesini serdi, üstüne oturdu ve:

- "Benimle görüşmek isteyen buyursun" dedi.

Bunun üzerine râhiplerin hepsi iman ettiler.

Rum Kayseri bu hâdiseyi haber alınca:

- Şükür ki, o su üstünde oturan kişi buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu, dedi.

 

İMAM-I AHMED BİN HANBEL (Rh. A.)

 

- Rıza nedir? sualine:

- Bütün işlerini Hakk'a ısmarlayıp, hayır ve şer ne gelirse razı olmaktır, Buyurdu.

 

DÂVUD-U TÂÎ (K.S.)

 

* "Dünya fenâ, âhıret bekâ evidir" diye işitmişti.

Bu sözün manasını düşünürken kararı kalmadı, dünya gözünden silindi ve Habib-i Râî katına varıp yalnızlığı seçti, ümidini halktan kesti, Hakk'a bağladı...

 

 * Buyurdu:

- Çok söylemek nasıl ziyan verirse, çok bakmak dahî öyledir.

- Ölürsen Allah için öl! O'nun için ölmezsen hiç ölme!

 

- Sadık insan halk rağbet etmedi diye kaygı çekmez.

 

- Doğruluk, Hakk'ın kılıcıdır.

 

EBÛ SÜLEYMAN DÂRÂNÎ (K.S.)

 

* Buyurdu:

 

- Her şeyin pası var, kalbin pası da çok yemektir.  Kim çok yerse, altı sıkıntıya sebep olur:

1- Kıldığı namazdan tat almaz,

2- Unutkan olur, ezber yapamaz,

3- Şefkati az olur,

4- İbâdetlerde tembellik, gevşeklik gelir,

5- Şehveti galip olur,

6- Müslümanlar mescide vardığında, o helâya varır.

 

- Açlık âhiret kapısını açar, tokluk dünya kapısını...

 

- Çok yemek gönlü karartır, aklı giderir. Akıl gidince ihtiyaç bitmez. Açlık ise nefsi kahreder, gönlü yumuşak ve nurlu kılar.

 

  - Allah'ı bilen, dünyadan uzak, ibâdete yakın olur. Kim geçmiş günahlarını hatırlar, şehvetten el çekerse, Hak Teâlâ onun gönlünden istek ve vesveseleri giderir.

 

  - Arifin gönül gözü açılınca gaflet gözü kapanır.

 

- Zikir, mü'minin gıdasıdır.

 

- Kim dünyayı terk ederse, kalbi nurlanır.

 

- Hak Teâlâ buyurur: "Ey Kullarım! Siz dünyada benden utanırsanız, ben de âhirette ayıplarınızı yüzünüze vurmam, affederim".

 

İBN-İ SEMMÂK (K.S.)

 

* Hasta oldu. Yahudi bir tabib getirmeye gittiler. Yolda nur yüzlü biri:

 

- " Sübhânallah... Allah dostuna, düşmanından fayda beklerler, bu doğru değil; İbn-i Semmâk'e söyleyin, elini ağrıyan yere koysun, Sûre-i İsrâ'nın 105. âyetini ve bi'l hakkı enzel nâhû ve bi'l hakkı nezel okusun, ağrıyan yere nefes etsin" dedi. İbn-i Semmâk, okudu, şifa buldu. O Hızır (A.S.) dı. Dedi.

 

HÂTEM-İ ESAM (K.S.)

 

* Namaz kılmayı tarif etti:

- Önce abdest al. Dışını su ile, içini tevbe ile arıt. Sonra mescide var. Kâbe'yi iki kaşın arasında, Azrâil (A.S.)'ı arkanda, Cennet'i sağında, Cehennem'i solunda, Sırat'ı önünde farzet, gönlünü Hakk'a bağla, azametle tekbir al. Korku ile otur, heybetle Kur'an oku. Yalvarış hâlinde rükû eyle, zillet ile secde et, inleyerek Tahıyyat oku, melek ve mü'minlere selam ver. İnşaallah kabul olur.

 

* Buyurdu:

 

- Zamâne âlim ve zâhidlerinin kibirleri teraziye konsa, zenginlerinkinden ağır gelir.

 

 

- Dört ölümü tatmadıkça Hakk'a lâyık olunmaz: 

1- Beyaz ölüm (Açlık),

2- Siyah ölüm (Eza ve cefaya sabır ),

3- Kırmızı ölüm (Nefse muhalefet[4]),

4- Hakir ölüm (Eski elbise giymek).

 

-  Gönül beş haldedir: 

1- Ölü,

2- Hasta,

3- Gafil,

4- Uyanık,

5- Sıhhatli... Arifler bunların cümlesini bilirler.

 

 - Münafıklığın alâmeti odur ki, dünyaya hırsla sarılır, men edilen şeylerden şüphe eder, sadakayı riya ile verir.

 

  Mü'minin alâmeti de odur ki, ne verirse Hakk'ın rızası için verir, her hareketi Hak içindir.

 

- Gâzilik üçtür:

1- Kâfirlerle,

2- Şeytanla,

3- Nefisle, ölünceye veya öldürünceye kadar uğraşmak.

 

 

 

ABDULLAH TÜSTERÎ (K.S.)

 

* Parmağını sarmıştı. Biri niçin sardığını sordu. "Ağrıyor", dedi. O zat sonra Mısır'a gitmişti, Abdullah Tüsterî Hz.'nin üstazı Zinnûn'un da parmağını sarılı gördü. Sebebini sordu. "Filân zamandan beri ağrır" dedi. O zaman anladım ki, Abdullah (K.S.) O'na uymak için parmağını sarmış...

 

 * Buyurdu:

- Hakk'a layık olan kişi altı şey işler:

1- Kur'an'ın hükmüne ve

2- Rasûlullah S.A.V.'in sünnetlerine uyar.

3- Haramdan ve

4- Yaramaz şeylerden uzak bulunur.

5- Her hususta Hakk'a uyar.

6- Nasuh tevbesi eder.

 

 - Kişiye tevbe müyesser olmaz, sükûta devam etmedikçe...

Sükût nasip olmaz, yalnızlığa çekilmedikçe...

Yalnızlık nasip olmaz, helâl yemedikçe... Helâl yemek nasip olmaz, Hakk'a uymadıkça... O dahî hasıl olmaz, âzâlarını yasaklardan korumadıkça... Bu da hasıl olmaz, Hak Teâlâ'nın lütûf ve inayeti olmadıkça...

 

MÂRUF-U KERHI (K.S.)

 

Buyurdu:

- Cömertlik üçtür:

1- Samîmi vefakârlık,

2- İstemeden vermek,

3-Şefkat edip Minnet beklememek.

 

- Evliya alâmeti üçtür:

1- Düşüncesi hep Allahü Teâlâ olur,

2- Yapacağı işi Allah için yapar,

3- İstekleri Allahü Teâlâ'ya bağlı olur.

 

- Cenab-ı Hakk'ın kullarına lütûf alâmeti odur ki ona amel kapısını açar, faydasız söz kapısını kapar. Amelsiz cennet istemek vebaldir. Allahü Teâlâ'nın hükmüne mutî olmadan rahmet ümit etmek cehalettir.

 

* Kendisine:

- "Niçin iyi yemekler yemezsin?" denildi.

- "Ben misafirim. Konuk, ne verilirse onu yer", dedi.

 

* Vefatından sonra Bağdatlılar kabrini Hakk'a duâ mahalli etmişler. Kim O'nu vasıta edip Cenab-ı Hak'dan bir şey dilese mutlaka kabul olurdu.

 

SIRR-I SAKATİ (K.S.)

 

 * Buyurdu:

- Şehvet sebebiyle işlenen günahın affı umulur; kibirden hasıl olan günahın affı umulmaz...

 

- Kim halka karışmayı severse, onda Hakk’a bağlılık azdır.

- Ahlâkın iyisi, incitmemek ve incinmemektir.

- Hak sohbetini (Allah’la alâkalı işleri) bırakıp, halk sohbeti ile meşgul olma!..

 

* Bir gün sabırdan bahsederken ayağını akrep soktu onu öldürmedi.

- "Niçin öldürmezsin?" dediler.

- Sabırdan söz ederken, sabretmeyip onu öldürmekten utandım," dedi.

Buyurdu:

 

- Şükür Allahü Teâlâ’nın verdiği nimetlerle günâh işlemekten uzak kalmak, O’nun verdiği nimetlerle o’na âsî olmamak, o nimetleri harama harcamamaktır.

 

- Ahirette faydası olmayan bir şeyle kendini insanlar için süsleyen kimse îlâhî nazardan düşer.

 

 

AHMED-İ HAVÂRÎ (K.S.)

 

* Rüyasında güzel yüzlü bir hûri gördü:

"Bu yüz güzelliği neden?" diye sordu. Huri: "Dün gece Allah korkusundan ağlamıştın. O gözyaşlarını yüzüme sürdüler, onun nûru..." dedi...

 

* Buyurdu:

- Kim gönül gözü ile dünyaya nazar ederse, Hak Teâlâ onun gönlünden zâhitlik[5] nûrunu siler.

 

AHMED-İ HADRAVİYYE (K.S.)

 

* Buyurdu:

- Dervişlere hizmet edene Hak Teâlâ üç ihsanda bulunur:

1- Sahâvet[6],

2- Güzel ahlak

3- Tevazû.

 

- Kim Allahü Teâlâ ile beraber olmak isterse, Allah dostlarıyla sohbet etsin!

 

EBÛ TÜRÂB (K.S.)

 

  * Müritlerinden yaramaz bir iş gördüğü zaman, onlara bir şey söylemez, kendisi tevbe ve istiğfar eder ve "O bîçâre, bu belâya benim yüzümden düştü" derdi. Hak Teâlâ da o müride selâmet verirdi.

 

  * Çölde giderken uzun boylu, siyah yüzlü korkunç biri göründü.

 

- "İnsan mısın, cin misin? Beni korkuttun" dedi. O da:

- "Sen Müslüman mısın, münafık mısın? Beni şüpheye düşürdün. Eğer Müslüman isen Allah'tan başkasından korkma" deyip kayboldu.

 

* Buyurdu:

 

- Velilerin tenleri çürümez. Kabirde hiçbir canlı ona zarar veremez, kaçar.

 

  (Hadis-i Şerif:  Onlar ölmez, bir evden diğer eve göçerler.)

 

YAHYA BİN MUAZ (K.S.)

 

* Buyurdu:

 

- Sen Cenab-ı Hakk'ı ne kadar seversen, halk da seni o kadar sever. Sen Hak'dan ne kadar korkarsan, halk da senden o kadar korkar.

 

- Allah'tan hayâ eden kimse günah işlediğinde, Allah Teâlâ da ondan hayâ eder. Hak Teâlâ'nın hayâsı kerem kılmak, kulun hayâsı ise nedâmettir.

 

- Üç şey evliya hâlidir:

1- Allah Teâlâ'ya güvenmek,

2- Allah'tan gayrıdan bir şey beklememek,

3- Allah’ın verdiğine kanaat etmek.

 

- Sübhanallah! Kullar günah işler utanmaz, Allahü Teâlâ görür utanır. Kerim ve Rahim olan Allahü Teâlâ buyurur: "Ey Kulum! Seni korkusuz kılan ibâdetinden, seni korkutan günahın evlâdır (ibâdetine güvenmekten, günâhından korkman iyidir)".

 

- Ahmak kişi, cehennem ameli ile cennet umar.

 

- O kişiye taaccüp ederim ki, hastalık korkusuyla yemekten perhiz eder de, cehennem korkusu ile günahtan perhiz etmez.

 

- Nasuh tevbesinin alâmeti üçtür:  Oruç tutup az yemek, ibadetten ötürü az uyumak, Zikrullah'tan dolayı az konuşmaktır.

 

  - Sevgi ve muhabbetin alâmeti: iyilikle artmaz, sıkıntı görmekle eksilmez.

 

ŞAH ŞÜCÂ-İ KİRMÂNÎ (K.S.)

 

Şeyh Hz.leri'nin güzel bir kızı vardı. Kirman'ın vali ve büyükleri istediler. Üç gün mühlet aldı, mescid ve tekkeleri gezdi. Güzel namaz kılan birini beğendi. Ona:

- Evli misin?

- Hayır.

- Güzel bir kızla evlenmek ister misin?

Yiğit:

- Bana kim kız verir! Üç gümüşten başka dünyalığım yok dedi.

Şah:

- Üç akçenin birine ekmek, birine katık, birine güzel koku al, dedi ve kızını ona nikahladı.

O gece zifaf oldu. Kız bir bardak üzerinde kuru ekmek parçası gördü.

- Bu nedir?

Yiğit:

- Bu senin sabahki nasibin...

Kız:

- Dünkü rızkı veren Allah, bugün vermez mi de yarına ekmek saklarsın. Babam bana 20 senedir "Seni tevekkül ehli birine vereceğim" derdi. Meğer öyle birine vermiş ki, rızık için Allah'a itimat etmez, deyip evine gitmek istedi.

Yiğit:

- Bu işin tevbesi nedir?

Kız:

- Ya ekmek gider, ya ben..., dedi. Ekmeği fakire verdiler.

 

Buyurdu:

 

- Sâdık kulun alâmeti üçtür: 

1- Dünya onun nazarında toprak gibidir. Yâni altın ve gümüşe o gözle bakar. 2- İnsanların övdüğü ve yerdiği, onun nazarında birdir. Övene de yerene de ehemmiyet vermez. 3- Şehveti gönlünden çıkarır, açlığı sever, dünya adamlarının tokluğu sevdiği gibi...

 

Dostlarına Tavsiyesi:

- Yalan söylemeyin, kimseye hiyanet etmeyin. Bundan gayrı ne isterseniz yapın.

 

Hikâye:

Hoca Âlî Sürgânî Şah-ı Kirmânî K.S.) Hazretleri'nin türbesini ziyarete geldi. Torbasından ekmek çıkarıp yemeye başladı ve:

- İlâhî! Misafir ver de beraber yiyelim, dedi.

Bir köpek yanına geldi. Sürgânî köpeği kovdu. Az sonra Şah-ı Kirmânî'nin türbesinden bir ses işitti:

- Ey Hoca Sürgânî! Allah'tan istediğin ve kapına gelen konuğu niçin kovdun?

Hoca Sürgânî, çıkıp köpeği aradı. Bir bucakta buldu. Yediği yemeği götürüp önüne koydu. Köpek dönüp bakmadı. Hoca mahcup oldu. Tevbe edip, insafa geldi.  Köpek lisana gelip:

- Ey Hoca! Şah-ı Kirmânî olmasaydı, göreydin ne işlere uğrardın, dedi ve kayboldu.

 

YUSUF BİN HÜSEYİN (K.S.)

 

* Güzel bir kız, bir gece yanına geldi. Yusuf Allah korkusu ile onu reddetti. Sonra başını dizine koyup, uykuya vardı. Rüyada, taht üzerinde oturmuş bir sultan gördü. Sultan'ın etrafında yeşil elbiseli hizmetçiler vardı.

- Siz kimsiniz? diye sordu.

Onlar:

- Taht üzerindeki Yusuf Peygamber, etrafındakiler de melekler... Yusuf bin Hüseyin'i ziyarete gidiyor, dediler.

- O kim ola ki, ziyaret ederler? deyip ağladı. Yusuf (A.S.) tahttan inip, kendisini kucaklayarak elinden tuttu, tahta oturttu:

 

- Arap Beyinin kızı sana tâlip oldu. Allah korkusu ile sen onu reddettin. Alahü Teâlâ buyurdu ki:

"Yâ Yûsuf! Sen Hak korkusu ile Züleyha'yı reddettin, seni peygamberlerden kıldım. Yusuf bin Hüseyin de senin gibi yaptı, mağfirete mazhar oldu. Ve onu velilerden kıldım" buyurdu.

 

EBÛ HAFS-I HADDÂD (Demirci) (K.S.)

 

* Cehennem ehlinin hallerini düşünür de ağlardı. Kendisine:

- Halkın azap görmesinden sana ne? dediler.

- Benim yaratılışım âb-ı şefkatla (şefkat suyu ile) yoğrulmuş, dedi ve ilâve etti:

- Bütün cehennemliklerin azabı bana yüklenip onlar affolunsa ben memnun olur ve derdimden kurtulurum dedi.

 

Buyurdu:

- Her kim kendi hal ve hareketlerini Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerif terazisi ile tartmazsa münafıktır.

- Dervişlik,  Hakk'ın huzurunda kendini âciz ve çaresiz bilip, emrine itaatlı olmaktır.

 

- Veli,  kendi nefsinden kurtulmak isteyendir.

 

- Cömert,  Müslüman kardeşinin dünya ve ahiret iyiliğini kendisinden üstün tutandır.  Bahil,  elinden gelen iyiliği vaktinde yapmayan;  katı bahil  de, kendi iyilik yapmadığı gibi, başkasına da manî olandır.

 

- Mütevazı olmak isteyen, salihler sohbetinde bulunsun.

 

- Tenlerin iyiliği hizmetle, canların iyiliği doğruluktadır.

 

- Takvâ güç;  tasavvuf,  edeptir.

 

- Ey Birader! Öyle bir kapıya bağlan ki, bütün kapılar sana oradan açılsın. Öyle bir efendiye bağlan ki, cümle saadet sana boyun eysin...

 

 

* Şeyh Sülemî: "Vefatımda başımı Ebu Hafs'ın ayağı ucuna koyun", diye vasiyet etmiştir.

 

HAMDUN-İ KASSÂR (K.S.)

 

Buyurdu:

- Hakikat ehli, kendinden haber vermez; kimsenin sırrını da söylemez.

 

 - Kendini iyi gören, Firavundan beterdir.

 

 - Dervişin kibri, zenginin kibrinden fenâdır.

 

 - Cümle hastalıkların aslı ve Dîn-i Mübin'in âfeti, çok yemektir.

 

- Dünyayı elde etmeye uğraşan, âhireti hor görür.

 

- Musîbete katlanmayan, Allahü Teâlâ ile harp etmiştir. Çünkü, her şey O'nun hükmüyle meydana gelir.

 

CÜNEYD-İ BAĞDÂDI (K.S.)

 

Sırr-ı Sakatî Hz.'nin müridi ve yeğenidir.

 

Buyurdu:

 

- Şükür , Cenab-ı Hakk'ın ihsanı olan nimetlerle O'na isyan etmemek, o nimetlerle günâh işlememektir.

- Tamamlık isteyen, günahlardan uzak olsun.

 

- Her kim Allah'ın Kelâmı'nı sağ elinde, Hazret-i

Peygamber (S.A.V.)'in hadisini sol elinde tutar ve bu iki ışıkla yürürse, şüphe ve bid'at karanlığına düşmez de kurtulur.

 

- Murakka[7] giymekle iş hasıl olsaydı, demirden kaftan giyerdim. Lâkin Allah Teâlâ yanında itibar hırkaya, değil, belki gönül şevkine ve gönül derdinedir.

 

Hikâye: 

Müslüman kisvesinde bir Hıristiyan genci Hazretin vaazını dinledi, sonra:

- Yâ Şeyh! Bir hadis-i şerifte "Mü'minin firâsetinden sakın! O, Allah'ın nuru ile bakar" buyuruluyor.

Bunun mânâsı nedir? dedi.

 

Hazreti Şeyh râbıta yapıp, başını kaldırdı:

- Bunun manası odur ki, zünnarı kesip müslüman olmalısın Buyurdu. Ve o genç, müslüman oldu.

 

* Şiblî, bir gün

- "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm", dedi.

Cüneyd:

- Bu sözü gönül darlığından derler.  Kim, Hakk'ın kazasına râzı oldu, o, gönül darlığından kurtuldu... , Buyurdu.

 

* Bir gün Cuma mescidinde biri dileniyordu. Cüneyd gönlünden

 

- "Bu yiğit niçin kazanıp yemez de kendini hor eder" diye geçti. Sonra uyudu. Rüyada önüne örtülü bir tabak içinde pişmiş et getirdiler ve:

- "Mescid önünde dilenen dervişin eti... Bunu ye!" dediler.

- Murdardır, yemem dedi:

- Dün mescid içinde nasıl yedin de şimdi yemezsin, dediler.

 

Cüneyd:

- Bildim ki, gıybet etmişim, dedi.

 

Buyurdu:

- Eğer benimle Mevlâ arasında ateşten deniz olsa, Rabbime olan aşkımdan dolayı onu geçmek için kendimi ateşe atardım...

 

- Bu yolda, başlıca üç tuzak var: Mekir[8], kahır[9] ve lütûf tuzakları... Bunların nihayeti yoktur.

 

- Kul ile Allahü Teâlâ arasında dört deniz var.  Onlar geçilmeden Allahü Teala'ya ulaşılmaz:

1-  Dünya ... Onun gemisi zühddür.[10]

2-  Halk ... Onun gemisi uzlet,[11]

3- İblis ... Onun gemisi şeytanı düşman bilip sakınmak,

 

4-  Nefis... Onun gemisi dileğini vermemek, (nefsânî istekleri terk etmek)tir. Zira nefis kötülük emreder, Er olan onu öldürendir.

 

- Akıllı, yalnızlığı sever.

- Görüşünde ibret olmayanın[12], görmemesi (kör olması) görmesinden hayırlıdır.

 

Allah'ın zikri ile meşgul olmayanın, susması söylemesinden hayırlıdır.

 

Hak söz dinlemeyi arzu etmeyenin, duymaması işitmesinden iyidir...

 

Allah'a kullukla meşgul olmayanın ölümü, dirilikten iyidir...

 

- Derviş  olan toprak gibi mütevâzî olur, üstüne süprüntü atsalar da sabreder safâ bulur.

 

- Sâdık  kişi bin yıl Hakk'a yüz tutsa da, bir an O'ndan yüz çevirse, o bir anda kaybettiği şey, bin yıllık hasılatından fazla olur.

 

 

- Rıza, belâyı ganimet bilmektir...

- Tasavvuf;  gönlü pâk etmek, Hakk'a uyup halktan ayrılmak; beşeriyet sıfatından nefsin isteklerinden ırak olup çokluktan kurtulmak; cümle ümmete nasihat etmek ve Peygamber (S.A.V.)'in şeriatına tam uymaktır.

  - Hak Teâlâ'nın  nimetlerini düşünmekle mânevî bilgiler doğar, kudret ve azametini tefekkürle bu bilgiler artar, azabını düşünmekle de korku ziyâde olur.

 

- Murakabe,  dâima uyanık olup, gafil olmamaktır.

 

- İhlâs,  Hak'la olan işlerden halkı çıkarmaktır.

 

AMR İBN-İ OSMAN (K.S.)

 

 Buyurdu:

- "Hak Teâlâ Hazretleri ruhları cesetlerden yedibin yıl evvel yarattı. Bu âleme getirmek için âdemoğullarının  ruhlarına günde üçyüz altmış kerre tecellî nuru serpti."

 

EBÛ SAİD HARRÂZ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Kul Allah'ın emrine yapışıp, Hak'dan gayrıyı unutmalı, "Nerden gelirsin ve ne dilersin?" diye sorulursa, "Allah"tan gayrı cevabı olmamalı. Ne söylerse Allah'ın sözü olmalı ve kendini aradan çıkarmalı...

 

-  Sıdk,  ahdini yerine getirmektir.

 

- Tasavvuf'un  mânâsı, "Sâf" olup, "Süzülmek ve kederlerden pâk ve halis olmak" ve "Allah'tan gayrı, gönül evinde bir şey bırakmamaktır. Böylesine «Sofî» denir.

 

ŞEYH EBÜL HÜSEYİN NURI (K.S.)

 

- Müslümanlık, Müslümanlığın kilidi olan Peygamber (S.A.V.)'in sünnetlerine tam uymaktır.

 

OSMAN HAYRÎ (K.S.)

 

 Buyurdu:

 

- Kendisine dört şey müsâvî görülmedikçe, kişi kemal derecesine eremez:

1- Almak,

2- Men' olunmak,

3- İzzet,

4- Zillet...

 

- Karşısında insanların el bağlayıp durmasından hoşnut olan kimse de, Firavun ve Nemrut ahlâkı vardır.

 

- Üç şey muhteremdir:

1.  Amel eden âlim,

2. Tamahı olmayan mürid,

3. İhlâs sâhibi sofî...

 

-  Tevâzuun aslı üçtür:  Acizliğini, muhtaçlığını, günahlarını bilmek...

 

- Yakîn[13],  yarın endişesini terketmektir.

 

- Hakîkî muhabbet,  Mevlâ'dan gayriyi gönülden çıkarmaktır.

 

- Saâdet'in alâmeti,  Allah'tan korkmak ve O'na itaat etmek;  Şekâvet'in alâmeti,  Allah'tan korkmayıp günah işlemektir.

 

- Allah’tan ırak olmanın sebebi üçtür:

1- Dünyaya tamâ etmek,

2- Hizmetinden dolayı övünmek,

3- Nefsine uymak...

 

- İhlâs,  içinde nefsin nasîbi olmayan şeydir.

- Halis niyyet, namazda ve sadakada, halkın görmesinden sakınmaktır.

 

ABDULLAH BİN CELÂ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Babamla anam, beni Hak yolunda hizmet için vermişlerdi.

Bir zaman sonra çok yağmurlu bir günde geri gelip, gece anamın kapısını çaldım. "Kimsin?" dedi. "Oğlun Abdullah!" dedim. "Benim oğlum var mı? Onu ben Hak yoluna bağışladım, geri almam" deyip, bana kapıyı açmadı.

 

* Kendisine:

- Fakirlik nedir? diye sual edildi. Dışarı çıkıp bir müddet  sonra geldi ve cevap verdi.

- Niçin daha önce söylemedin? denildi.

- Belimde dört denk gümüş vardı. Bunlar fakre dair söz etmeme mânî oldu, dilimi bağladı. Onları bir dervişe verdim de fakirlikten söz edebildim, dedi.

 

 

EBÛ MUHAMMED RÜYEM (K.S.)

 

Buyurdu:

- Tevhid,  varlık eserini terk etmek, yalnızlığı seçmektir.

 

- Tasavvuf,  Hakk'a itâatli olmak, ne tarafa çekilirse îtiraz etmeden o tarafa gitmektir.

 

- İhlâs,  ibadetlerinden, iki cihanda karşılık beklememektir.

 

İBN-İ ATÂ (K.S.)

 

* Bir yolculukta harâmîler oğullarının gözlerini bağlayıp boyunlarını kılıçla vururken, Hazret, mübârek yüzünü semâya tutarak:

 

- Şükür senden gelen kazaya, derdi. Dokuzunu böyle kestiler, hayatta kalan oğlunu da bağladılar. Oğlu ona:

 

- Sen atamızsın. Bizi karşında bir bir kestiler, bir kelam etmedin." dedi. İbni Atâ Hz.leri:

- Ey Oğul! Bu işi işleyen, hüküm ve ferman veren Allahü Teâlâ'ya söz söylemek yaramaz. Zîra O, halimizi görür ve işitir. Sizi saklamaya da gücü yeter. Ben arada aciz bir kulum. Onun işine ne söz söyleyeyim, dedi.

Harâmî başı bu sözü işitti ve oğlunu bıraktı:

- Ey Pîr! Eğer bu sözü önce söyleseydin hiç bir oğlun ölmezdi, dedi.

İbn-i Atâ Hz.leri:

- O hüküm öyle yazılmış, dedi. (Büyüklerin imtihanı da büyüktür.)

 

Buyurdu:

- Her kim, sünnetlere uyarak kendini süslerse gönlü nurlanır.

 

- Fiiller, sözler ve güzel huylar içinde, uysallık gibi yüksek ahlâk yoktur.

 

- Gafletin büyüğü, Allah’tan ve O'nun hükmünden gafil olmaktır.

 

- Gönül, Hakk'ın nazargâhıdır. Hakk'ın nazargâhı pak olmalı. Hak nazargâhında mü'minlerin gıdası zikir ve tâattır. Münafıkların gıdası da yemek, içmek...

 

- Kimin gönlünde âhiret endişesi yoksa, şeytan onu ölünceye kadar dünya endişesiyle meşgul eder.

 

- İnsan yüce mertebeye, ancak iyi huyla ulaşır.

 

DÂVUD-U RAKKÂ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Bu dünya Şeddat, Nemrud ve Firavun'un artığıdır. Onların artığı da pistir. Dünyada iki şey elde edersen iyidir: Biri dervişler sohbeti, diğeri büyüklerin itibârı...

 

YUSUF-U ESBÂT (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Tevazuun  aslı, evinden çıkınca kimi görsen, onu kendinden âlâ bilmektir. tevazuun haddi, hak söyleyeni kabul etmek, mum gibi yumuşak olmak, deve gibi yedilmek, söveni övdü bilmek, her işte Allah'a dönmek ve hayırdan-şerden gelene râzı olmaktır.

 

- Arif , iyiliği Hak'dan, noksanlığı nefsinden bilip, gönlünü Hakk'a bağlayan ve O'nunla huzur bulandır.

 

 

 

İSHAK NEHRİ CÛRÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Dünya, dipsiz bir deniz, sahili âhirettir. Er olan, bu denizi takvâ[14] gemisi ile geçer.

 

- Tokluğu taam ile olan daima aç, zenginliği mal ile olan daima yoksuldur.

 

- Allah dostları üç yerde sevinirler: Halktan uzak, Hakk'a yakın ve tâatta kavî olduklarında...

 

- Tevekkül ehli, İbrahim Halilullah gibi olur... Ateşe  atılırken, Hz. Cibrîl ona: "Hacetin var mı" dediğinde "Senden hacetim yok" diye cevap vermişti.

 

ŞEYH  SEMNÛN-U ÂŞIK (K.S.)

 

* Muhabbeti, niçin belâya koştular, diye soruldu.

 

- Herkes muhabbet davası etmesin, belâyı görüp çekinsin diye, dedi.

 

MÜRTAİŞ (K.S.)

Buyurdu:

 

- Nefsin arzularına karşı koymak, havada uçmaktan üstündür.

 

- Kulu Allah'a sevdiren şey, O'nun düşman bildiklerine hasım olmaktır. Onlar da,  dünya ,  nefis  ve  şeytandır .

 

ŞEYH FADL (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Şekâvet[15] alâmeti  odur ki, ilim okur amel etmez, amel eder ihlâs olmaz, salihler sohbetinde bulunmaz, başkalarıyla buluşur.

 

- Dünyaya hoş hatırla bakan dervişten hayır umma! Zira o, tarikat mürtetlerindendir.

 

- Müslümanlık dört şeyle insandan uzaklaşır:

1- Bilir, amel etmez.

2- Yapar mahiyetini bilmez.

3- Bilmez, sorup öğrenmez.

4- İnsanları öğrenmekten men eder.

 

- Hakka muhabbet  îsardır.[16] Bunun dört mânâsı var: 1- Daim zikirde olup, zikirle şâd olmak.

2- Hak Teâlâ ile (ibâdete devamla) ünsiyet etmek.

3- Dünya işlerinden tamamen kesilmek.

4- Hakk'a mânî olanlardan uzaklaşmaktır.

 

EBÜL HASAN POŞNEKÎ (K.S.)

 

Abdest alırken, hâdimini çağırıp, gömleğini acele falan kimseye vermesini emretti. Hâdimi: “Aceleye sebep ne?” dedi.

 

- Şeytan fikrimi bozar korkusudur... Nitekim Peygamberimiz (S.A.V.)  "Hayır işi ileri tutunuz"  buyuruyor, dedi.

 

  Buyurdu:

- İhlâs,  şeytan bilmesin ve kimse görmesin niyetinde olmaktır.

 

  - Kendini hakir tutan kimseyi, Hak Teâlâ aziz eder. Kendini aziz göreni de hakir...

 

HÂKIM-İ TİRMİZÎ (K.S.)

 

* İki arkadaşıyla ilim tahsili için sözleşmişti.

Anası kendisine izin vermedi. İtaat etti. Kabristana gidip ağlardı. Hızır A.S. "Ağlama, kaygılanma! İki arkadaşından daha âlim olursun" deyip, ona hikmetler talim etti...

 

* Ailesinden ezâ gördükçe, kendisi istiğfar eder, onlara darılmaz:

- İlâhî, ben tevbe eyledim. Onları sen ıslah eyle, derdi.

 

Buyurdu:

- Kimde "Benlik iddiası" varsa, o kişi, bir dirhem borcu kalıp da azad olamayan ve bir dirhemin kulu olan köleye benzer.

 

- Kur'an'ı okuyup, emrini tutan kişinin, iki kaşı arasında peygamberlik nuru pırıldar, belirir.

 

 - Rüya,  nübüvvetin kırkaltı cüz'ünden biridir. Zira, Peygamberimiz S.A.V. nübüvvet müddeti olan 23 senenin, altı ayında ilâhî emirleri rüya ile almıştır. Altı ay 23 senenin kırk altı da biridir.

 

- Hak'dan korkan, korktuğundan emin olur.

 

- Sıfatların en kötüsü kibirdir.

 

- Bir şeytanın bir saatte mahvettiğini, yüz aslan bir koyun sürüsüne yapamaz.

 

- Hakîkî cömert; misafir ve misâfir olmayan nazarında bir olan, herkese ihsanda bulunandır.

 

ABDULLAH BİN MENÂZİL (K.S.)

 

 Buyurdu:

- Peygamber S.A.V.'in sünnetini terkeden, farzları da terkeder. Sünneti terkeden bid'atcıdır. Bid'atcı da cehennem itidir.

 

- Vakitlerin âlâsı, nefse üstün geldiğin, kötüsü de nefse yenildiğin zamandır.

 

- Şu kimseye taaccüb olunur: Hayâdan söz eder de, kendisi Allah’tan utanmaz.

 

- Fakr;  dünya ve âhiretten kesilip, Hak Teâlâ'yı istemektir.

 

- Kul kendisine hizmetkâr isterse ipi, elden verir de kulluk hududundan çıkar.

 

ŞEYH ALİ BİN SEHL (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Tâat üzere olmak, hidâyet alâmeti; yaramaz işlerden uzak durmak da saâdet alâmetidir.

 

- Edep, aramakla elde edildiği gibi, Cennet de öyledir.

 

- Pencereden giren ışık güneşe ne kadar uzaksa, ibadetsiz kişi de Allah'a o kadar uzaktır.

 

- Bir kişi elini güneş zerreleri içinde tuttuğu halde, zerrelerden elinde bir şey kalmadığı gibi, günahtan kararmış gönüllere de söz ancak o kadar te'sir eder.

 

HAYR-I NESSÂC (K.S.) (çulha)

 

* Vefatı sırasında akşama yakın Azrail A.S. göründü.

- Yâ Azrail! Ya Allah'ın emrini yerine getir, ya beni bırak, O'nun emrini yerine getireyim. Nitekim Hak Teâlâ sana "Hayr'ın ruhunu kabzet" Buyurdu. Bana da "Namaz vakti gelince, namaz kıl" emri vardır, dedi.

 

Azrail A.S. ona mühlet verdi. Abdest alıp namaz kıldı, sonra rûhunu teslim eyledi.

 

EBÛ HAMZA (K.S.)

 

* Hz. Cüneyd, İblis'i, erenlerin boynuna basarken gördü.

- Yâ mel'un, erenlere küstahlık etmeye utanmaz mısın, başlarına çıkarsın, dedi.

İblis:

- Onlar erenler değil! Zira gönüllerinde dünya sevgisi var. Hakîkî er görmek istersen, filân kaya dibinde biri var, git gör.

Cüneyd gitti. Ebu Hamza'yı orada ibadetle meşgul gördü. Namazdan çıkınca, Hamza:

- Yâ Cüneyd! O mel'un yalan söyler. Ve O, hakîkî erenleri göremez. Yanından dahî geçemez, dedi.

 

AHMET MESRÛK (K.S.)

Buyurdu:

- Her kim, Allah’tan gayrisiyle sevinse, sevinci çok çabuk kedere döner.

 

- Günâh olan işlere bakmak, gönülden Hakk'ın mârifetini siler, gaflete sebep olur.

 

- Kişi marifet ağacını fikir suyu ile, gaflet ağacını uyanıklık suyu ile, tevbe ağacını da pişmanlık suyu ile sulamakla kurtulur, yemiş verir ve Cennete gider.

 

- Zâhit, tam teslimiyetle hacetini Allah’tan isteyendir.

 

AHMED MAĞRİBÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Dervişlerin zilleti, dünyalık düşüncesiyle zenginlere hürmet etmektir.

 

- Dünyayı terk eden dervişlerin duası berekâtiyle, halkın üzerinden belâlar kalkar.

Ve dünya bunların vücudu berekâtiyle durur.

 

ALİ CÜRCÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Üç şey Tevhid'in elbisesidir: Korku, ümit, muhabbet...

Korkunun çokluğu kulu Hakk'a hazırlar ve O'na lâyık kılar. Ümidin çokluğu, maksada; muhabbetin çokluğu Hakk'a ulaştırır.

 

- Farzları terketmeyen, sünneti edâ eden ve bid'attan uzak olan, hâlis mü’mindir.

 

- Bedbaht, geçmiş günahlarını halk içinde anarak ortaya koyandır.

 

  - Veli:  fânî canı, Hakk'ın müşahedesiyle bâkî kılandır. O kişinin kendi nefsi ile dirliği olmaz, Hak'dan başkası ile karar bulmaz.

 

- Rıza[17],  kulluk sarayı;  sabırlı olmak, onun kapısıdır.

 

EBÛ BEKİR KİTÂNÎ (K.S.)

 

Anlatıyor:

Rüyada güzel bir yiğit gördüm.

- Kimsin? dedim.

- Takva dedikleri benim, dedi.

- Senin durağın neresi? dedim.

- Kederli gönüller... dedi.

 

Siyah suratlı çirkin bir kadın gördüm.

- Kimsin? dedim.

- Gülmek dedi.

- Makamın neresi? dedim.

- Gafletli, sevinçli gönüllerde bulunurum, dedi.

Uyandım ve bir daha gülmemeye karar verdim...

 

Buyurdu:

- Zahid, hiç bir şeyi olmadığı halde, gönlü şen olandır.

 

ABDULLAH HAFÎF (K.S.)

Buyurdu:

- Kâbe yolunda, yanımda ip ve kova bulunduğu halde, çölde giderken, bir geyiğin kuyudan su içtiğini gördüm. Ben de içmek istedim; fakat su dibine indi. Hayretle: "Ey Abdullah! Bu geyiğin mertebesi senden yüce imiş" dedim. Gâibten bir ses:

- Geyiğin yüce mertebesi, bize itimadındandır.

Senin gibi ipe ve kovaya değil!.."

İpi ve kovayı bıraktım. Yola devam ederken:

- Yâ Abdullah! Biz seni sınadık. Geri dön, su iç, denildi. Döndüm, su kuyunun üstüne gelmiş... İçtim, abdest aldım, namaz kıldım. Sonra Medine'ye kadar suya ihtiyacım olmadı. Haccedip Bağdat'a döndüm. Cüneyd karşıladı. Ve:

- Ey Abdullah! İpi, kovayı kuyu başına bırakıp gittiğin zaman, "Biz seni sınadık, dön su iç" diye nida edildiğinde eğer dönmeseydin, o su akar ayağına gelirdi, dedi.

 

Bir Rüyası:

- Peygamber S.A.V.'i rüyada gördüm. "Yâ Abdullah! Bir kimse doğru yolu bulup da o yola gitmezse, Hak Teâlâ ona hiç kimseye yapmadığı azabı lâyık görür", Buyurdu.

 

Güzel Sözlerinden:

- Nefsini öldürmeden kara don giyen dervişe, o don, it çulu olur.

 

MUHAMMED CERÎRÎ (K.S.)

 

Anlattı:

- Bir derviş misafir gelip, biraz asîde veya çorba istedi. "Toplantımız var, dönünce isteğini veririm" dedim. Unuttum,; uyku geldi. Rüyada arkasında yüzyirmidörtbin enbiya olduğu halde Fahr-i Âlem S.A.V. zuhûr etti. Karşılayıp elini öpmek istedim. Vermedi. "Yâ Rasûlallah, şüphesiz suçum çok! Lâkin buna sebep hangisidir?" dedim.

 

- Daim huzurda bulunan bir dostumuz senden asîde istedi de arzusunu yerine getirmedin, Buyurdu. Uyandım. Koşarak dervişe dergâh kapısında yetiştim.

 

- Kardeşim! Az müsaade et, arzunu yerine getireyim, dedim, hiç iltifat etmedi ve:

 

- Ahir Zaman Nebisi ile, yüzyirmidörtbin enbiya şefaatçı olduktan sonra mı arzumu vereceksin? Bana bu bir inayettir. Ya böyle olmayanlar ne yapsın, deyip kayboldu.

 

Buyurdu ki:

- Her kim kulağını nefsin sözünü dinlemeye tutarsa şehvet zindanı içinde hasta olur.

 

HALLÂC-I MANSÛR (K.S.)

 

 Buyurdu:

- İyi ahlâk,  halkın cefâsına ehemmiyet vermeyip Hâlik'la olmaktır.

 

- İhlâs  öyle bir süzgeçtir ki, ameli onunla süzerler.

 

- Şirk ve riya bulanıklarından söyleyen kimse, gönülleri öldürür.

 

- Nefsini bir işle meşgul eyle! Değilse o seni boş bir işle meşgul eder.

 

* Aşk şarabıyla mest olmuştu. Darağacına erişince önce merdiveni öptü, sonra ayağını bastı.

"- Merdiveni niçin öpersin?" dediler.

"- Erenlerin miracı asılmaktır", dedi.

 

* Hallac'ın asılmasına üzülen erenlerden birine, asılma sebebini beyan buyuran bir ses şöyle diyordu:

 

"- Biz Hallac'a sırrımızdan bir sır gösterdik. Onu açıkladı. Her kim, sultanlar sırrını ifşa ederse, ceza görür..."

 

* Şiblî (K.S.), Hallâc'ın türbesinde münâcât edip,

 

- Bu mü'min ve ârifdi. Niçin bu belâya uğradı? dedi. Hâtiften ses:

 

- Yâ Şiblî! Şunun için eyledik ki, bizim sırrımızı gayra söyledi. Sır saklamayanın cezası budur.

 

* Hallâc asılırken İblis karşısına geldi:

 

- Sen "Enel Hak" dedin, sana rahmet eylediler. Ben "Enel Hayr" dedim, bana lânet eylediler. Sebebi nedir? dedi.

 

- Sen benlik ettin. Ben de benliği kendimden uzak kıldım, dedi.

 

HABÎB-İ ACEMÎ (K.S.)

 

* Mürşidi olan Hasan-ı Basrî Dicle kenarında beklerken, Habib yanına geldi. Ona:

- Ne beklersin? dedi.

O:

- Nehri geçmek isterim, vasıta yok".

Habib:

- Üstad! Hasedi gönlünden sil, dünyada iğreti ol, belâları ganimet bil, bütün işleri Hak'dan bil, suya bas, geç", dedi ve ırmağa basıp geçti.

Hasan-ı Basrî ağladı. Sebebini sordular:

- Habîb benim müridimdir. Suya basıp geçti, beni mahcup eyledi. Sırat köprüsünden cümle halk geçerken, ben kalırsam halim ne olur?, diye ağlıyorum dedi.

Habîb'e sordu:

- Bu mertebeye vesile nedir?

- Üstad dedi. Ben gönül ağartırım (feyiz ve nur alırım), sen kağıt karartırsın (kitap yazarsın).

 

* Ahmed bin Hambel ve Şâfiî otururken, Habîb geldi. Ahmed bin Hambel, "Buna bir sual sorayım" dedi. Şafiî: "Bu zümreye sual sorulmaz" dedi.

Ahmed sordu:

- Bir kişi, beş vakit namazdan birini unuttu. Hangi vakit olduğunu bilmez. Ne yapsın?" dedi. Habîb:

 

- Bir kişinin gönlü, Allah’tan gafil olursa, onu terbiye etmek icap eder. O insan yirmi dört saat sarhoştur.

Bir günlük namazın tamamını kaza etmeli, deyince, Hz. İmâm hayret etti. Şâfiî de: "Ben sana demedim mi, bu zümreye sual sorulmaz" dedi.

 

* "Allah'ın rızası nerede bulunur?" suâline, "Münafıklık tozu olmayan kalplerdedir", Buyurdu.

 

* Kur'an okurken, ağladığını gören biri:

 

- Sen Acemsin, Kur'an'ın mânâsını bilmezsin. Neden ağlıyorsun? dedi.

Habîb:

- Dilim Acemî, kalbim Arabîdir, Buyurdu...

 

UTBETÜL GULÂM (K.S.)

 

* Evvel halinde, kadınlara mübtelâ idi. Güzel gözlü birine tutuldu. Ona birini gönderdi. Kadın örtülü ve halislerdendi.

- Utbe benden ne diler? dedi.

-Gözü gözüne takılmış, ona te'sir eylemiş...

Kadın bir gözünü çıkarıp, bir tabağa koydu, getirdi.

- Utbe sevdi ise alsın..., dedi.

 

Bu hadise Utbe'ye tesir etti. Hasan-ı Basrî katına gidip, arpa ekmeğine kanaat ederek, Hakk'ın kulluğundan ayrılmadı.

 

  * Rüyasında bir huri gördü. Huri: "Sana âşıkım, gayrıya alâka ve muhabbet etme!" dedi.

Utbe de:

- Ben dünyayı üç talakla boşadım. İnsan üç talakla boşadığını geri almaz, dedi.

 

  * Muhammed Semmâk, Zinnûn-i Mısrî ve bâzı velîlerle sohbet ederken, Utbe geldi. Yeni bir gömlek giymişti.

Muhammed Semmâk:

- Yeni gömlek giyip ne hoş salınırsın, dedi.

Utbe düşüp can verdi.(130 – 131)

 

RÂBİAT-ÜL ADEVİYYE (K.S.)

 

* İbrahim bin Ethem (K.S.), Râbia-ı Adeviyye'nin bâzı hallerine hayretle sebebini sordu.

Râbia:

- Yâ İbrahim! Sen namaz eyledin, bense niyaz eyledim, dedi.

 

* Râbia (K.S.)'nun evine hırsız girdi. Eşyayı yüklenip çıkmak istedi. Kapıyı bulamadı. Eşyayı bıraktı, kapı göründü. Sırtlandı, kapı kayboldu. Bu hal tekrar ederken, bir ses duyuldu:

- "Ey Kişi, dost uykuda ise, sultan uyanıktır" diyordu.

Hırsız tevbe etti.

 

* Hasan-ı Basrî, bir gün su üstüne seccâde serip oturdu. Râbia (K.S.), seccâdesini havaya atıp, üstüne oturdu. Ve:

- Ey Hasan! Senin ettiğini balıklar, benim yaptığımı sinekler de yapar. İkisi de iş değil... Bunlar bid'attır. Makbul olan işle meşgul olalım, dedi.

 

* Râbia (K.S.), başına tülbent bağlı birini gördü. Sebebini sordu.

- Başım ağrır, dedi.

- Kaç yaşındasın?

- Otuz...

- Otuz yıldır sıhhatli iken, başına şükür tülbenti bağladın mı ki bir gün hasta olunca, şikâyet tülbenti bağladın... dedi.

 

* Rabia (K.S.), Süfyân-ı Sevrîye:

- Dünyayı sevmesen iyi kişiydin, dedi.

- O dünyanın neyini sevdim?

- Hadis rivayet eder, onunla büyüklenirsin.

Süfyân-ı Sevri:

- Bunlar dünyayı sevmek midir? diye ağladı. Sonra:

- Yâ Rabbî, bu miskin kulundan razı ol" diye dua etti.

 

* Huzurunda dünyayı zemmeden birine hitaben:

- Sen dünyayı çok seviyorsun, sevmesen bu kadar anmazdın. Kumaşı seven kişi alıcı olur. Eğer dünyadan uzaksan, iyisine kötüsüne bakma. Hadis-i Şerifde "Kişi sevdiğini çok anar" buyuruldu, dedi.

 

Sözleri:

- Mevlâsından gelene katlanmayan kimse doğru yolda değildir.

 

- Gözyaşını sakla, halk görmesin, riyadan emin ol!

 

FUDAYL BİN İYAZ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Tevrat'ta yazılıdır: Tevbesi kabul olan kişi toprağa el vursa altın olur.

 

* Padişah Harun Reşid ziyaretine gelip eve girmeye izin istedi.

- İzin yok! İstersen hükümle (fermanla) girersin, dedi ve Halife'yi tesirli sözlerle ağlattı.

Veziri Halife'ye:

"Hemen gidelim", dedi.

Fudayl:

- Yâ Hâmân![18] Sen ve senin gibiler Halife'yi helâk ederler, dedi.

Halife hasekisine:

- Beni Firavun, seni Hâmân yaptı hemen gidelim, dedi.

 

Buyurdu:

- Kim ululuk isterse,  kendini hor tutsun...

 

* Öğüt isteyen birine:

"- Ayak ol, baş olma... Bu öğüt yeter", dedi.

 

* Bir gece, Süfyân-ı Sevrî ile sabaha kadar sohbet ettiler.

 Süfyân:

- Ne mübârek gece idi, dedi.

Şeyhin cevabı:

- Ne yaramaz gece idi! Sen düşünürsün, nasıl söyleyeyim de bunlar beğensin, diye... Ben düşünürüm ne söyleyeyim, diye... İkimizi de bu endişeler, Hakk'dan ayrı bıraktı...

 

* Biri yanına geldi. Niye geldin dedi: Adam, "Sohbetini dinlemek için..." dedi. O yeminle Buyurdu ki:

- Bana yalnızlık daha âlâdır. Zira beraberken, sen benim dileğimce, ben senin arzunca olmak isteriz de Allah'ın rızasını dilemek kalmaz...

 

 Buyurdu:

- Hak'dan korkan, halktan ayrılıp Hâlik'a dönmeli.

 

* Hak Teâlâ sevdiği kulu,  âhiret endişesine düşürür; sevmediğini de dünya endişesine...

 

- Her şeyin zekâtı var, aklın zekâtı da âhiret endişesidir.

 

- Gönlünde Allah korkusu olanın, dilinde yaramaz söz bulunmaz. O korku, şehvet ateşini söndürür; dünya sevgisini içinden çıkarır. Kim Allah’tan korkarsa, her şey ondan korkar. Kim Allah’tan korkmazsa, hiç kimse ondan korkmaz. Kişinin Allah’tan korkması, Allah'ı bildiği kadardır...

 

- Dünyaya dalmak kolay, ondan ayrılmak güçtür.

 

- Dünya tımarhaneye, halk da içindeki delilere benzer. Deliyi zincire çekmedikçe aklı başına gelmez.

 

- Hak Teâlâ dağlara ferman Buyurdu: "Bir Peygamberimle sizin biriniz üzerinde konuşacağım". Tûr-u Sînâ cümlesinden ziyade  tevâzû  etti. Hak Teâlâ da onun üzerinde Musa (A.S.)'la mükâleme Buyurdu.

 

- Şu zamanda üç şey az bulunur: İlmiyle amel eden âlim, ihlâsla yapılan amel, dilden değil, gönülden seven mü'min...

 

- Tevekkül:  Allah’tan başkasına ümit bağlamamak ve kimseden korkmamaktır.

 

- İki şey ahmaklık alâmetidir: Acâip şey görmeden gülmek, sormadan haber vermek...

 

ŞEYH HASAN (K.S.)

 

Buyurdu:

- İnsanda dört şey var: Göz, dil, gönül ve şehvet... Gözü harama bakmaktan, dili yalan söylemek ve gıybet etmekten, Müslümanlara ezâ etmekten, gönlü kibirden ve kötü düşünceden, şehveti de haramdan korumak lazımdır...

 

- Akıllının düşüncesi ahiret, ümidi rahmet, işi ibâdettir.

 

- Recâ (Ümit) üç türlüdür:

1- İyilik edip, Hak Teâlâ'nın kabulünü ümit etmek.

2- Cennet ehlinden olduğunu ümit etmek.

3- Cenab-ı Hakk'ın, cemâlini görmekten mahrum etmeyeceğini ümit etmek...

 

ÂSIMÜL ANTÂKÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- İbadet üç kısımdır: Allah’tan gayrıdan kesilmek, O'nu bir ve kendini yok bilmek...

 

- Mârifetin alâmeti  çok ibadet etmek, yalnızlığı sevmek, yalnızlıktan zevk almak, musibete sabretmek, kimseden korkmaz ve kimseye ümit bağlamaz bir hâle ulaşmaktır.

 

- Havf'in alâmeti:  kaçmak,  recânın alâmeti  istemektir. Ümit sahibi, Allah'ın rahmetinden ümit kesmez ve olur mu olmaz mı diye düşünmez.

 

- Halktan korkup, Hak'dan korkmayan kimse tez helâk olur.

 

- Sadıklarla oturun. Onlar gönülleri şekten pir ü pâk ve Hakk'a lâyık ederler de sizin haberiniz olmaz.

 

- Kim gönlünü salâha ulaştırmak isterse, dilini tutsun.

 

- Günahın büyüğü câhillikle ibâdet etmektir.

 

- Günâhtan kararmış kalpler beş şeyle ağarır: 

1- Salih kimselerle sohbet.

2- Kur'an okumak.

3- Midesini boş tutmak.

4- Namaz kılmak.

5- Seher vaktinde yalvarmak...

 

HÂZİM-İ MEDENÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Necat bulmak istersen, helalden kazan ve helal yere harca. Dünyadan sakın ki, Firavun, Nemrut ve Şeddad'ın artığıdır. Onların artığı da necistir (pistir). Şu dünyada hiç sevecek, sevinecek şey yoktur. O, kervansaraya benzer, kervan akşam konar sabah geçip gider.

 

- Akıllı insan, eline dünyalık gelirse sevinmez, elinden çıkarsa üzülmez. İki şeyden gam çekmez:

Bir şey ki, ona gelecektir, gelir; istemeye hacet yok. Bir şey ki, gelecek değildir, gelmesi için yüzbin gayret etse, gelmez.

 

* "Malın var mı?" denildi.

- Var. Hakkın rızası ve halktan çekinmek..., dedi.

 

* Bir kasap kendisine semiz et satmak istedi. "Param yok", dedi. "Şimdi al, sonra ver..."

 

Hz. Şeyh:

- Benim nefsime sabretmem, senin bana sabretmenden daha iyidir, Buyurdu.

 

Hikâye:

Yaşlı anası olan biri, hacca gitmek için Ebu Hâzım'dan izin istemeye geldi. Ebu Hâzım uykudan uyanmıştı.

- "Şimdi Resûlullah'ı rüyada gördüm. Selâm etti. "Hacca gitmekten, anaya hizmet daha evlâdır, Varsın, vâlidesinin rızasını kazansın, Allah'ın rızası ondadır dedi." Adam da ömür boyu anasına hizmette bulundu.

 

EMİR SULTAN (K.S.)

Hakîkî aşıklara feyizler geldi,

Ah ile vah ile cevlân ederken.

Açılmış dükkânlar kurulmuş pazar,

Oturmuş ümmetin berâtın yazar.

Erenler meydana doğru varırlar.

Cümle enbiyalar divan dururlar.

 

Akar gözlerimden yaş yerine kan,

Deryalar nûş edip kandırmazken.

Cümlenin maksudu ol dîdar imiş,

Derdi olan gelsin dermanı buldum.

Canı içinde ben cananı buldum.

 

Canlar mezat olmuş dellalda gezer.

Cevahir bahşeden dükkanı buldum.

Onda, cem olarak verip alırlar.

Hakk'a mahbub olan sultanı buldum.

Zerrece görünmez gözüme cihan.

Aşıklar kandıran ummanı buldum.

Hakk'a karşı duran divanı buldum.

 

ÜFTÂDE (K.S.)

Hakk'a aşık olanlar, zikrullahdan kaçar mı?

Âlim olan, cevheri boş yerlere saçar mı?

Gelsün mârifet alan, yoktur sözümde yalan.

Emmâreye kul olan, hayrı şerri seçer mi?

Sen bir filiz servisin, hemen şöyle durursun.

Sen bir palaz yavrusun, kuş kanatsız uçar mı?

Hakdır bu söz yârenler, gördüm demez görenler.

Kerâmete erenler, gizli sırrı açar mı?

Üftâde yanıp tüter, bülbüller gibi öter.

Dervişlere taş atan, iman ile göçer mi?

 

AKŞEMSEDDİN (K.S.)

 

* İlim tahsilinden sonra mânevî mürşid ararken Hacı Bayram Veli (K.S.)'yü gözü tutmadığından intisap etmeyip, Haleb'e gitti.

Rüyasında boynundan zincirle bağlı, ucu Ankara'da Hacı Bayram Veli Hazretleri'nin elinde olduğunu gördü ve uyandı.

Ankara'ya döndü. Bulunduğu köyde Hz. Şeyhi buldu ise de itibar görmedi. Irgatlara yemek verildiği halde kendisine iltifat edilmediğinden köpeklere verilenlere yaklaşarak:

"Ben de bu kapının köpeğiyim" diye aralarına girdi.

Bunu gören Hacı Bayram Veli Hz. leri: "Köse! Yaktın beni. Gönlüm dayanmadı, gel!" diye sofrasına çağırdı ve: "Zincirle gelen misafiri böyle ağırlarlar" Buyurdu.

 

* Çalışıp, şeyhinden mânevî hilâfet aldıktan sonra Beypazarı'na gidip oraya yerleşti. Bir mescit ve bir değirmen yaptırdı. Halktan fazla alâka görünce, "Kesrete düştük" diye orayı terketti...

 

* Hacı Bayram Veli Hz. lerine:

- Bunca yıl hizmet edenler varken, Akşemseddin'e hilafet vermenin sebebi nedir?, dediler.

 

- Bu bir zeyrek (akıllı) köse imiş. Her ne gördü ve işitti ise inandı. Hikmetini de sonra kendi anladı. Ama bu eskiler, ne görüp işitseler, hemen hikmet ve sebebini sorarlar. Aradaki fark işte bu!..., Buyurdu.

 

* İhtiyar ve zayıf olduğu halde gözlüğe muhtaç olmadığının sebebi soruldu:

- Evvel ve ahir sofra kırıntılarını ve taneleri toplarım, Buyurdu.

 

* II. Sultan Mehmet Fatih Hz. 21 yaşında tahta oturunca, İstanbul'un fethi için Edirne'de âlimlerden, ordu ve sivil erkândan meşveret meclisi kurdu. Harekâta muvafakat gösteren olmadı.

Yalnız Şeyh Akşemseddin (K.S.), "Evvel Kontantiniyyeyi Sultan Mehmed fetheder, sonra Benî Esfer alır. Benî Esfer elinden de Mehdî alır", dedi. Uzun bahis...

* * *


 

 

NEFEHÂT'ÜL ÜNS'TEN SEÇMELER

 

ŞEYH-UL İSLAM (ABDULLAH ENSÂRÎ) (K.S.)

 

Buyurdu:

- Hak Teâlâ, mahlukatı yaratmadan evvel ezelde onların amellerini takdir ve taksim etmiştir. Mahlukat O'nun hüküm ve iradesinin eseridir. Her birinin yazısı ne ise onu işler. Murad ve hüküm Allah'ındır. O, hükmünde âdildir. O'na "NASIL" ve "NİÇİN" denmez. Hak Teâlâ, her kimin lâyıkı nedir, inayeti kiminledir bilir ve ona göre takdir eylemiştir. "O'nun kullarına zerre kadar zulmü yoktur" (S. Füssilet 46).

- Zaman gelir. Hak Teâlâ bir kimseyi ibadete düşkün kılar. O ibadet ise onun sapıklık sebebi olur. Yânî onu gurura sevkeder. Zaman gelir, bir ateşe (musîbete) düşürür de onun hidayet bulmasına sebep olur. Yâni kendi haline ibret gözü ile bakar ve gaflet uykusundan uyanır, tevbe ve istiğfar eder. Hüküm ancak Hak Teâlâ'nındır, nasıl isterse öyle yapar. Hikmetini de, kendi bilir. Bu iki halden emin olmak, tuzağa düşüp aldanmaktır. Zira O'nun hükmü işi nedir bilinmez, anlaşılmaz. Her hal için talepte bulunmak icap etmez ki, sonunda Hak Teâlâ'ya şikayette bulunmuş olmasın.

 

- Hiç bir şey günahı küçük görmekten daha fena olamaz. Zira bu hal kimin hükmüne ve emrine sövüp saydığını bilmemektir.

- İtaat etmek, hürmet etmekten üstündür.

 

- Kendi amellerini gören kişinin gönlü Hak Teâlâ'dan perdelidir. Amelinin karşılığını bekleyen ve nîmeti verene değil de nîmete nazar eden kimselerin de gönülleri perdelidir.

 

- Kişiye önce  ilim  icap eder ki, onu doğru ve güzele ulaştırsın. İkinci olarak ise,  zikir  icap eder ki, ona tenhada arkadaşlık etsin de yalnızlık çekmesin. Üçüncü olarak,  zühd ve verâ  icap eder ki, onu münasip olmayan şeylere sevk etmesin. Dördüncü olarak  yakîn  icap eder ki ona binek olup, gideceği yere götürsün.

 

- Mü'minin kalbinde Allah’tan başkasının erişemeyeceği, sâde O'na mahsus bir makam vardır. Mü'min tefrikadan uzak olduğu zaman o makama rücû eder de rahat bulur.

 

- Hak Teâlâ kula yardım etmezse, Hakk'a giden yol uzaktır.

 

Hak ile sohbet etmek, sabretmek, günleri güzel geçirmek, Hak Teâlâ sana yakınlık göstermezse zordur.

 

- Hak Teâlâ övülecek elbiseleri zenginlere, aşağı elbiseleri dervişlere verdi. Temiz yemekleri zenginlere, lezzetini de dervişlere verdi.

 

- Hak Teâlâ'nın zâtı hakkında söz söylemek cehalettir. Çünkü, kimsenin Zat-ı İlâhî hakkında söyleyecek sözü yoktur. Olması da doğru değildir. Ancak Hak Teâlâ, kendi hakkında buyurmuş ve Resûlü haber vermiştir. Onun hakîkatini bilmek mümkün değildir. Onu tasdik ve ona teslimiyetten başka çare yoktur.

 

Hak Teâlâ’nın  hakikatini kendinden başkası bilmez. Bütün yaratılmışlar bundan aciz ve hayret içindedir. Kulun bundaki aczini kabul etmesi, Zât-ı Îlâhî’yi bilmek sayılmıştır. Fahr-i Âlem Efendimiz, Allahü Teâlâ'yı senâ ve duâ ederken: "Seni daha fazla methedemem. Sen kendini nasıl övmüşsen, öylesin"... demiştir.

 

Hak Teâlâ: "Onların ilmi ise bunu kavrayamaz" buyurdu. Allahü Teâlâ'yı işaretlerle işaret etmek şirk-i hafîdir. Çünkü işarette bir işaret edilen olması icap eder. O Hak Teâlâ ise câiz olmaz. O hakikatte ilk mevcuttur. Diğer varlıklar ise bir bahâne... Cenâb-ı Hak varlık ve zuhûrunda tek ve eşsizdir. Dikkat edin! Hak'dan başka her şey bâtıl, yok olucudur.

 

- Kim gösteriş için ilm-i tasavvuftan söz ederse müşriktir. Ve her kim söylemeye gücü yettiği zaman söz söylemek istese riyâ (sofiyâne bir gösteriş)tir. Zira sözü Hak'dan geldiği zaman söylemek icap eder.

 

- Edep:  Hak Teâlâ ile muamelede dünya hallerini ve nefsin kibrini ortadan kaldırmak ve "Ben... Benim..." demeyip ancak "Hakk'ın tevfik ve hidayeti var", demektir.

 

- İnsanlar, diri iken, ölüden miras yerler. Ancak bu taife öldüklerinde, diriden (Mevlâ'nın rahmetinden) miras yerler.

 

- Velilerden biri ile dürüst bir surette arkadaşlık ve sohbet etmeden vefat eden onun velilik hallerinden miras yiyemez.

 

- Dosta hizmeti kendine vâcip bilmelisin. Lâkin hizmetten kastın Hak Teâlâ olmalı, hizmet ettiğin kimse değil...

 

- Sen zannedersin ki, ibadet sade oruç ve namazdır. Allâhü Teâlâ'nın hükümlerine sabretmek, namaz ve oruçdan daha faziletlidir.

 

- Kimseye hakaretle bakma! Çünkü Hakk'ın dostları gizlidir. Sende basiret[19] olmadıkça mahlukatı anlayamazsın ve kendine zulmetmiş olursun.

 

- Hak Teâlâ'nın azameti ile örttüğü kimseyi görmek mümkün değildir. Zira bütün âlem onun örtüsü olur. O da kendi dostlarına örtü olur. Kıyamet gününde bu taifeyi görseler bilemezler. Burada gördükleri halde bilmedikleri gibi.

 

- Eğer bin yıl hayatta olsan, bundan daha iyi bir söz işitemezsin! Cenab-ı Hak, gökleri, yeri ve bütün sıfatlarını âşikâr gösterdi. O kendi dostlarının gözünde âşikâr olduğu kadar hiç bir şeyde âşikâr değildir. Dostlarının isteği, arzusu ve ziyaretleri bundan dolayıdır. Ve hiçbir yamalı örtü revâ değildir ki, gündüzü gece olsun. Yâni bir gün hayatta olsun da bunu bilmesin. Onun dîdârı ile senin canında can olur. Yani öyle bir can ki, sana can verir.

 

- Allâhü Teâlâ'nın şu kuluna Azrail (A.S.) gelib de: "Korkma, merhametlilerin en merhametlisine gidiyorsun. Asıl vatana kavuşuyorsun. Büyük bayrama ulaşıyorsun. Bu cihan bir konaktır, bu konak mü'minin zindanıdır. Emânet olarak sana verilen bu varlık bir bahânedir. Bu bahâne bir gün gider ve uzaklaşır da, hakikat meydana çıkar ve kişi dâimî olan Allâhü Teâlâ'ya kavuşur" dediğinde, aslâ dünyada ondan daha şerefli, daha hoş ve daha rahat bir gün olamaz.

 

- Bu dünya hakikat değil, bahâne sarayıdır ve karanlık zindandır. Müddet tamam olduğunda rızkın biter, hakikatler ve gayblar kapısı açılır.

 

- Hiç bir diri, nefsini islah etmedikçe, (Allah'la hayat bulup) hayatta olduğunu iddia edemez.

 

- Hak Teâlâ'nın kulundan yüz çevirdiğine alâmet, o kulu kendine fayda vermeyen şeylerle meşgul etmesidir.

 

- Mâlâyânî ile meşgul olan bilsin ki, Allah kendisinden yüz çevirmiştir.

 

- Gönül uyanık olduğu zaman kişi muallakta olur.(Yani hiç bir şeye bağlanmaz.)

 

* Kerâmet gösteren birini gördüklerinde:

- O aldanmıştır. Kerâmet satan kimsede her ne kadar köpek sesi yoksa da, o yine köpektir. Yaptığı da hakikatte kerâmet değildir. O, abdal ve zahide hoş gelir. Ârif olan sofî, kerâmetten üstündür. Yani o kerâmetin kendisidir.

 

 

Yine buyurdu:

- Arif, kalbini Allah için, cesedini halk için tutandır.

 

-  Sofî , makam ve hallerden geçmiştir ki, onlar sofinin ayağı altındadır. Ve onun halinde hepsi bir araya gelmiştir.

 

-  Meşâyihi   ziyaret  ve onlara hizmet bu taife üzerine farzdır.

 

- Allahü Teâlâ'nın lütuf ve inayeti olmadan, bizim gayret ve isteğimizden bir şey çıkmaz ve hiç bir şeye erişilmez.

 

- Bir kişi hoş bir vakitte kendi meleğini gördü, ona: "Sizi görebilmek için ne yapmalı?" diye sordu.

Melek: "Canlı incitmemek lâzım" dedi. O zat hiç bir şey incitmezdi. Bir gün ayağını karınca ısırdı, onu vurup düşürdü. Ondan sonra da hiç bir zaman melek göremedi.

 

LÂMI-İ ÇELEBÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Allah dostlarına her an Allahü Teâlâ’dan lütûf nurları dökülerek taşar. Mü'minin kalbi hikmet pınarlarından bir pınardır. Sizler de ondan içiniz. (Mürşid-i Kâmilin feyzi ve sözleri murad edilmiştir.)

 

- İlmiyle her şeyi kuşatan Allâhü Teâlâ, bütün eşyayı kaplayan esrarını kullarından ileri gelenlere bildirdiği gibi, perdeleri gönül gözlerinden kaldırmak için de evliyâ ve sofîler göndermiştir.

 

 

YAHYA BİN MUÂZ ER-RÂZÎ (Rh.A.)

 

Buyurdu:

 

- Hakîkî sevgi, sevdiği Mevlâ’ya itaatla amel etmektir.

- Zâhidler dünya garipleri, ârifler âhiret garipleridir.

 

- Hak Teâlâ bu tâifeyi dost edinip, onların gönlünü kendine bağladı. Nasıl ki, bir kimse birini dost edinse, onun gönlünü kendine bağladığı için dostluğu devam eder.

 

EBÛ HAFS HADDÂD (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Kim işlerini, sözlerini ve hallerini Kitap ve Sünnet terazisinde tartmazsa ve kendisini suçlamazsa erenler zümresinden sayılmaz.

 

- Mürüvvet,  insafı elden bırakmamak ve kimseye karşı intikam hissi beslememektir.

 

  EBÛ-L HÜSEYİN KUŞENCİ SÔFÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Bir kimse Hak yolunda nefsini zelil tutsa, Hak Teâlâ onu güçlü kılar ve yükseltir. Hak yolunda nefsini yüce görüp halka karşı kibir etse, Allahü Teâlâ onu kulların gözünde zelil ve hakir kılar.

 

HAMDÛN-İ KASSÂR (K.S.)

 

Buyurdu:

- Kim, geçmiş büyüklerin hallerine baksa, kendi kusurlarını ve büyüklerden uzaklık durumunu anlar.

 

EBÛ'L HÜSEYİN EL-BÂRÛSÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Eğer onların dışlarında görülen zühd alâmeti içlerinde olaydı yiğitlerden olurlardı. Halbuki namaz ve oruçları çok olmakla beraber, iman nurundan mahrum görünürler. Zâhirin zulmeti bâtının zulmetindendir.

 

AHMED BİN ÂSIM EL-ANTÂKÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Her amelin imamı ilimdir. İlmin imamı ise İnayet-i Bârî' (ezelî tamkdir)dir.

 

-  Sabır , rızadan evvel gelir.

 

- İhlâs,  salih bir amel işlediğin zaman seni o amelle anmalarını istememendir.

 

- Yeryüzünde senden başka, bütün âlemlerde ise O'ndan başka varlık olmadığını bilerek amel et!

 

AHMED BİN EBİ'L-HAVÂRI (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Dünya, köpeklerin toplandığı bir çöplüktür. Ondan sakınmayan köpekten de aşağıdır. Zira köpek, çöplükte işini bitirince çekip gider. Dünyayı seven kimse ise hiç bir surette ondan ayrılmaz.

 

ABDULLAH BİN HABIB BİN SÂBIK EL ANTÂKÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Dört şey var ki, ondan başka bir şey yoktur:  Göz, dil ,  gönül  ve  hevâ ... Gözü Hakk'ın razı olmadığı şeye bakmaktan; dili, gönülde olanın aksini söylemekten; gönlü, İslâma yakışmayan kin, hased gibi kötü şeylerden; arzu ve istekleri, hoşa gitmeyen şeylerden men et.

 

SEHL BİN ABDULLAH ET-TÜSTERÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Bedbahtlığın alâmeti odur ki, ilim verilir, amel etmek için yardım edilmez. Amel etmek için yardım edilir, ihlâs verilmez de işleri mücadele ile yapar. Yâni Hakk'ın taksimine razı olmaz da ondan başkasını ister. Kezâ Allah dostlarının yüzü ve sohbetleri ona müyesser olmaz ve ibadeti kabul görmez.

 

- Saadet o kimseler içindir ki, dostları onları arar ve isterler.

 

UTBE-İ GASSÂL (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Bahtı iyi olmanın alâmeti, hazırlıklı olarak hizmet içinde bulunmaktır. Bahtı kötü olmanın alâmeti da gafil olarak hizmet içinde bulunmaktır. (Hizmetten murat ibadettir.)

 

ZÜNNUN-U MISRÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- İnsanlar, istedikleri şeyi bilselerdi, Allah rızâsı için verdikleri kendilerine çok kolay gelirdi.

 

- Şu dâr-ı dünyada haps olarak Allahü’tan veya Resûlullah'tan uzak kalmaktan mecnun oldum.

 

- Allahü Teâlâ bir kulundan yüz çevirdiğinde, ona evliyaları aleyhinde söz söyletir.

 

KEŞFÜL-MAHCUB SAHİBİ

Buyurdu:

- Zamanın padişahı dervişândan birine üçyüz miskal altın gönderip: "Hamam parası yapsın" demişti.

Derviş de hamama gidip hepsini hamamcıya verdi. Onun için demişler ki: "Tasavvufla tasarruf bir arada olmaz".

 

EBÛ HAMZA-İ HORASÂNİ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Sofîler dünyaya kıymet vermez, bundan dolayı da gam yemezler. Eğer bütün dünyayı toplayıp bir dervişe versen, israf olmaz.  İsraf,  Hak Teâlâ'nın rızası olmayan yere harcamaktır.

 

- Hak Teâlâ, senden dünyanın terkini değil, gönlünden dünya sevgisinin def'ini ister.

 

ŞİBLİ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Eğer dünyanın Cenab-ı Hakk'ın yanında zerre kadar kıymeti olsaydı, onu hiç düşmanlarına verir miydi?

 

-  Âfiyet , bir an kalbini Allah'a bağlamaktır.

 

EBÛ HAMZA-İ BAĞDÂDÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Eğer gaflet olmasaydı, sadıklar zikrullahın safâ ve zevkinden can verirlerdi.

 

- Hak Teâlâ "Cahillerden yüz çevir" buyuruyor. Nefis ise cahillerin en cahilidir. O halde en fazla ondan yüz çevirmeli.

 

EBÜ'L HÜSEYİN MÜZEYYİN (K.S.)

 

Buyurdu:

 

  - Sofîlerin münakaşa, mücâdele ve nefret içinde oldukları günde hayır yoktur. Zira bu hal feyz-i İlâhînin gelmesine engeldir.

 

EBÜ'L HÜSEYİN NÛRÎ (K.S.)

 

* Kendisine:

 

- Allahü Teâlâ'yı ne ile bildin? diye sorulduğunda,

- Allah ile dedi.

* Keza,  "Akıl nedir?"  sualine,  "Bir âcize yol gösteren bir âciz"  cevabını verdi.

 

 

SEYYİD EBÜ'L KASIM CÜNEYD (K.S.)

 

Buyurdu:

 

Ah! Tasavvuf sahipleri âlemden nihân[20] oldu.

Din esâsı bozulup bir başka zaman oldu.

Zühd, verâ, ahlâk ve teslim idi, dinin esası,

Şimdi kuru bir kavga, feryâd ü figân oldu.

Yol kesenler şeyh olup, mürşidlik taslıyorlar.

Takvâ gitti, zühd-irfan, boş söz-hezayân oldu.

 

CÜNEYD (K.S.)

* "Belâ nedir?" suâline:

- Belâ, belâyı verenden gaflet etmek, onu bilmemektir, dedi.

 

Buyurdu:

- Hicab üçtür: 

1- İnsanların perde olması.

2- Dünyanın perde olması.

3- Nefsin perde olması...

 

Bunlar avamın kalbindeki örtüdür. Havâs (seçkin kulların hicabı birdir. O da kendi amellerini görmek, ondan sevap ümit etmek... ve nimetle tuzağa düşmektir.

 

CÂFER-İ HULDÎ (K.S.)

Buyurdu:

- İhtiyaç vaktinde, dua ederken, kişinin yüzünü göğe tutması, Hak'dan uzak olanların işidir. (İhtiyaç zamanında kulluğa devamla elleri duânın kıblesi olan semâya kaldırır, lâkin boynu bükük, kalben niyazla yalvarmak lâzık...)

 

AMR BİN OSMAN EL-MEKKÎ - ES-SÔFÎ (K.S.)

 

   Buyurdu:

- Mürüvvet, dostun hatâ ve kusurlarını bilmezden gelmektir.

 

EBÛ HAFS (K.S.)

 

Buyurdu:

- Mürüvvet,  dünyada (Allah rızası için) malı mülkü dağıtıp, ahirette mağfiret dilemektir.

 

ŞAH ŞÜCÂ KİRMÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Bir kimse, gözünü harama bakmaktan, nefsini şehvetten korusa, bâtınını devamlı kontrolle, zahirini sünnete uygun amellerle mâmûr etse, o kimsenin firâsetinde (mânevî görüşünde) hatâ olmaz.

 

EBÛ OSMAN HAYRİ (K.S.)

 

Buyurdu:

- "Hakîkî yiğitler kimlerdir?" denilse, "Kendilerine değer vermeyenlerdir", denilir.

 

- Şevk, muhabbet alâmetlerindendir.

 

- Hakk'ın emirlerini yerine getirmekte gâfil davranmak, mârifet[21] eksikliğindendir.

 

EBÛ OSMAN EL-MAĞRİBI (K.S.)

 

Buyurdu:

- Kim zenginlerin sohbetini, fakirlerin sohbetine tercih ederse, Hak Teâlâ onu ölmeden evvel öldürür. (Kalbi kararır da, mânen ölü sayılır.)

 

- İsyan, iddiadan hafiftir. Zira âsî, tevbe yolunu tutar; iddiacı ise iddiasının hayalinde, yanlış yol üzerinde durur.

 

EBÛ OSMAN (K.S.)

 

Buyurdu:

- Kusuru kendi amelinde bul ki, kıymeti olsun. Töhmeti insanlardan kaldır ki, cenk ve mücâdeleden kurtulasın.

 

EBÛ'L ABBAS MESRUK (K.S.)

 

Buyurdu:

 

-  Tasavvuf , kendinde değişme olan her şeyden alâkayı kesmek ve kendinde değişme olmayan Mevlâ'ya bağlanmaktır.

 

HZ. ALİ BİN EBÎ TÂLİB (K.V.)

 

 Buyurdu:

 

- Eğer Hak Teâlâ beni cennette olmakla mescitte olmak arasında muhayyer bıraksaydı, mescidi tercih ederdim. Çünkü cennet mescidin yanında benim nasibimdir.

 

EBÛ ABDULLAH MAĞRİBÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Amellerin en üstünü, Hakk'ın emrine uyarak vakitleri değerlendirmektir.

 

MİMŞÂD ED-DÎNEVERÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Hak Teâlâ âriflere (evliyâsına) her an bakmaları için esrar-ı sübhâniyyesinden bir ayna (kalp aynası) vermiştir ki, ona bakarak Cenab-ı Hakk'ın nurlarını görürler.

 

AHMED BİN İBRAHİM EL-NESÛHÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Bir kimseye ihtiyacı varken, istemediği halde helâlden bir mal verilir, o da bunu kabul etmezse, Cenab-ı Hâk onu, verilen şeyi veya benzerini istemeye muhtaç kılar. Zira o gelen şey ilâhî berekettir.

 

RÜYEM BİN AHMED BİN YEZİD BİN RÜYEM (K.S.)

 

Buyurdu:

- Tasavvuf,  bir şeye sahip olmamak ve olunmamak (nefsini hakir tutmak, mahviyet sâhibi olmak)tır.

 

- Tasavvuf,  iki şeyden birini üstün görmeyi terk etmek (kusur görmemek)tir.

 

  - Bir kimse sôfî tâifesi ile otursa ve onların mutlak bildiklerinden bir şeyde onlara karşı olsa, Hak Teâlâ o kimsenin gönlünden iman nurunu kaldırır...

 

  -  Üns-ü Hak , Allâhü Teâlâ'dan başkasından, hattâ kendi nefsinden dahî uzak durmaktır. Yâni bütün hallerde sevdiğine (Mevlâ’ya) uymaktır.

 

-  Fütüvvet , din kardeşlerinden gördüğü eziyetlere karşı af ile muamele etmektir. Hattâ öyle ki, onlar senden özür dilemeye lüzum görmesin.

 

  - Hak Teâlâ  söz ve amel  kuvveti verdikten sonra, senden sözü alsa da ameli bıraksa, hiç üzülme!.. O senin hakkında bir nimettir. Çünkü konuşmanın âfet ve ziyanı çoktur. Eğer ameli alıp konuşmayı sende bıraksa, feryat etmeli, ağlamalısın ki, bu senin için bir musîbettir. Eğer ikisini birden alırsa, o da dert, mihnet ve yaradır.

 

YUSUF BİN HÜSEYİN ER-RÂZÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Halkın verdiği zahmetten dolayı kendine acıma. İşte o zaman gönlünden Allah’tan başkasını çıkarmayı başarırsın.

 

- Hak Teâlâ'nın emrini üstün tut ki, O da seni yüceltsin.

 

- Bütün hayırlar bir evde gizlenmiş. O evin anahtarı  tevâzû dur. Bütün şerler de bir evde saklı. Onun anahtarı da  kibir dir. (Kibir şirkten kötüdür.)

 

* Son demlerinde yaptığı dua:

- "İlâhî, gücüm yettiği kadar halkı sana davet ettim. Bir de yaptığım kötü hareketleri nefsimden bildim. Beni bunlardan birine bağışla".

 

EBÛ ABDULLAH ES-SENCERÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

-  Evliyânın alâmeti üçtür: 

1- Yüce iken tevâzû etmek.

2- Gücü yeterken dünyadan perhiz etmek (zühd sahibi olmak),

3- Kuvveti varken haksıza karşı insaf etmek...

 

MUHAMMED BİN FAZL EL-BELHÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Bir şey var ki, onun varlığı ile bütün iyi şeyler iyi olur ve onun yokluğu ile her şey kötü olur. İşte o  "İstikamet[22]" tir.

 

(Resûllulah S.A.V.: "En güzeli, önce Allah'ın birliğine îman et, sonra da doğru ol" Buyurdu.)

 

- Ovaları, dağları, dereleri aşarak Hak Teâlâ'nın evine (Kâbe'ye) varıp, orada Enbiya'nın eserlerini gören kimselere şaşarım. Niçin onlar nefis ve hevâ vâdilerini ve ovalarını aşarak Hak Teâlâ'nın eserlerini görmezler!

 

EBÛ ABDULLAH ES-SÂLİM (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Maksadın ne kadar doğru olursa, sana bereketlerin öncüleri gelir.

 

- Âdemoğlu üç fırkadır:

1- Ümerâ, (Âmirler)

2-   Ulemâ, (Âlimler)

3-   Fukarâ...(Fakirler)

 

Âmirler fena olursa, halkın yaşayış ve kazancı da fena olur. Âlimler bozuk olduğunda, şeriate gayret ve itaat da bozuk olur. Fakirler bozuk olduğu zaman, bütün insanların huyları da bozuk olur.

 

Âmirlerin bozukluğu zulümle, âlimlerin bozukluğu tamâ ile, fakirlerin bozukluğu riya iledir.

 

REY MEŞAYİHI (K.S.)

 

Buyurdu:

 

-  Güzellik;  mal, zühd, kemâl ve cömertlikledir.

 

CÂFER-İ HULDÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Eğer orucunun sevabı sana kardeşlerin gönül ferahlığından daha sevgili ise, o orucu hiç açma! (Ahbab topluluğunda nafile oruç tutmak mahzurludur.)

 

"İnsanlarla olan muâmele, kendisi için değil, insanları memnun etmek içindi"

 

EBÜL-KASIM HAKÎM SEMERKANDÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Has adam odur ki, meşgûliyetler içinde gönlünü, Hakk'ın muhabbetine bağlı bulunur.

 

BERK-İ SUĞDÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- İbadet, Hak Teâlâ'dan karşılık için değil, O'na tâzim için  edilir.

 

EBÛ BEKR-İ VERRÂK (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Çok konuşmak kalbi katılaştırır.

 

- Çok uyumak, çok yemek, çok konuşmak kalbi katılaştırır, hattâ öldürür (hayırsız hâle getirir.)

 

MEŞÂYIH'DAN BİRİ (K.S.)

 

- Hak Teâlâ: "Dua edin kabul edeyim"[23] ve "Ben cinleri ve insanları başka bir hikmetle değil, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım"[24] Buyurdu. Bunlar unutulmasın, dedi.

 

AHMED BİN EBİ'L VERD (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Allahü Teâlâ  velî  kulunda üç şeyi artırır:

1- Mertebesini yükselttiğinde tevâzûunu;

2- Malını artırdığında cömertliğini;

3- Ömrünü artırdığı zaman da ibâdet ve gayretini artırır.

 

TÂHİR-İ MAKDİSÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Eğer insanlar ârifin nurunu görseydi, hepsi yanardı.

 

EBÛ YÂKUP ES-SÛSÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Gösteriş için Tevhid ilminden bahsetmek şirktir.

 

EBÛ YÂKUB (K.S.)

 

Buyurdu:

- Dünya bir deniz, âhiret onun sahilidir. İnsanlar bu yolculukta takvâ gemisine binmedikçe, bu denizi geçip âhiret sahiline ulaşamaz. O gemiye binen kurtuluşa erer, binmeyen helâk olur.

 

  TEVEKKÜL HAKKINDA EVLİYA SÖZLERİ

 

Tevekkül:

1- İstemeyi terketmektir. (Ebu Yakub Mezkurı)

2- Tedbiri terketmektir. (Sehl Bin Tüsterı)

3- Rızadır...... (Bişr-İ HÂfı)

4- Kendi kendinden yüz çevirmektir. (Ebu Hafs HaddÂd)

5- Müsebbibi (sebebin sâhibini) görmektir. (HallÂc-I Mansur)

6- Sebepten ayrılmam,(sebebi sebep yapana bağlanmaktır.) (Feth-İ Musulı)

7-Acz içinde yokluktur. Kendi varlığını hayret içinde gark olmuş görmektir. (Şakık-İ Belhı)

8- Gönlünde yaratılmışlardan hiç birine yer vermemektir. (Şiblı) (Kaddesallahü Esrârahüm Ecmaîn.)

 

ŞEYBAN BİN ALİ (K.S.)

 

Tecritle hacca gitmek için müsaade isteyen birine:

- Önce kalbini gafletten, nefsini hevâdan, dilini boş sözden temizle. Dünyayı kalbinden çıkar da Allah Teâlâ'ya yönel. İşte tecrit[25] budur, Buyurdu.

 

EBÜ'L HASAN BİN MÜZEYYEN (K.S.)

 

Buyurdu:

- Kulun zaruret olmadan söz söylemesi, Hak Teâlâ tarafından kula bir dargınlıktır.

 

EBÛ HASAN SÂYIĞ (K.S.)

 

*  "Mürid kimdir?"  Suâline:

- "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen, onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'ın hışmından yine Allah'tan başka sığınacak yer olmadığını anladılar" (S.Tevbe 118)[26] ayet-i celilesini okudu.

 

EBÜ'L HASEN ES-SÂBİH (K.S.)

 

Buyurdu:

- Garip, vatanda olduğu halde ondan uzak olandır. Garip eşi, benzeri bulunmayandır.

 

BÂYEZID-İ BESTÂMI (K.S.)

 

Mahmut Sebük Tekin, Bâyezîd-i Bestâmî (K.S.)'nin kabrinde dervişlere sordu:

- Sizin üstazınız,  "Beni göreni ateş yakmaz,"  demiş., Bu nasıl söz, Ebucehil Resûlullah'ı gördü, ama onu cehennem yakıyor.

Derviş:

- O, Resûlullah S.A.V.'i Ebû Tâlib'in yetimi diye gördü. O'nun peygamberliğini göremedi. Eğer görseydi yanmazdı, dedi.

 

CAFER HİFÂRI (K.S.)

 

* "Hakk'a yol nasıldır?" sualine:

 

- Müjdeler olsun ki, O, hidâyet etmeseydi, sen O'nu aramazdın. Eğer O sana lütfetmeseydi, sen O'nu bulamazdın, Buyurdu.

 

EBÛ CAFER SUMÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

-  Hakîkî dostun , seni günahlardan men eden.  Hakîkî arkadaşın , ayıplarını sana gösteren.  Hakîkî kardeşin  de seninle Hak Teâlâ tarafına yürüyendir.

 

EBÛ ABBAS ATÂ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Mevlâ'ya yapışmak elinden gelmezse, bâri dostlarına yapış. Her ne kadar sen onlara yetişemesen de onlar sana şefaatçı olurlar.

 

EBÛ CAFER AHMED BİN HEMEDÂN BİN SİNÂN (K.S.)

 

Buyurdu:

- Âbidlerin ibadetleri ile âsîler üzerine kibretmeleri, âsîlerin isyanından kötü ve zararlıdır.

 

- Kişinin güzelliği, sözünün güzelliğindedir.

 

- Hakikatte Hak Teâlâ'ya boyun eğenlerin alâmeti, kendilerini Hak'dan meşgul eden bir şeyin meydana gelmemesidir.

 

EBÛ OSMAN MAĞRİBÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Kim Hakk'a uyarsa, halk da ona uyar.

 

ŞERİF HAMZA UKAYLI (K.S.)

 

Buyurdu:

- Memleketinde doğan veya hareket eden her şeyden haberi olmayan kimse ârif sayılmaz! (Hak ve bâtıl işleri bilmek murat edilmiş...)

 

EBÛ'L HASEN EL-VERRÂK (K.S.)

 

Buyurdu:

- Gönülün diriliği, Hakk'ın zikrindedir. O hiç bir zaman yok olmaz. Hayatın safâsı Hak Teâlâ ile diri olmaktır.

 

- Allahü Teâlâ'ya muhabbet, O'nun Habibi Resûlullah S.A.V.'e tâbî olmaktır.

 

EBÛ BEKİR KİTÂNÎ (K.S.)

 

* Saçları ağarmış bir dilenci gördü ve Buyurdu ki:

 

- Bu adam gençliğinde Allahü Teâlâ'nın emrini zâyî eden bir kimsedir ki, Allahü Teâlâ da onu ihtiyarlığında ziyanda kodu, hor ve zelil etti. Eğer gençliğinde Hakk'ın emirlerine itaat etseydi, ihtiyarlığında dilenme zilletine düşmezdi. Çünki Ehl-i Sünnet'in ihtiyarları ne kadar yaşlansa da, halkın yanında aziz olur.

 

EBÛ BEKİR ŞİBLÎ (K.S.)

 

* "Mü'min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar"[27] âyet-i celilesinin tefsirinde:

- Zahirdeki gözlerini Hak Teâlâ'nın haram ettiklerinden, kalp gözlerini de Allah’tan başka şeyden sakınsınlar, Buyurdu.

 

* "Acayip şey nedir?" denildi.

- Gönlü ile Allahü Teâlâ'yı anladıktan sonra ona âsî olmaktır, dedi.

 

EBÛ BEKR-İ YEZDÂNİYÂR (K.S.)

 

Buyurdu:

-  Muhabbetin aslı:  Âşık, Mevlâ’nın rızasını her şeyden üstün tutmaktır.

 

EBÛ BEKİR SAYDELÂN (K.S.)

 

Buyurdu:

- Akıllı, sözü lüzumu kadar söyleyen, fazla ve noksan kelâmdan sakınan kimsedir.

 

HZ. ALİ (R.A.)

 

* Resûlullah (S.A.V.) düğün yemeğine dâvet edildiğinde:

- "Yâ Ali! Eve gidip birkaç lokma bir şey yiyelim de düğün evinde yemek güzel olsun" (yani iştahlı yemeyelim.) Buyurdu.

 

ŞEYH ŞİRVÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Eğer yolunuz Horasan'a uğrarsa, bize muhabbet eden kimsenin ziyaretine gidiniz.

 

- Size bu (Allah yolundaki) taifeye sevgi gösterenlere iyilik etmeyi vasiyet ederim.

 

EBÛ BEKİR ED-DAKKÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Afiyet ile tasavvuf bir arada olmaz.

 

-  Yakınlığın alâmeti,  Hak Teâlâ'dan başka her şeyden alâkayı kesmektir.

 

- Allahü Teâlâ'nın kelâmı olan Kur’an’ın nûru, kulların sırları üzerinde doğup parladığında, ruhlar uyanır da beşerî ahmaklık soyulup gider.

 

EBÛ BEKİR TAHİSTÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Kalbin hayatı, ancak nefsi öldürmekledir.

 

- Dâimâ gayret üzere ol. Çünkü Mevlâ, inâyet üzeredir. Her işin sebebi Mevlâ olduğu gibi, her şey yine O'na dönecektir.

 

- En büyük nîmet, kişinin nefsinden kurtulmasıdır. Çünkü Allahü Teâlâ ile kul arasında nefisten büyük perde yoktur.

 

EBÛ BEKİR HABBÂZ EL BAĞDÂDÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Eğer ruhumu kabzetmezse O'na ibadet ederim. Eğer davet ederse emrine uyar yola çıkarım.

 

EBÛ BEKİR FERRÂÎ (K.S.)

 

* Şeyh Ammü, Hac yolunda uzun mesafeden sonra, Ebû Bekir Ferrâî'yi ziyaret etti. O, kendisine sordu:

- Nereye?

- Kıble tarafına.

- Baban var mı?

- Evet, var.

- Öyleyse geri dön, git babanla beraber ol!

Şeyh Ammü derhal itaat edip geri döndü.

 

Buyurdu:

- Bir kimse Allahü Teâlâ'nın emri ve muhabbetini her şeye tercih etmedikçe kalbine marifet nuru erişmez.

 

- Hayırlı işlerini gizlemek, günâhları gizlemekten üstündür. Ve bununla kurtuluş umulur.

 

EBÛ BEKİR BİN DÂVUD DİNEVERÎ (K.S)

 

Buyurdu:

- Mide, yemeklerin konduğu yerdir. Eğer helal lokma koyarsan kendinde Hakk'a itaat kuvveti bulursun. Şüpheli şeyler koyarsan, onlar Hakk'ın yolunu örter. Eğer haram koyarsan, ondan da günah meydana gelir.

 

ABDULLAH BİN MUHAMMED EL-MÜRTEİŞ (K.S.)

 

Buyurdu:

-Tasavvuf:  İleri, işleri (görüp) gizlemektir.

 

- Amellerin efdalı, Allahü Teâlâ'nın lütuflarını gözetmektir.

 

ABDULLAH BİN MUHAMMED EL MENÂZİL (K.S.)

 

Buyurdu:

- Bu işe ‘pîr-i kâmile bağlanmağa) zorlu giren kimse rüsvây olur, zayıf olarak giren de kuvvet bulur.

 

Hakkında, büyüklerden biri şöyle Buyurdu:

 

- Ben bir buçuk adam bilirim: Yarım adam, Nasrabâdî... İnsanları anar, fakat kötülüklerini söylemez. Tam adam, Abdullah Bin Münâzil'dir: İnsanların adlarını dahî anmaz.

 

EBÛ'L-HAYR TİNÂTÎ EL-AKTÂ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Amelini gösteren, mürâîdir, hallerini gösteren de iddiacı...

 

*Su üzerinde yürüyen bir veli gördü. Ona:

- Bu yaptığın bid'attır. Vazgeç de var yerde yürü, dedi...

 

 

EBÛL HAYR HABEŞÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Altmış yıl Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere'de oturdum. Mahrumiyet ve zahmet anında insanlardan bir şey istemek dilediğim zaman gizli bir ses "Utanmaz mısın ki, o yüzle Bize secde edersin" derdi.

 

İBRAHİM ŞEYBAN EL-KİRMANŞÂHÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Meşâyih-i Kirâma hürmette bulunmayan kimse, yalan davalara, nursuz ve faydasız boş işlere tutulur ve bunlarla zelil olur.

 

MEVLİD ES-SÔFΠ ER-RUKKÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Fakrın hakikatı : Hak Teâlâ'dan başka bir şeyle zenginlik talep etmemektir.

 

MÜSLİM-İ MAĞRİBÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Zahirini düzeltmekle meşgul olanlar, Allah'ın yarattıklarından korkar. Bâtınını düzeltmekle meşgul olanlardan da yaratılmışlar korkar.

 

EBÛ MANSUR HIREVÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Cömertlik (fütüvvet), nefsi hakir tutmak ve müslümanlara hürmetli olmaktır.

 

 

ABDURRAHMAN ER-RÂZI EŞ-ŞÂ'RÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

-  Marifet , Allahü Teâlâ ile aranda olan perdeyi yırtar.

 

-  Dünya,  seninle Hak Teâlâ arasında perde olan şeydir.

 

- Şikâyet ve gönül darlığı, marifet azlığından ileri gelir.

 

EBÛ AMR BİN BUHAYD (K.S.)

 

Buyurdu:

- Allah'tan başkası ile ünsiyet hasıl etmek vahşettir (yalnızlıktır).

 

ŞEYH EBÛ ABDULLAH-I RUDBÂRÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Tasavvuf , tekellüf (gösteriş) ve yol aramayı (kuvvet kullanmayı) terkedip, şereflenmeyi ortadan kaldırmaktır.

 

EBÛ ABDULLAH EL-MUKIRRÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Hakîkî fakir , her şeye mâlik olduğu halde kendine hiç bir şey mal etmeyendir.

 

- Kişi, kardeş ve dostlarının hizmetlerinden izzet (büyüklük) duysa, Hak Teâlâ ona öyle bir zillet (aşağılık) verir ki, kat'iyyen ondan kurtulamaz.

 

-  Cömertlik , kişinin düşmanı ile güzel muamele etmesi, malını hoşlanmadığı kimselere de sarfetmesi ve tabiatının nefret ettiği kimse ile dostluk ve sohbet etmesidir.

 

EBÛ ABDÜ'L KASIM EL-MUKARRÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

-  Ârif,  kendinin marufudur (Kendini bilir) ve kendini öyle meşgul eder ki, halka kabul veya red nazarı ile bakmaz.

 

- Tasavvufa girmek bereketin başlangıcı, kişinin kendi nefsinden ve şeyhlerinden haber veren sadıkları tasdik etmesidir.

 

EBÛ MUHAMMED ER-RÂSİBÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Tasalar, sıkıntılar, günahların cezasıdır...

 

-  Sôfî , yerin kendini götürmediği, göğün üzerine gölge salmadığı ve halkın kendini kabul etmediği kimsedir ki, onun bütün hallerinde mercî Hak Teâlâ'dır...

 

ŞEYH ŞİRVÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Sıddıkların dimağından en son çıkan şey, riyâset sevgisidir.

 

- Kim bâtıl sebebiyle izzet istese, Hak Teâlâ onu bir çok hallerde hor ve hakir eder...

 

- Tasavvuf , halkı terk etmek ve himmette yalnız kalmaktır.

 

- Bu halk bir mihnettir ki, neye karışsa ve el atsa, onu ifsat eder. Bunların sohbetinden sakınmak lâzımdır...

 

- İnsanların âfeti yine insanlardır...

 

EBÛ BEKİR VERRÂK (K.S.)

 

Buyurdu:

- Müslümanlarla sohbet ederken size konan sineği kovmayınız. Zira gidip başka müslümanın başına konar.

 

EBÛ HÂMİD-İ DOSTAN (K.S.)

 

* Su istedi. Veridiler; bardağı bir müddet elinde tuttu. Sebebi soruldu:

- Bir sinek su içiyor, o içsin diye bekledim. Hakk'ın dostları zahmetle bir şey yiyip içmek istemezler, dedi.

 

EBÛ NASR ES-SİRÂC ET-TUSÎ (K.S.)

 

- Benim toprağımın önünden geçirilen her cenaze affolunur, buyurmuş; buna Tûs ahalisi de riayet etmiştir...

 

EBÛ ALİ DEKKÂK (K.S.)

 

* Gece namazından bahseden tüccar bir müridine:

 

- Sana lâzım olan, murdar dünyayı kendinden uzak tutmandır. Başı ağrıyan kişi, ayağına ilaç sürmekle sıhhat bulmaz. Eli kirli olan da kolunu yıkamakla temizlenmez, Buyurdu.

 

ŞEYH EBÛ'L HASAN HARKÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Sôfî,  yokluğu tahsil etmiş olan kimsedir.

 

- Sôfî,  gündüz güneşe, gece ay ışığına ihtiyacı olmayan kişidir.

 

-Sôfîlik , varlığa ihtiyaç göstermeyen bir yokluktur.

 

* "Kişi kendi uyanıklığını ne ile bilir?" sualine:

- Hakk'ı yâd ettiği zaman tepeden tırnağa kadar Hakk'ın kendini yâd ettiğinden haberdar olmasıyla, Buyurdu.

 

- Sıdk, gönül konuşmasıdır. (Yani gönülde olanı söylemek...)

 

- İhlâs , Allahü Teâlâ için yapılan her şeydir. Halk için yapılan her şey ise  riyâ ..

 

- Siz "Allah" dediğiniz halde, başka bir şey söyleyen kimse ile kat'iyyen arkadaşlık etmeyin!

 

- Bir kimse bir işle meşgul olup da onunla Hakk'ın rızasını dilese, Kur'an okuyup da onunla Hakk'ı dileyenden daha iyidir.

 

- Peygamber'in mirasına vâris olan kimse, O'nun fiiline uyandır, yoksa kâğıt karalayan değil.

 

- Cihanda âlimler ve âbidler çoktur. Sana faydalı olan, her gün akşama kadar Hakk'ın beğendiği işte olman, sabaha kadar da Hakk'ın beğendiği amelde bulunmandır.

 

- Gönüllerin en parlağı ve nurlusu içinde halk bulunmayandır. Amellerin en iyisi, içinde mahlukat fikri olmayandır.

Nîmetlerin helâli, senin gayretinle hasıl olandır.

Dostların en iyisi, yaşayışı Hak ile olandır.

 

ŞEYH EBÛ SAİD BİN EBÜL HAYR (K.S.)

 

Buyurdu:

- Allah ile kul arasında perde; yerler, gökler, Arş ve Kürsî değil, senin varlık ve benlik örtündür. Bunu aradan kaldırırsan Hakk'a kavuşursun.

 

* Bir derviş şeyhine:

- "Efendim seninle âsûde olmak isterim. Zirâ âlemi gezdim, ne âsûde oldum ne de âsûde olmuş bir kimse gördüm" dedi.

Şeyh:

- Niçin kendinden el çekmedin. Böyle edeydin, (kendini bırakıp Rabbine teslim olaydın) hem sen âsûde olurdum, hem de halk senden âsûde olurdu, dedi.

Büyükler bu sözü beğenmiş ve "Bundan daha yüce bir söz olmaz", demişler.

* * *

 


 

 

REŞAHAT'TAN SEÇMELER

 

İSMAİL ATÂ TAŞKENDİ (K.S.)

 

* "Filân kasaba halkı seni zemmediyor" dediler.

 

- O mollalar bizim sabunumuz. Onlar olmasa nasıl temizleniriz, dedi.

 

* Şefkat hususunda Buyurdu:

 

- Halkı sev. Ona güneşte gölge, soğukta kaftan, kıtlıkta emek ol.

 

Bu sözleri Hoca Ubeydullah Taşkendî Hz.leri çok beğenip "Her hikmeti toplayıcı kelam" demiştir...

 

* Bir dervişine: "Seninle tarikat arkadaşı olduk. Bizden bir nasihat kabul et:

 

- Bu dünyayı süslü bir mezar say, Allah ile kendinden başkasını yok bil. Nihayet Tevhid denizinde öyle yok ol ki, sen de aradan çık ve "Var olan ancak Allah'dır" sırrına er", buyurmuştur.

 

ŞEYH CEMÂLEDDİN (K.S.)

 

Buyurdu:

- Bir kısım insanlar var ki Allah'ın zikrinden kalblerine kasvet gelir. Zira zikri, edebine riayet etmeden gaflet ve nefsâniyetle yaparlar.

 

- Sadık mürid, gönül aynasını dünya nakışlarından temizleyince kendinde yokluk hissetmeye başlar. Vücudunu ve dünyayı göremez ve hatırlayamaz olur. Bu hale tasavvuf dilinde "Adem[28]" ve "Gaybet[29]" derler. Bu hal saadet sabahından ve İlâhî vuslat anından ilk işarettir.

 

ABDÜLHÂLİK GUCDÜVÂNÎ (K.S.)

 

* "Faslül Hitâb" isimli eserden öğütleri, tarîkatlarında senet, delil olarak gösterilir. Bunlar her tarikatta kabul edilmiş ve Allah’a ulaşmağa yardımcı, şeriat ve sünnete uymakta ve nefse karşı durmakta teesirlidir. Kendilerine Hızır (A.S.)'ın tâlim ettiği gizli zikrin maksadı, yabancıların gözünden saklanmaktır.

 

VASİYYETİ:

- Ey Oğul! Edeb ve takvâ üzerinde ol! Geçmiş büyüklerin eserlerini oku. Sünnet ve cemâat yolundan ayrılma. Fıkıh ve Hadis ilmi öğren. Câhil sofulardan uzak ol. Namazlarını mutlaka cemaatla kıl. Güzel ses dinlemeye kapılma; zîra, ruhu karartır ve nifaka sebep olur. Gülmek ise kalbi öldürür. Herkese şefkat gözü ile bak. Kimseyi hakir görme. Kendi dışını bezeyip süsleme. Çünkü dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Halkla didişme. Kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet teklif etme. Şeyhlere mal ve canla hizmet et. Ve onların hallerini aslâ hor görme. Gönlün mahzun, gözün yaşlı olsun. İşin hâlis, duan yalvarıcı, yoldaşın derviş, sermayen din ilmi, evin mescit, rehberin Allahü Azîmüşşân olsun.

 

 

 

Şu SEKİZ DÜSTURA da dikkat et:

1- HUŞ DERDEM: Alınan her nefeste hazır olmak, yânî huzuru muhafaza etmek, Allah'tan gâfil olmamak.

2- NAZAR BER KADEM: Göz ayağa bakacak. Sâlik şehirde, sahrada, yolda, her yerde ayak ucuna bakacak. Dâima yere bakar. Bu onu başıboşluktan, dağınıklıktan korur. Böylece kalb perişanlıktan kurtulur.

3- SEFER DER VATAN: Vatanda sefer... Melekler âlemine, mürit kötü ahlâktan sıyrılıp, melekî sıfatlara sefer etmesidir. Mürşit aramak manasına da gelir.

4- HALVET DER ENCÜMEN: Zâhirde halk ile bâtında Hak ile olmak. Zira vahdette şöhret, şöhrette âfet vardır. Bizim yolumuz sohbettir.

5- YÂD-I KERD: Zikri kalbî... Zikirden murat kalbin gafletten kurtulup, İlâhî feyze kavuşmasıdır.

6- BÂZ-I KEŞT: Zikir esnasında hatıra gelen iyi-kötü her fikri atmak.

7- NİGAH DAŞT: Kalbe ânî olarak gelen hisleri rabıta ve istiğfarla def etmek. Öyle ki, mürid bin kerre İsm-i Celâl'i zikir ettiği halde hatırına tek yabancı fikir gelmemek.

8- YÂD-I DAŞT: Her zaman ve her mekânda kalben zevk yoluyla Allah'ı (C.C.) unutmamaktır.

HÜLÂSA;  Yâd-ı Kerd,  zikirde, mübâlağa ile ısrardan ibarettir.  Bâz-ı Keşt , Allah'a (C.C.) dönüş ve İsm-i Celâl'i her anışta Allah Teâlâ'yı murad etmektir.  Nigâh Daşt, dille söylemeksizin Allah'a (C.C.) dönüş halini muhafaza etmektir.  Yâd-ı Daşt  ise Nigâh Daşt haline ziyâde gayretle devam etmek, kalbe gelenleri def etmektir.

 

 

Ayrıca ÜÇ DÜSTUR daha:

1-  VUKÛF-U ZAMÂNÎ:  İnsanın her zaman kendi halini bilmesi ve halinin şükür mü, özür mü icap ettirdiğini anlamasıdır. Nakşıbendî Hazretleri'nin kabz hali için istiğfarla, bast[30] hali için şükürle emrettiği bildirilmiştir. Vukûf-u zamârî, nefis murakabe[31] ve muhasebesinden[32] ibarettir.

2-  VUKÛF-U ADEDÎ:  Zikirde sayıya dikkattir. Naşıbendî Hazretleri, "Zikr-i kalbîde sayıya dikkat etmek, havâtırı def edip kalbi toplamağa sebeptir", Buyurdu. "Zikir ne kadar çok olsa da huzur olmadıkça boşuna yorgunluktur" demişler. Hz. Şah-ı Nakşıbendî (K.S.) "Vukûf-u adedî Ledün İlmi'nin[33] ilk mertebesidir" buyurmuş.

 

Beyit:

Görünen çokluk sûreti, bir nünayişten ibarettir.

Tecellîlerde hakîkat "BİR"den başkası değil.

 

3-  VUKÛF-U KALBÎ:  Nakşıbendî Hz. zikirde her an Allah'ı bilmeyi, kalbde Allah'tan gayrı hiç bir şey bulundurmamayı, kalbine yönelmeyi, aslâ gâfil olmamayı, tavsiye etmiştir.

Buyurdu:

- Allahü Teâlâ her yerde hâzır ve nâzır olduğu halde nasıl Kâbe'ye dönülerek ibâdet ediliyorsa, gönül Kâbe'si olan kalbe yönelmek de öyledir.

 

HOCA SÜLEYMAN KERMÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- İhlâs makamında korku lâzımdır. Bu hal, o makamın yüksekliğine işarettir. Güneş en fazla, kendine yakın olana tesir eder.

 

- Aşıkın sevdiğine yakınlığı arttıkça korkusu da artar.

 

- Kur'an-ı Kerîm'de Allah dostlarının korku ve hüzünden uzak oldukları bildirildiği halde, onların kalbinden korku hiç kalkmaz. Onlar korku ve tehlikeyi kendilerine hal edinmişlerdir.

 

HOCA EBÛ SAID (K.S.)

 

Buyurdu:

- Def etmeye çalışılan havâtır nefistense, kovdukça tekrar aynı şekil ve kılıkta gelir. Zira aynı şey üzerinde inad ve ısrar etmek nefsin hâlidir.

İsteği oluncaya kadar ısrar eder. Def edilen şey şekil ve kılık değiştirip gelirse şeytandandır. Çünkü o, maksadına ulaşıncaya kadar kılıktan kılığa girer, vesvese verir.

 

MAHMUD İNCİR FAGNEVÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

-  Açık zikir:  Uyuyanlar uyansın, gafiller işitsin ve Hak yoluna, şeriat ve tarîkat cihetine yönelsinler diye yapılır.

 

  HIZIR (A.S.) kendisini ziyarete geldiğinde ABDÜLHALİK GUCDÜVÂNI Hz. arpa ekmeği ile ikramda bulunup "Helâldir, buyurun" demişti. Hızır (A.S.): "Evet, bu ekmek helâl, fakat pişiren taharetsiz, yemeyiz" Buyurdu.

 

HOCA ALİ RÂMİTENÎ (K.S.)

 

Her sabah ırgat pazarından birkaç amele getirip onlara: "Şimdi abdest alın ve ikindiye kadar bizim sohbetimizde bulunun. Sonra ücretlerinizi alıp gidersiniz." der ve bu suretle irşatta bulunurdu.

 

HOCA ALÂÜDDİN ATTÂR (K.S.)

 

* Sordular:

- "Sizin kalbinize hiç yabancı his düşmez mi?" Cevap:

- Düştüğü olur. Lâkin kalmaz. Havâtıra kökünden mânî olmak mümkün değil... Yirmi yıl kovduğum bir fikir, bunca çalışma ve gayretten sonra birdenbire geldi, fakat kalmadı, gitti. Havâtırı karşılamak zor iştir. Hattâ bazıları havâtıra hiç itibar gösterilmeyeceği kanaatındalar. Şu var ki, havâtırın kalbe yerleşmesine göz yumulmaz, def etmeye çalışmak lâzım.

 

Buyurdu:

-  Sâlikin mürşitten feyiz alması, onun emirlerine uymasına bağlı; çalışması lâzım. Çalışmadan elde edilen mânâların devâmı olmaz. Mürşidin müride teveccühü, mürid tarafından çalışılıp derinleştirilmelidir. Alâkasız müride mürşid ne verebilir! Nakşibendî Hz.lerinin sohbetlerinde vakitler çalışma ile geçerdi.

 

- Bâzen teveccüh ve çalışma sırasında bir hal zuhûr eder ve mürit bu hâli görür. Amma gördüğü nedir bilemez. Kendisine nazar eder; kendini göremez, hayrete düşer... O hal gider ve tekrar gelmesi nefsin arzuladığı bir şey olur. Bu halde mürîde lâzım olan, yalnız kendi kusuruna bakmak ve o halin gizlenmesinden üzülmemektir. Zîrâ mürid kendi muradını Mevlâ'nın rızasına fedâ etmeli ve nefsi hesabına çalışmamalı; o hal tekrar zuhur ederse, ciddî çalışmalarla muhafazaya gayret etmelidir. Her şey bir kaç günlük çalışmadan ibârettir. Ondan sonra çalışmalardan öyle bir meleke hasıl olur ki, sâlik kendi irâdesiyle "Fenâ" ve "Fenânın Fenâsı" makamlarına ulaşır.

 

- Mürid, ilim tarafını tutup kendi halini gizlemeli; tarîkat ehlinden biriyle görüşürken kendi hallerine göre söyleşmeli, gönüllere riâyet etmeyi ihmal etmeyip kimseyi incitmemeli... Bu tâifenin iç yüzünü bilip ona göre hareket etmek müşküldür. Zira, onların ruh halleri son derece incedir. Onlarla ünsiyet ve dostluk etmek, insanda hâlin gelişmesine sebep olur. Bu bakımdan onlarla sohbeti günden güne ilerletip devâm etmeli...

 

-  Mânâda Allah ile, zâhirde Allah'ın emirleriyle olmak lâzım..  Bu iki sıfatı toplayabilmek kemâldir. Bâtında Allah ile olmak odur ki, tâlip gönül gözünü Allah'ın Zâtına bağlayıp, oradan ayırmayacak, iki cihanda Hak'dan gayrı muradı olmayacaktır. Hallâc-ı Mansûr'a "Kimin mezhebindensin?" denilince, "Rabbimin mezhebindenim" cevabını vermiş. Tâlibin işi mezhep sahibi iledir, mezheple değil.

Zâhirde Allah ile olmak, Kitap ve Sünnet'le amel etmek, şeriata uymayan halde bulunmaktan sakınmaktır.

 

- Tâlip,  büyüklerin kabirlerini ziyaret  edip, orada yatan azîzin mânevî varlığından ne anlamış ve o makâma ne maksatla gitmişse o nispette feyiz alır. Her ne kadar teveccühte zâhirî yakınlığın tesiri büyükse de, hakîkatte, mukaddes ruhlara yönelmek için  (rabıta yapmakta) zâhirî uzaklık mânî  değildir. Asıl itîbar onlara dönüp (bağlanıp) mânevî rütbesini anlamaktadır. Nakşıbendî Hz.leri: "Halka yakın olmaktansa Hakk'a yakın olup büyüklerin yaptığını yapmak lâzım" Buyurdu.

 

-  Allah dostlarının kabirlerini ziyaretten maksat:  Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir. Oradaki Veliyullah'ın ruhaniyeti, istekleri elde etmeye vesîledir. (Muhtaç kişinin, zengin birini vasıta ederek bankadan para çekmesi gibi). "Yâ Rabbî! Burada yatan sevgili kulun hürmetine benim duâmı kabul buyur, dileğimi ihsan et", demektir...

 

-  Rabıta yolu , nefy ve isbat (Tevhid kelimesindeki mânâlar) üzerinde çalışmaktan daha verimlidir.

Rabıta yoluyla en yüksek dereceye, melekler âlemine tasarruf mertebesine erişilir. Hatıra gelenleri def etmek (ruha ânî olarak inen menfî düşüncelere dikkat etmek) âleme lütuf ve merhametle bakmak ve letâifini nurlandırmak, râbıtaya devam etmekle elde edilir.

 

- Râbıtaya devam ettikçe insana meleke gelir, ruh topluluğu ve kalb uysallığı hasıl olur.

 

-  Susmak  üç şey için lâzımdır: Ya kalbdeki düşünceleri gözetmek, ya kalbin zikrini dinlemek, yâ da gönülden geçen halleri kontrol etmek...

Hatıra gelen şeyleri önlemek zordur. Bazılarına göre onların hiç bir kıymeti ve itibarı yoktur; herhangi bir zararları da düşünülemez. Şu şartla ki, kalbe nüfuz edip orada yuva kurmasın. Aksi halde feyiz yollarını kapar. Bu itibarla dâima düşünceleri kontrol etmek lâzımdır.

 

- Sadık tâlip, cismiyle şerîatte, ruhuyla tarikatta, sırrıyla vuslatta[34] olandır.

 

* Hastalığı esnasında yakınlarına vasiyyeti:

Merâsim ve âdetleri bir kenara bırakınız. Halkın âdeti ne ise aksini yapınız. Birbirinize uyunuz. Resûlullah'ın gelişi insanların merâsim ve âdetlerini bıraktırmak içindi. Birbirinize sığının ve her biriniz kendini bırakıp başkasını doğrulasın.

Her işte yolunuz ölçülere uymak olsun. Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz. Sohbet, en büyük sünnetlerdendir. Bu sünnete riâyet edip umûmî ve hususî şekilde devam ediniz. Eğer bu yolda istikamet gösterirseniz, tek nefeste kazancınız, benim bir ömür boyu kazancım kadar olur.

Hâliniz dâimâ yükseliş yolunda olsun. Vasiyetlerimi çiğneyecek olursanız perişan olursunuz. Size ne lâzımsa içinizde bırakıyorum.

 

Son demlerinde Buyurdu:

- Dostlar ve azizler hep gitti. Bâzıları da arkalarından gidiyor. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür.

 

 

 

MEVLÂNA ABDÜLAZİZ BUHÂRÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Büyüklerin huzur ve sohbetinde ne kadar îtibar görse de, mürit aslâ gurura düşmemeli; nefsine varlık gelmesin.

Kendinde hoş olmayan bir iş zuhur edince de ümitsizliğe düşüp ayrılmayı aslâ hatırına getirmesin ve verilen emirleri hakkıyla yerine getirmelidir.

 

- Bu yolun büyükleri "Muvaffakiyet çalışmakladır ve muvaffak olan da çalışandır" Buyurdu.

 

* Bir mürit, büyüklerden birine "Hücrenize varıp gönül derdimi size arzetmek istiyorum" dedi.

 

MİRZA SULTAN EBÛ SAİD (K.S.)

 

Buyurdu:

- Bu tâife ile (Nakşî erleriyle) çekişmek kaabil değildir. Onlar hangi taraftan olsa diledikleri şey meydana gelir. Onların fukarasına da kimse karşı duramaz. Karşı duranlar yenilirler.

 

EMİR ÖMER (K.S.)

 

Buyurdu:

- Başın kesilmesi lâzım gelince onu bu tâifenin harmanına salın. Merdivenin yanması icap edince onu bu tâifenin duvarına dayayın. Birini yıkıp altını üstüne getirmek isterseniz, onu bu tâifeye düşman edin.

- Biri dervişlere taş attı onlar baş eğerse, o taş sahib-i zamana gider. O da, atılan taşı geri çevirir ve onlar âlemde eşi görülmeyen perişanlığa uğrarlar.

 

MEVLÂNÂ ÂRİF (K.S.)

 

Buyurdu:

- Kim kendi tedbirine güvenirse yeri Cehennemdir. Kim de Allah'ın takdirine bağlanmış ise yeri Cennettir.

 

- Yemek yerken zikir, kelime ile değil, sebebten kesilip sebebin sahibini, yânî nîmetten nîmet vereni bilmek suretiyledir.

 

- Eğer seni, içinde sen olmadan benlik duygusu dışında zuhura getirirlerse korkma! Eğer benliğinde zuhur ediyorsan kork!

 

HOCA UBEYDULAH (K.S.)

 

Buyurdu:

- Eğer insan sıhhatte iken kalp huzurunu elde edemezse, hastalık anında ve kuvvetler eksildiğinde huzur bulmak son derece güçtür. Böylelerine Allah dostlarından ziyaretçi gelip, ruhânî bir kuvvet aşılamalı. Yüksek dâvâ sahiplerinin son anlarında âciz ve dağınık oldukları şüphesizdir. O müthiş anda ilimleri dahî silinip gider. Zira marazların hücum ettiği ve tabiatın zayıfladığı zaman, hususiyle son nefeste sun'î şeyler bir işe yaramaz.

 

* Ubeydullah Hz.leri ziyafetten sonra, tatlı veya meyve gibi bir şey verilmezse, "Yemeğiniz demsiz oldu" derlermiş.

 

Buyurdu:

- Çocukluğumdan beri hâdiseler şu üslûp ile akmış

tır. Bana karşı çıkanların hiç biri muvaffak olamamış ve teşebbüsü ilerleyememiştir.

 

Ubeydullah Hz.leri naklediyor.

- Derviş Ahmed, vaazlarında gayet cesur ve hiç bir şeyden çekinmezdi. Bir gün vaazında, bir talebe ve bir âlim mescide varıp acele ile namaz kılarlar. İmamın selam vermesini beklemeden mescidden çıkarlar ve süslü kaftanlarını giyip it gibi Padişahın kapısına giderler. Eğer kıyâmet gününde Allahü Teâlâ bana, "Köpeklerden insanlarınki gibi bir isyan çıkmamıştır. Sen niçin o hayvanları âsî insanlara benzettin?" derse  ne cevap verebilirim? Bunlar hükümdarın ve benzerlerinin köpekleridir. Zira onlar zulüm ve yırtıcılığa düşkünler. Zalimlerin murdar artıklarından pay almak için onların dalkavuğu olurlar ve murdar nesneler etrafında toplanırlar diye sitem etmiştir.

 

- Derviş Ahmed bir başka vaazında şöyle söyledi:

"Bir zamandan beri vaazlarıma son vermek istiyorum. Zira vaaz iki cins insanın işidir:

1- Şeriata tam bağlı, takva ve amelinde son derece dürüst, nefis kaygısından kurtulmuş, şahsî haz ve menfaatını düşünmeyip, sâdece Allah'ın kullarına şefkat borcu ile hareket eden kimsenin ..

2- Allah'ın rızasını ve ahiret düşüncesini murat edinmeyip, maksadı Hak yerine halk olan, halkın alakasını kazanmaya bakan kişinin.

 

Ben ilk kısmından değilim. Zira bende nefis eserleri çoktur. İtiraf ederim ki, nefsim muratları benden silinmemiştir. İkinci kısmından da değilim. Zira âhiret fikri ve günahtan dolayı azap korkusu bende mevcuttur. Bu sebepten birkaç gün vaazda bulundum ve bir müddet vaazdan uzaklaşmaya karar verdim.

 

- Hâcegân silsilesinde Azizler, insanların yollarını ve hallerini "Nisbet" kelimesiyle tâbir eder ve şöyle der: Âlemde mevcut her şey mazhar olduğu ilâhî isimlerden biriyle meydana gelir. Böyle olmasa eşya ve hadiseler vücut kokusu alamaz (meydana gelmezlerdi).

 

Bu hâle göre hiç bir şey kendiliğinden mevcut değildir. Herkeste ve her şeyde zuhura gelenler Cemal ve Celâl sıfatlarının tesiriyledir.

Bunlar İlâhî hakikatlardır ki, ezelî ilim îcâbı derece derece meydana gelmiştir.

Bütün vücuda gelişler, Zat ve Sıfatlardan ne varsa onlara nisbetledir. Bu yüzdendir ki, büyükler herkesin yoluna ve meşrebine "NİSBET" tabirini uygun bulmuşlardır.

 

Buyurdu:

- Hâcegân yolunun büyükleri halkın yükünü üzerlerine alırlar. Bu da, ya dua ile ya da belâyı üzerine çekmekledir.

 

Hoca Ubeydullah (K.S.), Şeyh Ömer Hz.lerinin "Biz müridin kalbini boşaltırız. Orada "Ahadiyet[35]" istikametinden başka yön bırakmayız". Ama bütün bunları yaparız" dediğini nakletmişlerdir.

Buyurdu:

- Hâcegân tarikatında vaktin icâbı ne ise ona göre

hareket edilir. ZİKİR ve MURAKABE, ancak Müslümanlara hizmet edecek bir iş olmadığı zaman yapılır.

Gönül almaya vesîle olan bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bâzıları nâfile ibadetlerle uğraşmayı hizmetten üstün zannederler. Halbuki kalbe gelen feyiz, hizmet mahsûlüdür. Şâh-ı Nakşibendî (KS.) ve mensupları kimseden kendilerine hizmet etmesini kabul etmemişlerse, bu hizmet etmeyi  ve tevâzuu tercih etmelerindendir. İhsan ediciyi sevmek zarurîdir ve muhabbet miktarınca alâka icap eder. Bu yolun bağlıları kendilerini halkın menfaatine ve hizmetine vermişler ve karşılığında hiç bir şey beklememeyi gâye edinmişlerdir.

 

- Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim.

 

- Kulluğun kemâli, kendi yokluğunu ve Allah'ın varlığını anlamakladır.

 

* "Feminhüm zâlimün linefsihî ve minhüm muktasidün ve mihnüm sâbikun bil hayrâti"  âyet-i kerimesinin tefsirinde Buyurdu:

 

- (Bu ayet-i celîle)Nefislerinin hiçbir arzusunu yerine getirmeyip, ona dâima muhalif davranan ve böylece İlâhî ihsana lâyık olan bir taifeye işarettir.

Onlar hayır yolunda her zümreden önce gelen muktesitler topluluğudur.

 

* "Yâ eyyühennâsü entümül fukarâü ilallâhi"  âyet-i kerimesini şöyle tefsir ettiler:

 

- İnsanoğlu Allahü Teâlâ'ya muhtaçtır.

Allahü Teâlâ, ezelî ilmiyle bildi ki, insan, beşeriyeti îcâbı su, ekmek ve sâir dünya sebeplerine muhtaç haldedir. İnsan her neye muhtaç olursa, o ihtiyacın hakikati, Allahü Teâlâ'ya muhtaç olmaktan başka bir şey değildir.

 

Buyurdu:

- Size hevâlarıyla gelerek neticede sizi yiyecek olan topluluklarla sohbet etmeyin! Vaktini telef edenlerden uzaklaşın!

 

- İnsanın kıymeti, bu tâifesinin (Nakşî tarifesinin) hakikatini anladığı nispettedir.

 

- Sözün güzeli evliya kelâmıdır.

 

- Ruhsat; izinlerden faydalanmak, azîmet; zora, güçlüğe katlanmaktır. Büyükler, ruhsattan kaçıp dâima azîmet yolunda gidenlerle ülfet ederler. Onlar ruhsat ehlinden kaçarlar. Ruhsat, zayıfların kârıdır. Hâcegân yolu azîmete bağlıdır. Azîmetsiz, ruhsat yoluyla ve gafletle pişirilen yemekte ve ısıtılan suda bile bir ağırlık ve karanlık vardır.

 

- Sizden hanginizdir ki, yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nispet sahibi kılındığı halde, her dışarı çıkışında onu kaybetmiş olmasın? Size verilen veriliyor, lâkin siz onu muhafaza edemiyorsunuz. Eline bir nur teslim edilen insan, icap eder ki, onu en aziz varlığı bilsin, fânî varlığını tasfiye etsin, karanlıkları yensin ve ışığa çıksın.

 

-  Zikir  bir kazmadır, onunla gönül yolundaki yabancı duygu dikenleri temizlenir.

 

İbâdet, emirlere uyup yasaklardan el çekmek;  kulluk  ise, bu şekilde Allah'a yönelmektir. Kullukla ibadet arasındaki fark, birinin gönülde, öbürünün amelde tecellisidir.

 

- Eğer  sükût , Allah'ı bilmek ve mâlâyânî konuşmamak için olursa cennettir.

 

- İnsanın yaradılışından murad, ihlâsla ibâdettir. İbadetin özü de her halinde Allah’tan âgâh olmak...

 

- Allahü Teâlâ bana öyle bir kuvvet vermiştir ki, eğer murat etseydim, Ulûhiyet davası güden "Hatâ" padişahını bir nâme ile öylesine açığa çıkarırdım ki, sultanlığını bıraktırıp yalınayak ve üstü başı perişan halde kapımın eşiğine sürüklerdim. Ama bunca kuvvet ve kudretle, Allahü Teâlâ'nın bu husustaki hükmünü beklemekteyim. Bizim makamımızda edep lâzımdır.  Ve edep odur ki, kul kendisini ilâhî iradeye tâbî kıla...

 

- Dilek sahibi, çalışıp kendisini büyükler sohbetine eriştirmeli ki, huzuru bulsun ve iç düşmanların şerrinden korunsun.

 

- Hâcegân yolunda esas "HALVET DER ENCÜMEN" dedikleri, "Toplulukta Yalnızlık" usûlüdür. Bu kâide; işte, ticarette ve her yerde Allah Teâlâ'nın zikrinden uzak kalmayı emreden âyet-i celîleden alınmıştır. Bu azizlerin şerefli nisbetleri mahbûbiyet (sevilmiş olmak) derecesidir.

 

- Teheccüd namazlarından sonra Yâsîn-i Şerif sûresi okunup dua edilirse murada erilir.

 

HOCA İMÂDÜDDİN (K.S.)

 

Buyurdu:

- İstikamet, her türlü hal ve kerâmetten üstündür.

 

ŞAH-I NAKŞİBENDÎ (K.S.)

 

* Huzurunda beraber bulunup da Hallâc-ı Mansûr'u uğurlamakta Hazret'ten ziyade itibar ve mübâlağa gösteren bir müridin hareketine müteessir olan Nakşibendî Hz.leri o mürîde hitaben:

- "Bu edep hatâsı yüzünden kendini rüzgâra verdin, belki Buhara'yı ve âlemi harap ettin" Buyurdu.

 

* Müritlerinden birine

- "Nehre git, suyu bu tarafa bağla" Buyurdu.

O da bir müddet sonra dönüp:

- "Vücudumda halsizlik hasıl oldu, su yoluna suyu bağlayamadım" dedi.

Hazrete ağır gelen bu hal ve ihmale karşı şöyle Buyurdu:

- "Ey kişi! Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın, senin için, bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu"...

 

Buyurdu:

- Bize kabrimizin yüz fersah (500 km) mesafesine kadar civarımızda bulunan kabirlerdeki müminlere şefâat etmemiz selâhiyeti ihsan olundu. (Son Vâris-i Hakikî, Sırr-ı Verâset sâhibine aceb ne ihsan olundu?) Alâaddin Attar'a da kırk fersah mesafedekilere şefaat nîmeti, bizi seven ve ihlâsla bağlı olanlara da bir fersah kuturlu daire içindekilere şefaat selâhiyeti ihsan olunmuştur...

 

- İyi ve kötü her şey âriflerin parçalarıdır. Mürid söz söylerken de bu görüşten ayrı düşmeyecek ve zâhirde ne ile uğraşırsa uğraşsın, gönül gözünü o noktadan ayırmayacaktır. Sâlikte sükût derinleştikçe ve söz azaldıkça bu nisbet terakkî eder. Nihayet sâlik öyle bir hâle ulaşır ki, dille kalb arasındaki fark iyice anlaşılır ve halk Hakk'a, Hak da halka perde olmaz. O zaman cezbe yoluyla başkalarını idâre etmek mümkün olur. İrşad, icazet ve halkı Hakk'a dâvet etmek de bu mertebeye ulaşanların işidir.

 

Sâlik, gazaba düşünce kendini sakınıp gazabına hâkim olmalı... Gazaba tâbî olmak, sâliki letâif nurlarından mahrum eder. Eğer gazabla beraber bir de suç işlerse terakkîler büsbütün kaybolur ve ruha keder çöker...

 

- Kişi Allahü Teâlâ'nın dilediğinden razı olmalı. İlâhî rızayı kazanmanın yolu budur ve nihayet son kazanç, fenâyı hakîkî ile fânî olmaktır.

 

- Aşağı tabaka, Allah Teâlâ'yı halk ile anlayıp bilir. Yüksek tabaka ise, halkı Hak ile tanıyıp bilir.

 

-  "En üstün îman, kişi, Allah'ın kendisi ile olduğunu bilmektir"  hadis-i şerifi idraki olana kâfîdir.

-  Ağzına helva verenle ensene tokat vuran arasında fark gözettikçe, sende tevhid tamam değil demektir.

Şiir:

Ne kahr'ı dest-i âdâdan, ne lutfu âşinâdan bil; 

Umûrun Hakk'a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ'dan bil.

 

Şiir:

Hak kulundan intikamın yine kul ile alır,

Bilmeyen İlm-i Ledünn'ü onu kul etti sanır.

 

 

- İbadet on kısımdır. Dokuzu helâl kazanç istemektir.

 

-Allah dostlarıyla sohbette bulunmak, âhiret aklını artırır.

 

- Sohbet, sünnet-i müekkedelerdendir. İki günde bir bu tâife ile sohbet edip, edeplerine hakkıyla uymak lâzımdır. Eğer arada zâhirî uzaklık varsa, hiç olmazsa ayda veya iki ayda bir zâhirî ve bâtınî hâlini mürşidine bildirmeli.

Aradaki mesafe ne olursa olsun, mürid hayal yoluyla mürşidine bağlanıp onunla meşgul olmalı ki, gafletten kurtulsun.

 

- Büyüklerin kefâleti var: Bu tarikata taklitle girenler dahî tahkîke ererler.

 

HOCA HASAN ATTÂR (K.S.)

 

Buyurdu:

- Bil ki, Nakşî yolu Hakk'a erdiren tariklerin murâda en yakın olanıdır. Zîra bu yol Ehadiyet (birlik) çerçevesinden, dünyâ âlemine olan bütün hicapları (perdeleri) kaldırır. Allahü Teâlâ, mâsivâ denilen dünya ve içindekileri Celâl sıfatı ile yakıp yok eder. Hakikatta, diğer tariklerin son durakları, bu yolun başlangıç noktasıdır. Zîrâ bu yolda, ilk adımda fenâ mertebesine ulaşılır. Sülûkleri ise cezbeden sonradır. Halleri tevhid sırrının ifâdesi olan vücudsuzluktur, yokluktur. Böylece insan ve cinlerin yaratılışındaki hikmet (Yâni ibadet,kulluk) ifâde edilmiş olur.

 

- Bu yola girmek isteyenler evvelâ tarikatı tâlim eden şeyhin çehresini hayallerinde muhafaza ederek işe başlamalıdır. Ancak bu suretle mürşidin feyziyle kendinden geçme nîmetine erişir. Ondan sonra kendinden kaybolma hâlini muhafaza edip, mürşidinin sûret ve hayâliyle kalbe yönelmeli, rabıta yapılmalı ve o hal içinde çalışmalıdır. O hal kuvvetlendikçe, sâlikin dünyaya ve hadiselere alâkası azalır.

 

- Zikir esnasında kalbine havâtır düşen kimse, hemen mürşidinin hayâlini tasavvur etmeli. Gidip gelmekte, alıp satmakta, yiyip içmekte, yatıp uyumakta hep o nisbet (bağlılık) ve alakâ... Bu sıfat, meleke haline gelinceye kadar böyle azmetmeli.

 

- Hâcegân yolunda sık sık geçen  "Nisbet"  lafzı, bu yola girenlerin alâka ve hâlini gösterir. Yük mânâsına gelen  "Bâr"  kelimesi ise ağırlık ve keyfiyete uzak olmayı bildirir.

 

- Ariflerden bazıları bir anda ayrı ayrı yerlerde görünmeye kaadir olurlar. Bazıları da İsa Peygamber meşrebinde olur ve ölülere kendi hayat mâdeninden hayat aşılar. Hâsılı hangi kurumuş ve verimsiz kalmış ağaca kendi cevherlerinden aşılasalar, o ağaç yeşerir ve yemiş vermeye başlar. Yâni hangi insana teveccüh edip, irşadını dileseler, o insan uyanır.

 

 

SAFİYÜDDİN (K.S.)

(REŞAHAT SAHİBİ)

 

Reşahat'ı yazmağa başlarken nefsine hitaben şöyle dedi:

- "Ey Sâfî! Sen tek ayağı yanmış bir köpeksin ki, bu şanlı kervana ulaşamazsın!.."

 

ŞEYH HÂVEND

 

Buyurdu:

- Bize bu kadar ilim ve hal gelmesine sebep, dünya cefasına tahammül etmemizden başka bir şey değildir.

 

- Hz. İsa (A.S.): "İki kere doğmayan, semâlara, Melekler Âlemi'ne giremez" buyurmuş ve mânevî intisap ve teslimiyeti murad etmiştir ki, mânevî doğuş demektir.

 

HOCA MUHAMMED PÂRİSÂ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Allah'la kul arasında perde, dış suretlerin gönülde nakışlanıp yer etmesidir. Bu nakışlar, kötü sohbetler, çeşitli renkler ve şekiller yüzünden artar. Ne kadar mihnet ve meşakkat karşılığında olursa olsun, bu nakışları silmeye çalışmak; hayâli azdıran şeylerden uzaklaşıp, saf kalble Allah'a yönelmek lâzımdır. Allahü hikmeti mihnet ve meşakkat olmadan, hissî lezzet ve şehvetleri yenmeden bu mânâ ele geçmez.

 

MEVLÂNÂ SAADETTİN KAŞGÂRI (K.S.)

Buyurdu:

- Eğer bahar seyrine çıkıp gördüklerinden haz duyacaksan, Allah'tan gâfil oldun demektir. Zevk almayacaksan, o halde gitmeye sebep ne? Hakk'ın gayrisine "Yok" de ve kurtul.

 

- Allahü Teâlâ Peygamberi'ne murakabe yolunu tâlim etmiştir. Bu işin gâyesi Allah ile meşgul olmaktır. Allah, kuluna her şeyden yakındır.

 

- İnsanın her nefes alışında bir hazine heder olup gider. Her nefeste bilmek lâzımdır ki, Allahü Teâlâ hâzır ve nâzırdır. Bu duygu insana hâkim olunca Allah'tan utanma hissi başlar ve gaflet gider.

 

İnsanda gönül birdir o, dünyaya sarkacak olursa mahrum kalır; Allahü Teâlâ'ya yönelirse kalbinde bir pencere açılır da o pencereden İlâhî feyz ve nur girer. Bu nur, doğudan batıya kadar her zerreye hayat verir de yalnız penceresiz evler ondan nasipsiz kalır.

 

- İlaç diye öteberi yemektense perhiz etmek daha iyidir. Çok yiyende çok hastalık görülür. Onları def etmek için ilaç alır. İyileşince yine tıkabasa yemeye koyulur. Yine ilaç, yine sıhhat, yine yemek... Neticede ilaç da fayda vermez ve marazı artırmaktan başka bir şeye yaramaz...

 

Günahla tevbe de böyle. Günah, arkasından tevbe, yine günah, yine tevbe... Neticede bu türlü tevbe de ayrı bir günah olur. Bu sebeple Allah dostları, her şeyden perhizi severler, her şeyi bırakıp Allah'la meşgul olurlar ve öbür dünyaya bir gaflet anında göçmemek için çok dikkatli bulunurlar.

 

- Dervişe en üstün kerâmet şeyhinin sohbetinde cezbeye erişip, nefsânî varlıktan kurtulmaktır.

 

- Dervişlik Allah ile olmaktır.

 

MEVLÂNÂ NİZÂMEDDİN (K.S.)

 

Buyurdu:

- Sükût sözden faydalıdır. Zira her sözden nefis konuşması doğar. Nefis konuşması ise İlâhî feyzin inmesine engeldir. Evliyâ sohbetinde, kişi kalbini nefsânî sözlerden temizlemeli. Zira onların kulakları nefis konuşmasını anında işitir. Ve bundan gönüllerine keder gelir. Nasıl ki, kitap okuyan kimse dışarıdan söz işitse aklı karışır. Hattâ kâğıt üzerine sinek konsa dikkati ve fikri dağılır. Dâima Allah'la meşgul olan tâife, nefis kelâmından şiddetle müteessir olur.

 

Bu hal ağlayan çocuğun rahatsız etmesine benzer. Susturmanın çaresi ona meme vermek olduğu gibi, sâlik de böyle zamanlarda zikir memesini kalbe bağlayarak türlü hayallerden ve nefis mırıltılarından kurtulmalıdır.

 

- Zahirde ve bâtında (Gizlide-açıkta) Allah'la ve doğruluk üzere olmalısın. Bu mânâ sizde yavaş yavaş anlaşılır. Kendinizi zahir ve batın edebi ile süsleyiniz.

 

Zahir edebi, emir ve yasaklara uymak, daima abdestli olmak, istiğfarda bulunmak, az konuşmak, hiç bir işte ihtiyatı elden bırakmamak, eskilerin eserlerini okumak gibi hususlardan ibarettir.

 

Bâtın ebedi ise en çetin iş olup yabancılardan gönül saklayabilmektir. Kalbe düşecek fikirler, ister hak, ister bâtıl, ister hayır, ister şer olsun, yabancılıkta ve Allah'a perde olmakta birdir.

 

MEVLÂNÂ ALÂÜDDIN (K.S.)

 

Buyurdu:

- Vallahi, benim Belh'de bir bakkal müridim var ki, o orada işiyle uğraşırken, ben burada, fersahlarca mesafeden onun kalbini kendisinden iyi bilirim.

 

- Bir işkembeci, o pis nesneyi kaynar sulardan geçirip o türlü temizler ve pişirir ki, insanlar onu zevk ve iştahla yerler. Kirli nefesleri temizlemekte biz bir işkembeci kadar da mı değiliz?

 

- Tâlibe üç şey lâzımdır:

1. Dâima abdestli olmak...

2. Nisbeti sımsıkı korumak...

3. Yiyip içmekte ihtiyat göstermektir.

 

- Bu yolun bağlılarından birini iyi bir işi sebebiyle övseler ve bu onun hoşuna gitse, bu hoşlanmaktan nefse düşen karanlık, mahremlerinden biriyle zina etmesinden eksik olmaz. Zina etmek Hak yoluna ne kadar mânî ise, bu da o kadar mânîdir.

 

- İnsanoğluna düşen vazife, mevcutlardan hiç birine düşmemiştir. Tâat ve ibâdetle iş bitmez, kulluğa sımsıkı yapışmak lâzımdır ve söz söylemekte, etrafa bakınmakta, yemek yemekte hasılı her şeyde fevkalâde ihtiyat şarttır.

 

- Bu yolda, ne dünya, ne ahiret, ne de nefis hiç bir şey  tâlibin gayesi olmamalı. Eğer bunlardan biri gayesi olursa, sanki o kişi, İlâhî mârifet için yaratılmamış da sâdece cennet veya cehennem için yaratılmıştır.

 

* Sâdık kul, Hakk'ın kazasından razı olur, kendi işinden değil.

 

* Kişiye bir musîbet eriştiğinde, eğer o nefsinin kulu ise müteessir olur, ızdırap çeker. Nefsinin kulu değil de Allah'ın kulu ise, üzüntü ve ızdırap duymaz.

 

EBÛ YEZİD BURÂNÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

 

- Avam için günahtan kaçmak nasıl vacip ise, havas (yüksek tabaka) için gafletten kaçmak da öyle vaciptir. Avam, nasıl günahlardan sorguya çekilirse, yüksek tabaka da gafletten suçlandırılır.

 

- Sohbet halkasında kim kuvvetli ise, öbürlerini kendi tarafına çeker. Zira hüküm gâlibindir.

 

- Nârâ atmak gaflet alâmetidir. Sâlik, mânâya erip huzura kavuşacak olursa nârâ atmaz. Eğer huzuru muhafaza edebilseydi, hiç ses çıkarmazdı.

Nârâ atan kimse ateşe atılan yaş ağaca benzer. Yaş olan ses verir, kuru ağaç sessiz sedâsız yanar.

 

MEVLÂNÂ ŞEMSÜDDİN (K.S.)

 

* Müridlerinden mahzun hâlini hiç bozmayıp, yalnızlığı seven birine, arkadaşı:

 

 

- "Sizin dâima tenhada oturup ve ahbab sohbetinden uzak, sürüden ayrılmış kuş gibi tek başına kalmanızın sebebi nedir?" dedi.

O:

- "Ben dâima gurbette bir insanım. İnsanlarla düşüp kalkmaya, hususiyle Mevlânâ Hazretleri'nin yakınları arasında görünmeye lâyık değilim. Onlara zahmet vesilesi olmayım diye uzak duruyorum" dedi.

Arkadaşı bu izahı kabul etmeyince ona:

- "Bu ettiğiniz ne garip ısrardır. Niçin bana böyle yükleniyorsunuz?" diye sitem etti.

 

Buyurdu:

- Şu insanlar ne garip! Yarın olsa da bir iş işlesem diye lâf ederler. Düşünmezler ki bugün dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin.

 

-Büyükler hastanın son deminde "Kelime-i Tevhid", - yerine mutlak "İsbat" makamı olan o anda gönüllerden gelen Allah lafza-i celâlini telkin ve tâlim etmeyi tavsiye etmişlerdir...

 

UBEYDULLAH TAŞKENTÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

- Başlangıçta Şaş vilayetinde Şeyh Ebubekir'in kabrini sık sık ziyaret ederdim. Şeyh Hazretlerinin ruhaniyeti gâyet kuvvetli, devamlı ve yardımcıdır.

 

-  İstiğfar , dille edilen değildir. İstiğfar: Kulun, bütün sözlerinin ve hareketlerinin istiğfar icap ettiğini bilmesidir.

 

- Bir topluluğun içinde istiğfar eden oldukça belâ üzerlerinden kalkar.

 

MEVLÂNÂ TÂCÜDDİN BERGAMÎ (K.S.)

 

Buyurdu:

-  Tilâvet,  kalb hazır bulunarak olmalı. Emirlerde haşyet, yasaklarda korku, kıssalarda ibret, müjdelerde ferahlık hissederek...

 

MUHİDDİN-İ ARABÎ HAZRETLERİ

 

Buyurdu:

- Cinlerin babası, şeytandan başkadır. Fakat şeytan cin kavmindendir. Ateşle havadan yaratıldıkları için, bütün halleri kibir ve azgınlıktır. Onun için kendileriyle düşüp kalkanlara kibir aşılarlar. Çöllerde ve rüzgârsız havada hasıl olan ve tozu dumana katan kasırgamsı hadiseler bunların birbiri ile dalaşmalarındandır. Haşır gününde bunlardan azâba müstahak olanlar, ateşten müteessir olmadıkları için, Soğuk Cehenneme atılırlar.

 

- Havâtır şeytânî ve nefsânî olur. Şeytan ikidir: Sûrî ve mânevî...  Sûrî şeytan , bilinen İ blis. .. Mânevî Şetan da Nefis'tir.

 

- Allahü Teâlâ, insanı öyle bir kıvamda yaratmış ki, aklıyla Cenâb-ı Hakk'ın varlığını tasdik eder. Bu incelikleri bilmeyen insan, duygusuzdur.

 

MEVLÂNÂ ŞEHÂBEDDİN (K.S.)

 

Buyurdu

- Mürit olan, yanmış kandili rüzgârdan esirgemeyi bilmeli, mânevî vazîfelerini yerine getirmeli...)

 

- Bütün gayretimi Hâcegân yoluna bağlılığıma ve nisbetimin muhafazasına hasrettim. Beni yolumdan alıkoyacak her şeyden el çektim. Ve yöneldiğim hedeften, bağlandığım yoldan bir an ayrılmadım.

 

EMİR HÜSEYİN (K.S.)

 

Buyurdu:

-Mürid, mürşidine yönelişinde (bağlanışında-rabıtasında) fânî olmalı ki, ona Hz. Pir vâsıtasıyla bâtın ilmi fetholunsun..

 

- Tâlip, isteğini ancak pîr-i kâmil yoluyla elde etmeye çalışırsa muradına erer. Meselâ, Kâbe'ye gitmek isteyen, onun yoluna girmeyip, kendine göre bir yol tutarsa, hiç bir surette muradına eremez. Şu halde  Allahü Teâlâ'nın rızasına giden yolu, ancak şeyhin rızasında bilip ve ona göre bağlanmalı.

 

- Mevlâ’yı bulmak şeyhin gönlünden geçer. Hakikatte Allah'ın evi, şeyhin gönlüdür. Her şeyi O'nun kapısından geçerek bulmak lâzım. Allahü Teâlâ her muradı vermeye kaadir iken, her şeye bir sebep koymuştur. O sebebe sarılmadan olmaz.

 

MEVLÂNÂ HÂMUŞ (K.S.)

 

* Bir zâta mektup yazar:

- "Buralarda mürid olmaya uygun insanlar az. Sizin tarafta bu hâle münâsip kimseler varsa bize gönderin" der.

Mektubun cevabı:

- "Bahsettiğiniz hâle uygun insan burada dahî yoktur. Eğer şeyh isterseniz istediğiniz kadar gönderelim"...

Yüz yıllar önce böyle olunca  bu günü düşünmeli

Buyurdu:

- Öz varlığının kaydından[36] kurtulan, ne yapsa iyidir. Kurtulamayan da ne yapsa kötü... (Bu söz büyükler tarafından çok beğenilmiştir).

 

- Bir insan dilini yalandan korumayı başaracak olursa bu  "Şeriat "tır. Mümkündür ki, kalbinde yalana bir meyil ola. Onu da koruyabildi mi,  "Tarikat"  meydana gelir. Ne dilinden ne gönlünden, ne arzusu ile, ne de arzusuz, yalan çıkmaz, yalana yer kalmazsa, bu da  "Hakikat"  mertebesidir.

* * *

 



 

[1] (Verâ: Şüpheli şeylerden sakınmaktır.)

 

[2] Mârifet: Allah’ı bilmek

[3] Karşılıklı konuşmak

[4] karşı olmak

[5] Hakk’a bağlılık

[6] Cömertlik

[7] Cübbe

[8] Hîle muâmelesi

[9] Mihnet ve sert muâmele

[10] Dünya düşüncelerini terk etmek

[11] Halktan uzaklaşıp yalnızlığa çekilmek

[12] Âleme ibretle bakmayanın

[13] Hakkı yakınlık ona hakkıyla teslim olmak

[14] Allah korkusu

[15] Âsi olmak

[16] (Tamamını vermek).

[17] Hakk’tan râzı olmak

[18] Hâmân: Firavunun veziri

[19] Kalb gözü

[20] Gâib oldu

[21] Allah’ı bilmek

[22] Doğruluk

[23] (S. Mümin 60)

[24] (s. Zâriyât 50).

[25] Yalnızlığı seçmek insanlardan soyulmak

[26] (Tevbe118) Ve (savaştan) geri bırakılan (ve haklarındaki hüküm geciken o) üç kişinin (tevbelerini de kabul etti. Çünkü) yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, nefisleri de kendilerini (sıkdıkca) sıkmıştı.

[27] (S. Nur 30)

[28] Yokluk

[29] Gâib olmak, görünmemek, yok olmak

[30] Genişleme

[31] Kontrol etme

[32] Hesâba çekme

[33] Ledün ilmi: mânevî ilimler, Herkesin bilmediği Allah’ın husûsî kullarına ikramı olan ilimler.

[34] Mevlâ ile olmakta

[35] Tevhid

[36] Nefsânî hesaplardan

 

İncemeseleler.com

HTML clipboard

Osmanlıda , Ahmed Cevdet Paşanın bir heyetle, İslami hukuk kuralları baz alarak hazırladığı bir Osmanlı Kanunnamesi.  Bu 99 Kaideyi  bir kez okumakla bile fıkıh kültürünüze çok geniş bir katkı sağlayacaksınız. İşte 99 Mecelle kaidesi ve misallerle güzelce izahı..

 

1-"Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir."
Niyetler
(maksatlar) ya güzel (hüsnüniyet), veya çirkin (suiniyet) olur.

        Hüsnüniyet ile suiniyetin ahlak itibariyle, dünyevi ve uhrevi ahkâm itibariyle büyük tesirleri vardır. Mesela; bir fakire hüsnüniyetle, rızayı hakka ulaşmak maksadıyla yapılan bir yardım, verilen bir sadaka, uhrevi sevaba vesiledir. Mücerred gösteriş ve şöhret kazanmak maksadıyla yapılan yardım, verilen sadaka ise mükâfata vesile olmaz. Çünkü birinci niyet, Hakk için olduğundan bir ahlaki kıymeti haizdir. İkincisi ise boş bir maksatla yapıldığı için kıymet-i ahlakıyeden uzaktır.
         Mesela; Bir şahıs lukata (
bulunan şey) yi, eğer sahibine iade etmek niyetindeyse, almaya şer'an mezundur. Maksadının harici delili ise, şahit tutması ve lukatayı ilan etmesidir. Lukatayı bu niyetle aldıktan sonra, haber ve kusuru olmaksızın, elindeyken kayıp veya telef olsa tazmin ettirilmez. (Ödettirilmez) Ancak lukatayı kendi mülküne geçirmek maksadıyla alırsa, gasp etmiş olur. Bu durumda lukata elindeyken haber ve kusuru olmaksızın telef ve kayıp olsa tazmini lazım gelir.

2-"Ukutta itibar mekasid ve meaniyedir, elfaz ve mebaniye değildir."
         Ukud akdin cemiidir. İki tarafın (
akideynin) bir hususu iltizam ve teahhüd etmeleridir ki; icab ve kabulün irtibatından ibarettir. 

           Mesela Bir kimse usulü dairesinde tanzim eylediği senette "Şu malımı oğlum Ahmed'e hibe ediyorum. Sağ olduğum müddetçe bu malda tasarruf edeceğim. Ben öldükten sonra oğlum Ahmed tasarruf edecek ve diğer varislerim müdahale etmeyecektir." demiş olsa hibe ediyorum tabiriyle bu tasarrufun hibeye hamli mümkün ise de  "Ben sağ olduğum müddetçe tasarruf edecek" ibaresinin delaleti ile maksadın vasiyet olduğu anlaşılır.  

 3-"Şekk ile yakin zail olmaz"  
      Şekk: Bir şeyin vukü bulup bulmamış olmasında, iki halinde birbirine müsavi olarak düşünülmesinden ibarettir.
       Yakin: Bir şeyin olmuş veya olmamış olduğunu kestirmek ve kuvvetle zannetmeye denir.  
         Mesela; Bir kimse  "Filan şahsa zannımca şu kadar lira borcum vardır" dese bununla borç sabit olmaz.

4-"Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır."

      Yani, bir şey bir zamanda ne halde bulunmuşsa aksine delil olmadıkça o halde kalması asıldır.

        Mesela; Medyun (borçlu) borcunu ödediği halde, dain (alacaklı) "Henüz ödemedi' diye inkâr etse, söz, yeminle beraber alacaklının olur. Çünkü borcun varlığı katidir, ödeme ise kati olmadığı için, borcun bulunduğu hal üzere kalması asıldır

5-"Kadim kıdemi üzerine terk olunur."
       Yani; evvelden beri meşru ve mevcud olan bir şey, hilafına hüccet kaim olmadıkça hüsnü zanna dayanılarak hali üzerine bırakılır.
Mesela, Bir köy ahalisi hayvanlarını eskiden beri bir köyün merasında otlatmış ise, mera kendisine ait olan köy halkı bunları men edemez.
 

6-"Zarar kadim olmaz"

       Yani; gayri meşru olarak yapılmış olan şeyin kıdemine itibar olunmayıp, eski olsa bile, zararlı ise ref ve izale edilir.
       Mesela, Bir evin pis suları eskiden beri umumi yola akmakta ise ve yoldan gelip-geçenlere zarar veriyorsa. kıdemine itibar olunmayıp, zarar ref ve izale ettirilir.

7-"Beraet-i zimmet asıldır."
       Zimmet: Ahid (
söz vermek) manasınadır, ahidden dönmek utangaçlığı ve başkalarının kötülemesini mucib olduğundan ahde, 'zem" deri müştak olan zimmet ıtlak olunmuştur.
       Bu kaide, bir şahsın ictimai ve huküki herhangi bir mes'uliyet ve borç gibi bir şeyle mükellef bulunmamasını ifade etmektedir.
       Mesela, Bir kimse, diğerinden alacaklı olduğunu dava etse, müddealeyh (
dava edilen) yeminle beraber inkâr etse müddealeyhin sözüne itibar edilir. Çünkü; her şahıs zimmetten (borçtan) âri olarak yaratılmış olduğundan beraet-i zimmet asıldır.

 8-"Sıfatı arızada asl olan ademdir."

      Yani; sonradan meydana gelmiş olduğu iddia edilen halin yokluğu asıldır.     Mesela, Satış akdinde satılan maldaki ayıbın akiden önce mi sonra mı, olduğunda ihtilaf etseler, ayıp sıfatı arızadan olduğundan yokluğu asıldır. Söz, eskiden mevcud olmadığını iddia eden satıcının olup, ayıbın varlığını iddia eden müşteri iddiasını isbata mecbur olur.

9-"Bir zamanda sabit olan şeyin hilafına delil olmadıkça bekasıyla hüküm olunur."

     Yani; bir zamanda sabit olan bir şeyin bekasıyla hükmolunur. 0 halde geçmiş zamandan birinde mülk olması sabit olan bir şeyin mülkiyetini izale eden bir şey bulunmadıkça bekasıyla hükmolunur.
       Mesela, Bir kimse diğer bir kimseden alacak dava edip, davalının inkarı üzerine şahidler o kimsenin davacıya, o miktar borcu olduğuna şehadet etmeleri, hüküm için kafi olur. Çünkü borcun bir zamanda mevcud olduğu sabit olmuştur. Bunun hilafına delil bulunmadıkça borcun ifasına hüküm olunur.

10-"Bir emr-i hâdisin akrebi evkatına izafeti asıldır."

         Yani; hâdis olan bir işin sebeb ve zamanı vukuunda ihtilaf olunsa uzak bir zamana, nisbeti beyyine ile isbat olunmadıkça en yakın zamana nisbet olunur.

         Mesela, Bir kimse varislerden birine bir mal hibe ve teslim veya borç yahud mal ikrar ettikten sonra ölürse, diğer varisler, "muteveffa onu ölüm hastalığında hibe veya ikrar eyledi" diyerek ikrarın sahih ve müteber olmadığını ve kendisine hibe veya ikrar olunan dahi tasarrufun müteveffa sıhhatte iken vaki olduğunu iddia etse, kendi lehine hibe veya ikrar olunan varisin beyyinesi tercih olunur. Ancak bu kimse mürisin tasarruf zamanında hali sıhhatte olduğunu isbat edemezse, bu taktirde söz yemin ile diğer varislerindir. Zira; emri hâdis olan hibe ve ikrarın zamanı baide, yani; müteveffanın sıhhatte bulunduğu zamana nisbeti hüccet ile isbat olunmadıkça ölüme en yakın olan ölüm hastalığı zamanına nisbet olunur. Marazı mevtinde hibe ve ikrar etmiş denilir.                   

          Maraz- ı Mevt: Ol hastalıktır ki; ekseriya onda ölüm korkusu olduğu halde hasta erkekse evi dışında, kadın ise evi içinde olan işlerini görmekten aciz olup, bu hal üzere bir sene geçmeden ölmüş olur.

 11-"Kelamda asl olan manayı hakikidir."

           Yani; hakikat güçleşmedikçe mecaza gidilmez.

           Mesela: Bir kimse "bu hane Zeydindir' dese bu sözün manayı hakikisine nazaran o haneye Zeyd'in malikiyetini ikrar etmiş olur. Artık  " maksadım o hane Zeyd'in meskeni olduğunu ifade idi" diyemez. Kezalik; "evlat" lafzı torunlara şamil olmaz. Meğer ki, torunlara dahi şamil olduğuna delalet eder bir karine bulunsun. 0 takdirde umum mecaza giderek evlat tabiri toruna da şamil olur

12 "Tasrih mukabilinde delalete itibar yoktur ."

          Yani; delalet ile tasrih bir arada bulununca, tasrihe göre amel edilir. Çünkü sarahet kuvvetli, delalet zayıftır. Fakat sarahat olmayan yerde delalet ile amel olunur.

           Mesela; Bir kimse diğer birinin evine onun izniyle girmiş olsa evde bulunan bardak ile su içmeye de delaleten izin verilmiş sayılır. Sarahat bulunmayan yerde delalete itibar olunduğundan su içerken elindeki bardak kazaen yere düşerek kırılsa, tazmini lazım gelmez. Çünkü "cevazı şer' tazmine münafidir". Fakat ev sahibi "masa üzerinde duran bardağa dokunma" diye yasak etse bununla su içemez. Buna rağmen alıp kazaen elinden düşürerek bardağı kırmış olsa, tazmin ettirilir. Zira bunda sarahaten nehiy vardır ve tasrih mukabelesinde delalete itibar yoktur.

13 "Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur."

            Yani; bu fıkıh kaidesi icabına göre, kitap ve sünnet ile beyan olunan meselelerde ictihada cevaz yoktur.

            Mesela; Muamelelerde beyyine, müddet için ve yemin münkir için olması ve insanların hukuki muamelelerine taalluk eden ihtilafların hallinde nisab- ı şehadet, yani; hükme yeter şahitlerin adedi iki erkek yahut bir erkek ile iki kadından ibaret bulunması nass ile beyan ve tayin edilmiş olduğundan bunlarda ictihada mesağ (yer) yoktur,Ve nass ile sabit olan hususlar hilafına ictihad vuku bulsa bu itibar olunmaz.

 14-"Ala hılafıl kıyas sabit olan şey saire makısun aleyh olamaz

            Mesela Madumu beyi' batıldır. Hâlbuki selem (peşin para ile veresiye mal almak) ve icarede, madumu beyi' kabilindendir. Fakat bunlar, teamül ve icma ile kıyasa muhalif olarak sabit olmuştur. Artık bunlara kıyasen 'hiç belirmemiş meyvalar, ekinler gibi şeylerin satılması da caizdir" diye hüküm olunamaz.

 15-"İctihad ile diğer ictihad nakz olunmaz."

           Yani; ictihadlar aynı derecede birer zanni delil olduğundan nassı katiye muhalif olmadıkça biriyle diğerini nakzetmek caiz olmaz. Binaenaleyh bir müctehid, diğer bir müctehidin ictihadını nakzedemeyeceği gibi, kendisinin evvelki ictihadını da ikinci bir ictihadı ile nakz edemez.

            Mesela; Bir hâkim bir şahsın şehadetini fıskına binaen reddetmiş bulunsa artık o şahsın tevbesine binaen aynı hususta şahadetini bilahare kabul edemez.

Bu kaideden bir mesele istisnadır. Bir ictihadın nakzı maslahat-ı ammeyi müstelzim olursa o ictihad diğer bir ictihadla nakzedilebilir.

 16-"Meşakkat teysiri celb eder."

           Yani; suübet (güçlük) sebebi teshil (kolaylaştırmak sebebi)olur. Ve darlık vaktinde vusat gösterilmek lazım gelir.

            Mesela; Açlıktan ölecek kimsenin muharremattan (haram olan şeyler) hayatını kurtaracak kadar yemesi caizdir. Keza erkeklerin muttali olamayacakları hususlarda yalnız kadınların şehadetleri de kabul edilir.

 17-"Bir iş dıyk oldukça, müttesa olur."

          Yani; Bir işte meşakkat görülünce şer'i ölçüler içerisinde ruhsat ve vüsat gösterilir.

            Mesela; Bir kimsenin borcunu ödemeye kudreti olmaz ve kefili dahi bulunmazsa, genişlediği, yani; mal durumu müsait olduğu zamanda borcunu eda etmek üzere serbest bırakılır.

         Bunun gibi defaten ödemek imkanı bulunmayan borçluya borcunu taksitle ödemesine müsaade edilir.

 18- "Zarar ve mukabele bizzarar yoktur."

          Yani; ilk olarak zarar caiz olmadığı gibi buna karşılık olarak ve cezaen dahi zarar caiz değildir. Bu madde de iki hüküm vardır:

1- İlk defa zarar yapmamak: Bir kimse diğerinin malına veya şahsına taarruz ile ona zarar vermesi caiz değildir.

           Mesela; Birinin malını haksız olarak almak ve başkasının kendinde bir hakkı olduğu halde onu yerine getirmemek gibi bir suretle zarar vermek zulüm ve fenalık olduğu cihetle caiz olmaz.

2- Zarara karşı zararla mukabele olunmamasıdır.

          Mesela; Bir kimse diğerinin gerek malına gerek nefsine karşı bir zarar yaptığında zarar gören kimsenin buna karşılık ona da zarar vermeğe hakkı olmayıp, ancak hakime müracaat ederek zararını kanuni hükümler icabınca izale ve tazmin ettirmesi lazımdır.

19-"Zarar İzale olunur."

          Yani; bir zarar usulü dairesinde izale edilir.

        Mesela; Bir evin yanında demirci dükkânı veyahut değirmen yapılıp ta, demir dövülmesinin veya değirmen döndürülmesinin tesiriyle evin yapısı zayıflamak yahut fırın veya bezirhane inşasıyla bunların duman veya ağır kokusundan dolayı evde oturulmayacak kadar rahatsız olunması gibi fahiş zararlar meydana gelirse, bu zararlar mutlaka izle edilir.

20- "Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar."

         Yani; İşlenmesi nehy edilmiş bazı şeyler vardır ki; bunları yapmak, zaruret halinde mübah olur. Bundan dolayı o işi işleyen muaheze edilmez.

       Mesela; Açlıktan helak olma korkusundan dolayı başkasının yiyeceğini rızası olmaksızın yemek gibi.

21- "Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar."

        Mesela; Açlıktan helak olacak olan bir kimse başkasının malından izni olmadığı taktirde sadece helakini def edecek kadar alıp yemeye mezun ve bunu bilahare tazmine mecburdur, fazlasını alamaz.

22-"Bir özür için caiz olan şey, o özrün zevali ile batıl olur.'

        Mesela; Su bulunmazsa teyemmüm ile iktifa olunur. Fakat su bulunarak bu zaruret zail olunca, teyemmüm kifayet etmez.

23-"Mani zayi olunca memnu avdet eder."

        Mesela; Hibe olunan mal arsa olupta mevhübunleh (kendisine hibe edilen zat) o arsa üzerine bina inşa eder yahut ağaç dikerse vahib (hibe eden) hibesinden rucu edemez. Ancak o bina yanar veya ağaçlar sökülüp sırf arsa kalmış olursa memnu olan rucü hakkı avdet eder ve bu halde vahib, hibesinden rucu ederek, hakime fesh ettirebilir.

24-"Zarar kendi misli ile izale olunamaz."

        Yani; her ne kadar zararın giderilmesi lazım gelirse de kendi gibi diğer bir zararla giderilmeyip, belki zararsız ve kabil olmadığı halde kendisinden çok az ve hafif bir zarar ile mümkün olduğu kadar izale olunur.

         Mesela Bir kimse taksimi kabil olmayan müşterek mülkünü tamir etmek isteyip de müşriki (diğer hissedar) tamire rıza göstermemiş olduğu halde, tamir etmiş olsa yaptığı masrafı teberrü etmiş olur ve diğer hissedara hissesi ile rucü edemez. Eğer o kimse ortağının imtinaı üzerine hâkime rucü etse, bir zarar kendi misli ile izle olunamayacağına mebni tamire, cebr olunamaz. Fakat cebren taksim olabilir ve taksimden sonra o kimse kendi hissesinde istediğini yapar.

25- "Zararı ammı def' için, zararı his ihtiyar olunur."

        Mesela; Cahil bir doktoru doktorluktan men etmek, geçimini sağlamaktan alıkoymak olacağından doktor hakkında zarar ise de doktorluktan men olunmadığı takdirde halka zarar verip, birçok kişinin ölümüne sebeb olacağından, böyle umum için olan bir zararı defi için zararı has ihtiyar olunur.

26-"Zararı eşed, zararı ehaf ile izle olunur."

       Meselâ: Bir kimse diğer birinin ağacını gasb ederek inşaa etmekte olduğu binanın bir tarafına koymuş olsa, eğer binanın kıymeti gasb olunan ağacın kıymetinden çok ise, gasb eden, ağacın kıymetini vererek ağaca sahib olur. Her ne kadar sahibi­nin rızası olmadığı halde ağaca sahib olması zarar ise de, bina yıkılarak ağacın sahibine verilmesi bina sahibi olan gâsıb hakkında daha büyük zarar olduğundan, zarar-ı eşeddin, zarar-ı ehaf ile izalesi kaidesi îcâbınca gasb ettiği ağacın kıymetini vererek, temellük eder.

27-"İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı (daha hafif olanı) irtikab ile azâminin ( daha büyük olanının) çaresine bakılır."

      Meselâ: Bir mahallede yangın zuhur etmesi sebebiyle bir kimse sahibinin izni olmayarak bir evi yıkıp orada yangın sönmüş olsa, eğer veliyyül emrin, yâni; mahalli idare amirinin emri ile yıkılmış ise tazmin ettirilmez. Çünkü yangının etrafa sirayetinden hâsıl olacak zarar o ev sahibine evin yıkılmasından husule gelecek zarara nisbetle çok büyük olacaktır. Burada yangının etrafa yayılması fesadı ile evin yıkılıp ev sahibinin zarar görmesi fesadı karşılaşmış olduğundan, hafif olan İkinci fesat irtikab olunmak suretiyle daha büyük olan birinci fesadın çaresine bakılmış ve yangının önüne geçilmiş olur.

28-"Ehveni şerreyn ihtiyar olunur."

         Yâni, iki zarar karşısında kalınırsa, kolay ve zararca hafif olanı tercih olunur.

         Meselâ: Bir kimsenin elindeki yüz lira kıymetindeki incisi düşüp de diğerinin on lira kıymetindeki tavuğu yutsa, incinin sahibi on lira verip tavuğu alır.

29- "Defi mefâsid celbi menâfiden evlâdır."

         Yâni, bir şeyde fesatla, menfaat karşılaşmış olsa menfaat elde etmeye bakılmayıp, fesadın ortadan kaldırılmasına çalışılır.

          Meselâ: Üst katı birinin ve alt katı diğerinin mülkü olan bir binada üst kattakinin alt katta "hakkı kararı" yani diğer kat üstünde durma hakkı ve alt kat sahibinin üst katta "hakkı sakfi" yani güneş ve yağmurdan korunma hakkı olmakla bunlardan birisi diğerinin izni olmadıkça ona zararlı olabilecek bir şey yapamaz ve kendi binasını yıkamaz.

30-"Zarar bi kader-il imkan def olunur.'

           Yâni, zararın giderilmesi ve telâfisi ne derece mümkün ise o miktarda giderilir.

         Meselâ: Mutfak ve evin avlusu gibi kadınların bulunduğu yerin görülmesi fahiş zarar addolunur. Binâenaleyh bir kimsenin evinde açık bir pencereden veyahut sonradan yaptırdığı binanın penceresinden komşusunun hanımlarının bulunduğu yer görünmekteyse bu zararın giderilmesi ile emrolunur. O kimse dahi kadınların olduğu yer görülmeyecek surette duvar yahut tahta perde yaptırıp o zararı gidermeye mecbur olur. Fakat her­halde penceresini kapatmaya icbar edilmez. Zira zarar bikaderil imkan, yâni mümkün olan her suretle izâle olunur.

31-"Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menziline tenzil olunur."

         Meselâ: Madûmu satmak bâtıl olduğuna göre, madûmun satışı ve temliki kabilinden olan selem, istisna' ve icar gibi tasarrufların dahi caiz olmaması icab ederdi. Böyle iken insanlar arasında hâsıl olan ihtiyaç üzerine, bu muameleler caiz görülmüştür.

32-"Iztırar gayrın hakkını iptal etmez."

           Iztırar: Bir işi işlemeye mecbur olmak demektir. Yani, bir kimse her ne sebep ve suretle olursa olsun, mecburiyetle başkasının hakkına tecavüz ederse, her ne kadar 20. madde hükmünce zaruretler memnu olan şeyi mubah kılarsa da bu zaruret ve mecburiyet sebebi ile işlenen fiilden dolayı gayrın hakkı heder olmayıp zararını ödemek lazım gelir.

          Meselâ: Çölde bulunan bir adam aç kalıp ölmek derecesine geldiğinde arkadaşında yiyecek şey bulunduğu halde vermese ölümden kurtulmak için arkadaşının yiyeceğinden izni olmaksızın yese, bu vecihle gayrın malını rızası olmaksızın yediğinden dolayı bu adama ceza lazım gelmez. Çünkü zaruretler, memnu olan şeyi mubah kılar. Fakat ızdırar gayrın hakkını iptal etmeyeceği cihetle mücerred zaruret bedelini vermekten kurtulmaya sebep olmayıp, ızdırar zail olduktan sonra o kimsenin yediği şey ödettirilir.

33-"Alınması memnu' olan şeyin, verilmesi dahi memnu' olur."

            Meselâ: Rüşvet almak, alan hakkında memnu' olduğu gibi, rüşvet vermek dahi veren hakkında memnu'dur. Keza; ücreti naime de bu kabildendir.

           Nâime: Ücret mukabilinde, ölünün evinde ve cenazenin arkasından onun iyiliklerini söyleyerek ve bağırarak ağlayan kadına denir ki; bu da şer'an memnu'dur. Bu fiil için de ücret almak gibi vermekte caiz değildir.

34-"İşlenmesi memnu olan şeyin istenmesi dahi memnu olur."

          Yani, bir şeyin işlenmesi yasak olduğu halde o şeyin yapılmasını istemek, yapılmasına vasıta ve alet olmak dahi memnudur.

            Meselâ: Bir kimsenin başkasına eziyet, mal veya canına zarar vermesi ve rüşvet alması ve yalan yere şahitlik yapması memnu' fiillerden olduğu gibi, bunları başka bir kimseye yaptırması veya buna teşvik veya icbar etmesi, yâni böyle bir fiili işlemesini o kimseden istemesi dahi memnû'dur. Nasıl ki o fiili yapması kendisi için yasak ise başkasına yaptırması dahi caiz değildir.

 35-"Adet muhakkemdir."

            Yâni, hükmü şer'îyi ispat için örf ve âdet hakem kılınır.

           Meselâ: Madûmu bey' yani bir ağacın henüz belirmemiş meyvesi gibi, mevcut olmayan şeyin satılması bâtıldır. Fakat memleketin her tarafında halkın örf ve teamülüne binâen istisna' (sipariş) ve selem (para peşin, mal veresiye) gibi muameleler caiz görülmüştür. Bunlar ve emsali muamelelerin mâadasında nassa istinat eden mezkur madde hükmüyle amel olunmuştur.

36-"Nass'ın istimali bir hüccettir ki, anınla amel vacip olur."

           Yâni; insanların istimali (halkın şer'i icaplara uygun olan örf ve adetleri) bir huccettir ki; ihtiyaç hâsıl olunca ona müracaat ve onunla amel vacip olur.

          Meselâ: Bir kimse bir marangoza eni boyu ve genişliği ve diğer vasıflan söylenerek bir kayık yapmak üzere pazarlık etse istisna' (sipariş vermek) akdedilmiş olur. Her ne kadar vücudu olmayan bir şeyin satışı memnu ise de halkın istimali kendisiyle amel vacip olan bir hüccet olduğundan istisna' muamelesi tecviz olunmuştur.

.37-"Adeten mümteni olan şey, hakikaten mümteni gibidir."

           Yâni;  akıl ve adete göre mümkün olmayan ve varlığı tasavvur olunmayan şey hakikatte yok gibidir.

          Meselâ: Bir kimse kendisinden yaşça büyük veya nesebi bilinmekte olan biri hakkında "bu benim oğlumdur" diye iddia etse, davası dinlenmez. Çünkü yaşı daha büyük olan kimse için oğlumdur demek aklen ve nesebi belli olmayan kimse hakkında oğlumdur demek de âdeten, mümkün değildir

38-"Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz."

         Yâni; nass ile sabit olmayan ve ahkamı asliyeden bulunmayan bir kısım cüzi hükümler, zamanın değişmesiyle değişebilir. Yoksa kati nasla sabit olan hükümler zamanın tegayyürü ile değişmez.

          Meselâ: Daha önceki fukahânın reylerine göre satın alınacak evin bir odasını görmek kâfi olup, müşterinin diğer odaları sonradan görmesinde hıyarı rü'yet (görme muhayyerliği) yoktur. Daha sonraki fıkıh âlimlerinin reylerine göre ise evin her odasını görmek lazım olup bütün odaları görünceye kadar muhayyerlik devam eder. Bu değişme delil ve hüccete dayanan bir hükme müteallık olmayıp belki inşaat hakkında örf ve adetin ihtilafından doğan bir haldir ki, evvelki zamanlarda evlerin odaları bir tarzda ve aynı büyüklükte yapıla geldiğinden birini görmekle hepsini görmüş sayılmakta iken, sonraları evlerin inşaat tarzı değiştiği için her odasını görmek lazım gelmiştir.

39-"Âdetin delaletiyle manâyı hakîki terk olunur."

          Yâni,  ilmî beyan âlimlerine göre tarîki beyan üçtür.  Bir lafızdan hakikat, mecaz ve kinaye olarak, üç surette mânâ çıkarılır. Usul âlimlerine göre de sözün kinayesinden bazısı hakikat ve bazısı mecaz olduğundan beyanın biri hakikat diğeri mecaz olmak üzere iki yolu vardır. Onbirinci maddenin izahından anlaşılacağı üzere hakikat asıldır. Mecaz ise hakikatin halefidir. Hakiki mana ifade olunmak istenmediğine bir karine bulunmadıkça mecaza hamlolunmaz. Fakat hakikî mananın anlaşılması pek güç olduğu veya adet ve şeriat icabı bırakılmış ve kullanılmaz halde bulunmak gibi bir karine mevcut bulunduğu takdirde mecaz manasına hamlolunur.

         Meselâ: Bir kimse "falanın evine ayağımı basmam" diye yemin etse, hakiki manası olan mücerret eve ayağını basma keyfiyeti âdete uygun görülmediği cihetle, sebebi söyleyip müsebbebi irade yoluyla mutlaka o eve girilmesi ifade olunmuş olur. Ve yemin eden adam o kimsenin evine girmeyip yalnız ayağını atarsa yeminini bozmuş olmaz. Fakat gerek yalınayak, gerek ayakkabıyla olsun gerek yayan ve gerek hayvan veya insan sırtına binmiş olarak girmiş bulunsun yemin eden mutlaka o kimsenin evine girmekle yeminini bozmuş olur.

40- "Âdet ancak, muttarit yahut galip oldukta muteber olur."

         Bu maddeye müteferrî olarak paranın cins ve miktarı zikrolunup nev'i ve vasfı söylenmeyerek, pazarlık yapılsa akdin icra olunduğu mahallin en çok revaçta olan nakdi üzerine pazarlık yapılmış addolunur.

           Meselâ: Osmanlı altınının diğer altınlardan ziyade sürümlü olduğu bir memlekette paranın nev'ini tayin etmeyerek şu kadar altına bir mal satın alan kimse, Osmanlı altını vermeye mecbur olur.  Bunun gibi memleketimizde hâlen lira üzerine pazarlık olunmuş olsa, Lira tabiri kâğıt Türk parasına masruf olur. Çünkü rayiç olan yani halk arasında alış-verişte semen ve bedel, evrakı nakdiyye (kağıt para) dır. Ancak akidde âdetin hilafı açıklanmış ise veya buna bir karine varsa bu sarahat ve maksada itibar olunur. Zira sarahat karşısında delalete itibar yoktur. Meselâ, altınla yapılan pazarlıkta rayici çok olandan başka Fransız altını gibi diğer bir nev'i altun zikir ve tasrih olunmuş olsa bu tasrih edilen nevi verilmek lazımdır.                                ,

41- "İtibar gaalib-i şayia otup nadire değildir.'

         Meselâ; Mefkûdun yâni, gaib olup hayatta veya ölmüş olduğu bilinmeyen kimsenin doksan yaşını ikmal etmiş olması halinde ölümü ile hükmolunması bu asla müteferridir. Şöyle ki, mefkûd doğum tarihinden itibaren doksan yaşını bitirmiş olduğunda hakikaten ölümü sabit olmasa bile hâkim o kimsenin ölümü ile hükmederek mallarını varisleri arasında taksim edebilir. Zira galip ve şayi olan insanın bu yaşa gelmeden evvel ölmesidir. Gerçi bundan fazla yaşayan ve 120 yaşına gelen bulunursa da bu nadir olmakla, yani az kimsenin bu kadar yaşadığı görülmekle, buna itibar olunmaz.

          Bunun gibi buluğ yaşının müntehâsı olan 15 yaşını bitirmiş olan kimse hükmen baliğ sayılır. Zira buluğ eseri ve alametlerinin bu müddet içinde görülmesi galiptir. Yani çok kimselerde vakidir.

          Bazı kimselerde gecikerek 16-17 yaşlarına kadar buluğ eseri görülmediği vâkî olursa da bu gecikmeye nadiren tesadüf olunur. Ve bu suretle galibi şayia itibar olunup, nadire itibar olunmaz.

42-"Örfen mâruf olan şey, şart kılınmış gibidir."

           Meselâ: Bir kimse (bir hana inse) veya bir hamama girse veyahut dellala bir mal sattırsa ücret konuşmamış olsa bile ücret verilmesi maruf ve mutad olmakla ücret şart kılınmış gibi olduğundan her birinin ücretini vermesi lazım gelir.

43- "Beynel tüccar mâruf olan şey, aralarında meşrut gibi­dir."

          Yâni; bu kaide yukarıdaki kaideye dahil ise de ticaretin ehemmiyetine binâen ayrıca tasrih edilmiştir. Bu kaideye binaen tacirler birbirleriyle alış-veriş ettiklerinde örf ve adet olan şeyi açıkça söylemeseler bile, söylemiş sayılırlar.

           Meselâ: Peşin veya veresiye hususunda hiçbir şey zikredilme­den tacirin birisi diğer tacirden bir mal satın alsa parasını peşin vermek lazım gelir. Ancak satın alınan malın semeninin tamamı veya bir miktarı hafta veya aybaşında ödenmekte olduğu o beldede tüccarlar arasında mâruf ise, satıcı bu semeni fılhal isteyemez.

44-"Örf ile tayin nas ile tayin gibidir."

            Meselâ: Bir beldede birisi, diğerine "bana süt al veya bana et al" dese orada mâruf olan süte ve ete hamlolunur. Bilâhare, benim kasdım şu süt veya şu et idi diyemez. Keza; mutlak olarak ariyet alınan bir han odasında oturabilir veya içine emtia konulabilir. Yoksa içinde demircilik edilemez. Çünkü bu ariyet adet ile mukayyeddir.

45-"Mâni ve muktezi tearuz edince mâni takdim olunur."

          Meselâ: Bir kimse bir şahsı evvelâ hata yoluyla cerh, sonrada kasden katl etse; hakkında kısas terk olunur. Çünkü hata kısasa manî, kasd ise muktezîdir.

Bu kaidenin bazı müstesnaları vardır. Ezcümle: Bir müslüman cünüb iken şehit olsa gaslolunur. Hâlbuki cünüblük hâli guslü muktezî, şehâdet hâli ise, gasle manidir.

46-"Vücudda bir şeye tabi olan, hükümde dahi ona tabi ohır."

         Meselâ: Bir gebe hayvan satılınca karnındaki yavrusu dahi ona tebean satılmış olur.

47-Tabi olan şeye ayrıca hüküm verilmez."

          Meselâ:  Bir hayvanın karnındaki yavrusu ayrıca satılmaz.

48-"Bir şeye malik olan kimse, o şeyin zarûriyyatından olan şeye dahi malik olur."

         Meselâ: Bir haneyi satın alan kimse, haneye ulaşan yola dahi malik olur.

                Kezâlik: Bir yere malik olan, o yerin ma fevkına (üstüne) vel ma tahtına (altına) da mâlik olur. Ve o yerde dilediği gibi tasarruf edebilir.

49-"Asıl sakıt oldukta, feri dahi sakıt olur.

         Aslın beraeti kefilin de beraetini mûcib olur.

        Meselâ:  Bir kimse borçlunun zimmetini ibra etse kefilin zimmeti dahî beri olup, alacağı olan meblağı kefilden de isteyemez.

50-"Asıl sabit olmadığı halde fer'in sabit olduğu vardır."

         Meselâ: Bir kimsenin "filanın filana şu kadar borcu vardır, ben dahi ona kefilim" dese ve asilin (borçlunun) inkârı üzerine alacaklı, alacağını iddia etse parayı kefilin vermesi lâzım gelir.

51-"Sakıt olan şey avdet etmez."

        Meselâ: Alacaklı, alacağını borçluya hibe ettikten sonra bu hibeden rucû edemez. Zira alacak borçluya hibe edilmekle hemen borç sakıt olur ve sakıt olan şey ise avdet etmez.

52-"Bir şey bâtıl oldukta anın zımnındaki şey de batıl olur."

        Meselâ: Bir kimse diğer birine "ben kanımı sana şu kadar liraya sattım beni öldür" deyip de o kimse onu bu suretle öldürse katile kısas lazım gelir. Zira böyle satış batıl olmakla onun zımnındaki kendini öldürmeye izin vermesi dahi batıl olur.

       Bunun gibi: Bir dâvanın tarafları, aralarında sulh olup bu sulh zımnında her biri diğerin zimmetini ibra ederek bu surette bir sulhname tanzim ve imza olunduktan sonra bu sulhun herhangi bir sebeple bâtıl olduğu tahakkuk etmiş olsa onun zımnındaki ibra dahi batıl olmakla davacı sulhdan evvelki davasına rucû edebilir.

53-"Aslın ibkâsı (veya îfası) kabil olmadığı hâlde bedeli îfâ olunur."

        Meselâ: Gasb edilmiş olan bir malın sahibine aynen reddi asıl olduğundan aynen mevcut oldukça kendisinden gasp olunan kimseye ayniyle geriye verilmek lazım gelir. Buna usul ıstılahında "eda'yı mahz'ı kâmil" derler. Fakat gasp olunan mal telef veya kayıp olup da aslın ifası yani sahibine aynen red ve teslimi kabil olmadığı halde bedeli ödenir. Şöyle ki eğer gasp olunan mal huliyyat (zinetler) ve hayvanat gibi kıyemiyyattan ise gâsıp gasp ettiği yer ve zamandaki kıymetini ve eğer hububat sebze ve meyve gibi misliyyattan ise mislini vermesi lazım gelir. 

54-"Bizzat tecviz olunmayan şey, bittebâ tecviz olunabilir."

          Meselâ: Bir kimse kendi arsasına diğerinin arsasından geçme hakkı (mürur hakkı) olup da o kimse sahip olduğu arsasını satmayıp yalnız diğerinin arsasındaki mürur hakkını, bir şahsa satsa bey' sahih olmaz. Çünkü mürur hakkı arsaya tâbi' olduğundan tâbi' olan şeye ayrıca hüküm verilmeyeceğinden bizzat mürûr hakkını satmak caiz olmaz. Fakat mürur hakkını arsa ile beraberi satarsa caiz olur. Zira bizzat tecvîz olunmayan şey bittebeâ' tecviz olunabilir.

55-"İbtidaen tecviz olunamayan şey bakâen tecviz olunabilir."

          Yâni, bazı akid ve muameleler vardır ki, ibtidaen işlenmesi memnu' olduğu halde netice itibariyle emr-i vâkî' halinde zuhur etmiş ve böylece kalmasında ehemiyetli bir mahzur görülmemiş bulunursa fesih ve ibtal olunmayıp haliyle ibka olunur.

         Meselâ: İki çocuğun şehâdeti ile akd-i nikah sahih değil iken bunlar baliğ olduktan sonra şehâdet etseler sahih olur.

56-"Beka, ibtidâdan esheldir.'

Yâni, bir şeyin devam ve bekası, ilk defa husulünden kolaydır. Bu kaide, "İbtidaen tecviz olunmayan şey bekâen tecviz olunabilir" kaidesinin aslı ve delili mesabesindedir.

       Meselâ: Bir kimse bir arsayı müstekillen kendi malı olmak üzere bir diğerine tamamen hibe ve teslim etse ve sonra bir şahıs hibe olunan bu arsanın yan şayi' hissesi kendi malı olduğunu isbat ederek bu yan şayi' hisseyi zabt etse, hibe bâtıl olmayıp arsanın geri kalan yan şayi' hissesi hibe edilende kalır.

57-'Teberru' ancak kabz ile tamam olur."

       Yâni, bir şeyin temlik olunması ancak o şeyin teberru olunan şahıs tarafından kabz olunması ile tamam olur.

       Meselâ: Bir adam birine bir şey hibe veya hediye veyahut tasadduk etse kablel kabz (hibe olunan şeyi almadan önce) hibe, hediye veya sadaka tamam olmaz. Zîrâ teberru kabzdan evel tamam olsa, teberru eden şahıs, bağışlamak istediği şeyin teslimini dahi teahhüd etmiş gibi, o şeyin teslimi ile ilzam olunmayı iktizâ ederdi, bu ise caiz değildir. Binaenaleyh kabzden evvel vâhib veyahut mevhubunleh vefat etse hibe batıl olur.

58-"Raiyye, yâni tebea üzerine tasarruf maslahata menuttur."

        Yâni, devletin bilcümle tebeası üzerine velayet ve nezaret-i âmmesi olduğu cihetle umuma ait işlerin düzenlenmesi hususunda gerek devlet ve gerekse fertlerin menfaati iktizası olarak işlerin icab ettiği veçhile yürütülmesi mülâhaza edilir.

         Meselâ: Bir kimse hiç varisi olmadığı halde ölse, bütün terekesi hazineye ait olur. Eğer başkası tarafından öldürülmüş ise, velayeti ülül'emre yâni, devlet reisine ait olduğundan, maslahat-ı âmme mülâhazası ile katilin kısas sureti ile öldürülmesi veyahut katilin rızası ile hazine için diyet alınması suretlerinden herhangi birisinin icra olunması hakkındaki (devlet reisinin) emri yerine getirilir.

59-"Velâyet-i hâssa velâyet-i amme'den akvâdır."

         Velayet: İster razı olsun ister olmasın başkası üzerine tasarruf etmektir.

         Meselâ: Vakfın mütevellisinin velayeti, hâkimin velayetinden, akvadır. Bu cihetle vakfın mütevelli veya nazırı var iken hakim vakfın malında tasarruf edemez. Lakin mütevelli veya nazırın hıyaneti görülürse hâkim bunu azl ile diğerini tayin edebilir.

60-"Kelamın imali, ihmalinden evlâdır."

           Yâni, bir kelamın bir mânâya hamli mümkün oldukça ihmal olunmamalıdır.

         Meselâ: Bir vakfiyedeki evlad tabiri, sulbiye (öz evlad) yok ise ahfada (torunlara) hamledilerek mühmel sayılmaz.

61-"Manayı hakiki, müteazzir olduğunda mecaza gidilir."

          Meselâ: Bir kimse, "ben şu ağaçtan yemem" diye yemin etmiş olsa eğer o ağaç şeker kamışı gibi aynen yenilir şey ise, hakiki mana müteazzir olmadığından bu söz hakiki manaya hamlolunarak, yemin o ağaca masruf olur. Binâenaleyh şeker kamışını yerse yeminini bozmuş olur. Eğer aynen yenilir şey olmayıp, portakal, zeytin ve elma ağaçlan gibi meyvesi yenilirse yemin meyvesine masruf olur. Şayet çam ve servi ağacı gibi meyvesi dahi yoksa yemin, ağacın semenine yani satış bedeline mahmul olur.

62-"Bir kelamın imali mümkün olmazsa ihmal olunur."

     Yâni, bir kelamın hakiki ve mecazi bir manaya hamli mümkün olmaz ise mânâsız bırakılır.

       Meselâ: Bir kimse oğlu için, "bunu oğulluktan çıkardım. Benim oğlum değildir" demiş olsa, manasız bir söz söylemiş olur. Çünkü babalık ve oğulluk tabii bir vakıadır. Bu münasebet bertaraf edilemez. Söz, mirastan iskat gibi bir manaya da hamlolunmaz.

63-"Mütecezzî olmayan bir şeyin bazısını zikretmek, küllünü zikir gibidir.

     Yani, küllünü zikretmek ne gibi bir hüküm ifade ederse bazısını zikir de aynı hükmü ifâde eder.

      Meselâ: Bir maktulün varisi, katilin bazısını kısastan affetse, kısas bilkülliye sakıt olur. Çünkü kısas kabili tecezzi değildir.

64-"Mutlak ıtlakı üzere cari olur. Eğer nassen yahut delaleten takyid delili bulunmazsa."

        Meselâ: Bir kimse diğerine  "benim için bir at al, parasını vereyim" dese, herhangi bir vasıfta at almağa vekil kılmış olur, Ama, "benim için bir kırat at al" demiş olsa, "kır" kaydı ile mukayyed olarak o vasıfta at almağa vekil yapmış olur.                        

65-"Hazırdaki vasıf lağv, gaibdeki vasıf, muteberdir."

        Meselâ: Bayi' (satıcı) satış yerinde mevcut olan ata işaretle cins ve vasfını beyan ederek "şu yağız atı şu kadar liraya sattım dese", işaret olunan şey ismi beyan olunan at cinsinden olmakla, icabı muteber olup vasfı, yani yağız tabiri lağvolur. Çünkü hazırdaki vasıf lağvdır.

       Buna binaen satan kimsenin bu icabı üzerine müşteri, o mecliste kabul ederse satış akdi lazım olur. Amma meydanda olmayan bir kır atı yağız diye satsa gaibdeki vasıf muteber olmakla bey' (satış) mün'akid olmaz. Zira yukarıda beyan olunduğu üzere meydanda olmayan bir şeye işaret mümkün olmadığı cihetle, gaib hakkında her halde tesmiye ve tavsif muteberdir. Gözle veya muayene ile anlaşılamayan vasıflar dahi hazır olmayan şeylerdeki vasıflar gibi muteber olur.

66-"Sual cevabda iade olunmuş addolunur."

       Yâni, cevap veren kimse tarafından tasdik olunan bir sualde ne denilmiş ise, cevap veren kimse tasdik etmekle aynen onu söylemiş hükmündedir.

        Meselâ: Bir kimse hâkim huzurunda birinden, "benim senin zimmetinde, sattığım mal bedelinden şu kadar lira hakkım vardır, onu isterim" diye dava edip hâkimin davalıya "bu kimsenin sende mal bedelinden şu kadar lira alacağı var mıdır"? Sorusuna karşı davalı cevabında "evet", yahut "vardır" demiş olsa dâva olunan meblağı ikrar etmiş yani davacı olan bu kimseye "satış bedelin­den zimmetimde o kadar lira borcum vardır" demiş olur.

67-"Sâkite bir söz isnad olunmaz. Lakin marazı hacette sükût beyandır."

       Yani, sükût eden kimseye "şu sözü söylemiş oldu" denemez. Lakin söylenecek yerde sükût etmesi ikrar ve beyan addolunur.

     Meselâ: Bir yabancı, bir şahsın malını huzurunda fuzulî ola­rak satmakla, o şahıs sükût etse o yabancıyı satışa vekil etmiş olmaz. Çünkü sâkittir ve söylemek mecburiyetinde değildir. Ancak, söyleyecek yerde susarsa, ikrar etmiş olur.

      Meselâ: Peşin satışta müşteri parayı tamamen ödeyinceye kadar bayi'in satılan şeyi alıkoymaya hakkı vardır. Fakat müşteri malı alırken satıcının görüpte men etmeyerek sukut etmesi, müşterinin almasına izin vermektir. Ondan sonra malı, para ödeninceye kadar alıkoymak üzere geri almaya salahiyeti kalmaz.

68-"Bir şeyin umuru batınada delili, o şeyin makamına kaim olur."

        Yâni, hakikatini anlamak güç olan bâtını emirlerde delili zahirisiyle hükmolunur.

     Meselâ: Bir kimse satın aldığı bir hayvanın ayıbına muttali olduktan sonra tedavisinde bulunsa veya satılığa çıkarsa ayıbına razı olduğuna hükmolunur. Çünkü ayıba rıza, bâtını emirlerdendir Bunun delili zahiriyesi olan tedavi ile veya satılığa çıkarmakla ıttıla hasıl olmuş olur.

69-"Mükâtebe, muhâtebe gibidir."

       Yâni, yazı ile beyan, söz ile beyan gibidir.

Mükâtebe: Mektuplaşma

Muhâtebe: Hazır olan kimselerin birbirine söz söylemeleri demektir.

      Meselâ: Bir tacir muamelede muteber defterine birine borcu olduğunu yazar veya müteveffa hayatında usûlüne uygun bir vasiyetname tanzim eder, yahut elinde bulunan bir mal hakkında, "bu mal filanındır", bende emanettir diye yazıp bırakırsa bu yazılara istinad olunabilir. Çünkü bunların delil olmak üzere yazıldığı aşikârdır.

70-"Dilsizin işaretli ma'hudesi, lisan ile beyan gibidir."

İşaret: Azadan bir uzuv ile bir şey göstermektir-

Ma'hud: Erbabı yanında malum demektir.

      Meselâ: Dilsiz ma'hud işareti ile bir malı birine hibe veyahut bir kadını tezevvüç veyahut karısını tatlik veya bir şahsı ibra yahut vasiyet eylese bütün bunlar muteberdir.

71"Tercümanın kavli her hususta kabul olunur."

       Yâni, tercümanın sözü, tercüme olunanın sözü gibidir. Şöyle ki, hâkim iki hasımdan birinin veya şahitlerin lisanına vakıf bulunmazsa tercüman vasıtasıyla muhakeme eder. Tercümanın bir şahıs olması İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusufa göre kâfidir. İmam-ı Muhammed'e göre iki olması lazımdır.

72-"Hatası zahir olan zanna, itibar yoktur."

        Yâni, hata olduğu bilinen zanna itibar edilmez.

      Meselâ: Bir adam birisine borcum var zannıyla bir şey verse ve sonradan borcu olmadığı anlaşılsa verdiğini geri alabilir. Zira her kim kendisine vacip olmayan bir şeyi verirse onu geri alabilir. Ancak hibe yoluyla vermiş ve hibe edilen de onu kullanarak tüketmiş ise veya sadaka olarak vermiş ise onu geri alamaz.

73-"Senede müstenid olan ihtimal ile hüccet yoktur."

       Yâni, delilden neş'et eden bir ihtimal ile karşılaşan bir hüccet ile amel olunamaz.

     Meselâ: Bir kimse veresesinden birine şu kadar lira borcu olduğunu ikrar ettiği takdirde, eğer marazı mevtinde ise diğer verese tasdik etmedikçe, bu ikrar hüccet değildir. Zira diğer vereseden mal kaçırma ihtimali marazı mevte müstenittir. Ama hâli sıhhatinde ise ikrarı mû'teber olur. Ve o halde ihtimali, müsencid bir nevi' tevehhüm olduğundan ikrarın hücceti olmasına mâni olmaz.

74-"Tevehhüme itibar yoktur."

       Yâni, delile müstenid olmayan mücerred ihtimal muteber değildir.

      Meselâ: Bir kimse satın aldığı bir malın başkasına ait olduğunu tevehhüm etmekle kefil vermesi için satıcıyı icbar edemez.

75-"Burhan ile sabit olan şey, ayanen sabit gibidir."

      Burhan; Beyyine-i âdile, yâni kuvvetli delildir.

     Meselâ; İkrar ile veya şehadet ile sabit olan bir borç, ıyânen yani şüphesiz açıkça görülmüş gibi sabit olur. İnkâr edilen bir ikrarın şehadetle sübûtu da bu kabildendir.

76-"Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir."

     Beyyine: Lugatta, vazıh (açık) ve aşikâr olan şeye denir. Hüccet ve burhan manasına da ıtlak olunur.

      Yâni, davasını isbat edecek şehadeti, hücceti kaviyyeyi ikâme etmek hakkı, müddeîye (davacı) aittir. Beyyine bulunmayınca Allah'ın ismiyle yemin etmek hakkı da münkire aiddir.

       Meselâ: Davacı tarafından iddia olunan şeyi davalı inkâr ederse, hâkim davacıdan beyyine ister. Davacı delil göstererek davasını isbat ederse hâkim onun lehine hükmeder. Delil gösteremediği takdirde davacının isteği ile hâkim davalıya yemin teklif eder. Davalı yemin ederse yahut davacı yemin verdirmez ise hâkim davacıyı bilabeyyine muarazadan meneder. Davalı yeminden kaçınırsa hâkim davalının aleyhine hükmeder.

 77-"Beyyine,  hilafı zahiri isbat için, yemin aslı ibkâ içindir."

       Meselâ: Bir kimsenin kullanmak üzere birisinden ariyet almış olduğu bir at o kimsenin elinde telef olsa ve atı veren (muir), "ben sana bir hafta kullanmak üzere vermiştim, sen on gün kullandın ve senin elinde öldü, tazmin edeceksin "diye dava edip hayvanı alan (müsteîr) dahî, "Sen öyle bir takyid ve müddet tayin etmemiştin, mutlak olarak iare etmiştin", diye iddia etmiş olsa, hayvanı alan müsteîrin mutlak beyyinesi tercih olunur. Musteîr, davasını isbat edemediği ve muîrin dahi beyyinesi olmadığı takdirde söz, yemin ile muîrin olur. Çünkü ariyetle ıtlak aslın hilâfınadır. Beyyine ise hilafı zahiri isbat ve yemin aslı ibkâ içindir.

78-"Beyyine, huccet-i müteaddiye ve ikrar,    huccet-i kâsıradır."

    Beyyinenin hüccet olması hâkimin hükmü iledir. Hâkimin ise velayeti ammesi bulunduğundan beyyine,yalnız üzerine hükmolunan hakkında hüccet olmayıp başkaları hakkında da bir huccettir. Bu cihetle bir hucceti müteadiyedir.

     İkrarın hüccet olması ise ikrar edenin zu'muna mebnidir İkrar edenin zu'mu ise kendisinden başkası hakkında hüccet olmaz. Bu cihetle ikrarda ikrar edenin şahsına mahsus bir hücceti kâsıradır.

       Meselâ: Bir nesep beyyine ile sabit olsa hüküm bütün insanlara sirayet eder. Artık bunun hilafına dava ve şehadet dinlenemez. Fakat bir şahsın mücerred ikrarı ile sabit olan bir nesebin hilafına beyyine ikame edilebilir.

79-"Kişi ikrarı ile muâhaza olunur."

      Yâni, şer'an sahih ve muteber olan ve hâkim tarafından tekzib olunmayan ikrar ile ikrar eden kimse muâhaze ve onunla ilzam olunur. Çünkü ikrar da beyyine gibi hüccettir.

      Meselâ: Bir kimse "falan şahsa şu kadar lira borcum vardır" dedikten sonra, "ikrarımdan rücu ettim" demesine itibar olunmayıp ikrarı ile ilzam olunur.

80-'Tenakuz ile hüccet kalmaz. Lakin mütenakızın aleyhi­ne olan hükme halel gelmez"

       Tenakuz. İki sözden her biri diğerini nakz ve ibtal eder surette bulunmaktır. İki mütenâkız yani birbirine zıt olan iki sözden hiçbiri hüccet olamaz.

       Meselâ: Şahitler, şehadetlerinden rücu' ile tenakuz ettiklerin de, şehadetleri hüccet olmaz. Lakin evvelki şehadetleri üzerine hâkim hükmetmiş ise bu hüküm dahi bozulmaz. Mahkumunbihi, şahitlerin tazmin etmesi lazım gelir. Çünkü şahitlerin ikinci sözleri yani rücu'ları doğruluğa delâlet etmekte evvelki sözleri olan şehadetleri gibidir.

81-"Şartın sübutu indinde ona muallak olan şeyin sübutu lazım olur."

      Yâni, şarta bağlanması sahih olan hukukî tasarruflardan biri şarta ta'lik olunduğu takdirde, şartın sübutu halinde ona ta'lik edilmiş olan tasarrufun dahi subûtu lazım olur.

       Meselâ: Bir kimse falan adam senin malını çalarsa ben tazmin ederim dese, kefaleti muallaka olur. Yâni, "Ben tazmin ederim" cümlesinin mazmunu olan, tazmin etmek ve kefaletin meydana gelmesi, o adam senin malını çalarsa cümlesinin mazmunu olan o adamın çalmasının vukuuna bağlanmış olur. Şartın yani, çalma hadisesinin sabit olması halinde ona ta'lik olunmuş olan şeyin yani zaman ve kefaletin sübutu lâzım gelir.

82-"Bikaderilimkan şarta riayet olunmak lazım gelir."

      Yani, hukuken muteber olan şarta riayet (o şartın icabına göre amel olunmak) mümkün olduğu kadar lazım gelir.

      Meselâ: Bir malı parası şu kadar gün müeccel olmak üzere veya olmak şartıyla satmak bu kabildendir. Maamafih bu şart akid esnasında bulunmalıdır. Akidden sonra dermeyân edilen bir şart muteber değildir. Bir malı sattıktan sonra parasının müeccel olduğunu şart koşmak gibi.

83-"Vaadler sureti taliki iktisab ile lazım olur."

      Meselâ: "Sen bu malı falan adama sat. Eğer parasını vermezse ben veririm" dese ve malı alan akçeyi vermese bu vaadi eden kimsenin parayı vermesi lazım gelir. Çünkü "ben veririm" demesi vaaddir. Lâkin mücerred değildir. Belki bu adamın vermemesine ta'lik olunmuştur. Eğer vermemesi tahakkuk ederse böyle diyen kimsenin vermesi lâzım gelir. Ve bu sözü, kefaleti icab eden sözlerden olur.

84-"Bir şeyin nef i zamanı mukabelesindedir."

      Yâni, bir şey telef olduğu takdirde o şeyin hasarı kime âit ise onun zamanında demek olup o kimsenin bu veçhile zamanı o şey ile intifâa mukabil olur.

        Meselâ: Hıyarı ayb ile red olunan bir hayvanı, müşteri kullanmış olmasından dolayı bayi' ücret alamaz. Zira kabler-red telef olsaydı hasarı müşteriye aid olacaktı.

         Kezalik, bir kimse kiraladığı bir beygire binerek adeti tecavüz etmeksizin mutad olan yerden muayyen mahalle giderken, hayvan yolda düşüp telef olsa o kimseye yalnız ücret lazım gelir. Tazminat lazım gelmez. Zira bir şeyin nefi zamanı mukabelesindedir.

85-"Ücret ile zaman müctemî olmaz."

        Yâni, bir sebepten dolayı bir mahalde ücret ve tazminat birlikte lazım gelmez. Zira tazmin eden kimse tazmin etmekle tazmin ettiği şeye malik olur. Malik olduğu şey için bir kimseye ücret lazım gelmez.

        Meselâ: Bir kimse diğer birinin öküzlerini gasb suretiyle alıp bir miktar çift sürmekle öküzler zaif ve halsiz düşerek kıymetleri noksanlaşmış olsa, sahibi öküzlerin noksan kıymetlerini gasb edene tazmin ettirir. Fakat gâsıbdan çift sürdüğü zamana ait ücret taleb edemez. Çünkü ücret ile tazminat birlikte bulunamaz.

86-"Mazarrat menfaat mukabelesindedir."

        Yâni, bir şeyin menfaatine nail olan onun mazarratına (zararına) mütehammil olur.

      Meselâ: İki komşu arasında müşterek bir duvarın yıkılmasından korkulursa her iki komşu bunu müştereken yaptırmaya mecbur olurlar. Zira bu duvarın menfaati her ikisine aittir.

87-"Külfet ni'mete ve ni'met külfete göredir."

       Yâni, çekilen külfet ne nisbette ise ondan görülecek menfaat da o nisbettedir.

      Meselâ: Müşterek bir mülk tamire muhtaç olunca sahipleri hisselerine göre bil iştirak ta'mir ile mükelleftirler. Zira müşterek mülkün kirasından ve sair menfaatlerinden ortaklar hisseleri nisbetinde faydalandıkları gibi tamir masrafları da hisselerine göre olur.

88-"Bir fiilin hükmü failine muzaf kılınır ve mücbir olmadıkça amirine roııraf kılınmaz."

      Fiilin hükmü, tazmin mükellefiyeti gibi o fiil üzerine terettüb eden eserdir. Failin fi'li üzerine terettüp eden hüküm o faile nisbet olunur. O fiili, faile emreden kimse icbar etmiş olmadıkça emredene nisbet olunmaz.

      Meselâ: Bir kimse başkasına "sen filanın malını telef et" diye emretse, o şahısta bu emir veçhile telef etse tazminat bu şahsa lazım gelir. Yoksa âmire lazım gelmez. Zira başkasının mülkünde tasarrufla emir batıldır. Ancak âmir, mücbir olup ikrahı muteber ile icbarda bulunmuş olursa tazminat, o şahsa değil âmire lazım gelir.

89-"Mübaşir, yani, bizzat fail ile mütesebbib müctemî oldukta hüküm, faile muzaf kılınır."

     Mübaşir: Bir kimsedir ki; fi'li ile telef arasına ihtiyarî bir fiil girmeksizin kendi fiili ile telef hâsıl olmuş olur.

     Mütesebbib: Bir kimsedir ki, kendi fi'li telefi meydana getirip ancak fi'li ile telef arasına diğer bir fiil girmiş bulunandır.

      Nitekim, asılı bir kandilin ipini kesmek, kandilin yere düşüp kırılmasını meydana getiren sebep olmakla,  ipi kesen kimse mübaşereten ipi kesmiş ve tesebbüben kandili kırmış olur.

     Meselâ: Birinin umûmî yolda kazmış olduğu kuyuya diğeri, birinin hayvanını atarak telef etse o kimse tazmine mecbur olup, kuyuyu kazan kimseye tazminat lazım gelmez.

90-"Cevaz-ı şer'i, zamana münafî olur."

      Yâni, şer'i cevaz bulunan yerde tazminat olmaz.

      Meselâ: Bir adamın kendi mülkünde kazmış olduğu kuyuya, birinin hayvanı düşüp telef olsa zararı tazmin lazım gelmez. Zira kendi mülkünde kuyu kazmak caizdir. Cevazı şer'i ise zamana (tazmine) münâfidir.

91-"Mübaşir, müteammid olmasa da zâmin olur.'

       Meselâ. Bir kimse başkasının malını, gerek kasden ve gerek kasd bulunmaksızın telef etse, bedelini ödemesi lâzım gelir. Müteammid olduğu takdirde, hem bedelini öder hem de günahkâr olur. Fakat mübaşir olan fail, müteammid olmazsa, telef ettiği malın yalnız bedelini öder günahkâr olmaz.

92-"Mütesebbib müteammid olmadıkça zâmin olmaz."

      Bu kaide, bir zararın husulüne sebep olan fiili işleyen kimse o zararı meydana getirmek kasdıyla haksız olarak yapmış değilse, gelmez. o zararı zâmin olmayacağını ifade eder.

      Meselâ: Birinin hayvanı bir kimseden ürküp de kaçarak kayb olsa tazmin lazım gelmez. Ancak kasden ürkütürse tazmini lazım gelir.

93-"Hayvanatın kendiliğinden olarak cinayet ve mazarratı hederdir."

      Heder: Tazmin lazım gelmez demektir. Hayvanların kendiliğinden sahiplerinin tedbirsizlik ve ihmal gibi bir suretle teaddisi ve kusuru olmayarak ve sebebiyyet vermeyerek yaptıkları zarar ve ziyanları heder olur. Yâni, zarar o hayvan sahibine ödettirilmez.

       Meselâ: Bir kimse hayvanını diğer birinin mülküne onun izniyle bırakıp bir zarar meydana getirse sahibi o zaranrödemez.

Kezalik: Hayvan, sahibinin bağlamaya hakkı olan bir mahal­de bağlı olup da kendi kendine boşanarak başkasının malını telef etse sahibi, o zararı ödemez.

94-"Gayrın mülkünde tasarrufla emretmek bâtıldır."

      Milk ve mülk, gerek ayn ve gerek menfaat olsun insanın mâlik olduğu şeydir.

     Ayn, muayyen ve müşahhas olan şeydir, (ev, sandalye vb.) Meselâ, bir kimse "birisine şu malı denize at" deyip de emrettiği şahısta başkasının malı olduğunu bilerek atsa, sahibi o malı atana tazmin ettirir. Atana cebretmiş olmadıkça emredene bir şey lazım gelmez. Yani bir şey lazım gelmez. Çünkü bir kimsenin emri ancak kendi mülkü hakkında cari olur. 

95-"Bir kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın ahar bir kimsenin tasarruf etmesi caiz değildir."

       Yâni, bir kimsenin mülkünde onun izni, icazeti ve onun üzerine velayeti olmaksızın ve zaruret bulunmaksızın diğer bir kimsenin tasarruf etmesi caiz olmaz.

       Meselâ: Bir kimse diğer birinin evine onun izni olmaksızın veya zaruret bulunmaksızın giremez.

96-"Bilâ-sebeb meşru' birinin malını bir kimsenin ahz eylemesi caiz olmaz."

       Yâni, bir kimse meşru bir sebebe müstenid olmayarak diğerinin malını gasb ve sirkat yoluyla veya rüşvet olarak almış olsa o kimse o malı gasbetmiş olur.

     Meselâ: Bir kimse bir şahısta, bir hak dava edip de bir bedel üzerine müsâleha olduktan sonra o kimsenin o şahısta böyle bir hakkı olmadığı zahir olsa o şahıs, verdiği bu bedeli istirdat (geri alma) edebilir. Çünkü bu bedel gayri meşru suretle alınmıştır.

97-"Bir şeyde sebebi temellükün tebeddülü o şeyin te­beddülü makamına kâimdir."

       Yâni, bir şey, haddi zatında değişmediği halde o şeyin sebebi temellükü değişse o şey de değişmiş sayılır.

        Temellük (sahip olmak, malik olmak) esbabı üçtür. Biri beyi' ve hibedir. Diğeri irstir. Üçüncüsü de mubah bir şeyi ele geçirmektir.

        Meselâ: Bir kimse kendisine hibe edilen bir malı satsa vahib (hibe eden) hibesinden dönemez. Velev ki, o kimse bilahare o mala tekrar bir sebeple malik olsun. Çünkü sebebi mülk tebeddül etmiş olur. Keza mevhûbünleh (hibe olunan) vefat edip de hibe edilen mal varisine intikal etse vahib (hibe eden) in rücûuna mahal kalmaz.

98-"Kim ki; bir şeyi vaktinden evvel istical eyler ise mahru­miyetle muateb olur.'

       İsti'cal: Bir şeyin acele olmasını arzu etmektir.

      Meselâ: Bir kimse mirasa bir an evvel nail olmak için murisini öldürürse, maktulün mirasından mahrum olur.

99-"Her kim ki; kendi tarafından tamam olan şeyi nakz etmeğe sa'y ederse sa'yi merduttur."

     Yâni, bir kimse kendi rızası ve fiili ile tamam olan hukukî muameleyi bozmaya çalışırsa kabul olunmaz.

      Meselâ: Bir kimse falanı bütün davalardan ibra ettim veya asla hakkım yoktur diye ibra etse ibradan evvelki zamana ait olarak hiçbir hak isteyemez. Şayet isterse sözüne itibar edilmez.

 

incemeseleler.com

   
© incemeseleler.com